Okuyan Us Yayınları tarafından yayınlanan kitap “Dizüstü Edebiyat” serisinden çıkmıştı. Yani “nasıl yaşanmışsa öyle yazılmış”tı.
İstanbul’dan yeni gelmiş biri olarak önce adını duydum… Kitabı hem tazeliğinden hem de konusundan efsane olarak, kitabın içine konu olan karakterler ise etrafımda dolaşıp duruyordu. Henüz kitabı okumamış olmanın ağırlığı da her adını duyuşumda veya karakterlerin canlı kanlı hallerinin etrafımı sarma anında biraz daha üzerime çöküyordu. “Türkçedeki tüm anlamlarıyla aşk” oluyordu. Henüz kendisi ortalarda yoktu.
Ve bir gün çıktı geldi. Gelişi sükseli oldu, birlikte doğum gününü bile kutladık. Elimde kalan son “27” meğer onun doğum günü hediyesi olacakmış. Ertesi gün de o elinde kalan son “Aşk Olsun” kitabını imzaladı benim için. Böylece tanıştık ve akabinde değişip tokuştuk kitapları. O benimkini bir çırpıda okudu. Ben ise onun kitabına başlamak için uygun bir zaman kolladım. Bir sabah ev halkı henüz uykudayken başlayıverdim “Aşk Olsun”a. Gün öğlene dönerken bahçeye çıktığımda karşılaştığım komşumla ayaküstü kitabın kritiğini bile yapmıştım. Gün ortası olduğunda, kitapta bahsi geçen mekânları yaşamak için sokağa attım kendimi (Roma’da yapmıştım bunu. Geceleri Roma sokaklarında çekilen filmleri izliyor, ertesi gün gidip filmlerin çekildiği yerleri dolaşıyordum). Kitabı okurken yaşadığım ise sadece mekânlardan ibaret değildi. Onun yazdığı karakterlerin bir kısmıyla herhangi bir sokak başında, kafede ya da bir arkadaşın evinde karşılanabiliyordum. Onun buraya taşınma hikâyesinden parçacıklar vardı kitapta ya bazı bazı hangisi kurgu hangisi gerçek karıştırabiliyordu insan. Hikâyesi benimkinden oldukça farklı olsa da en ortak yönümüz ikimizin de bir şekilde yolunun kitaba konu olan bu yere düşmesi olmuştu. Bir diğer benzerlik ise ben 27 yaşında ölen ünlü müzisyenleri konu almış ve 27’yi oluşturmuştum. O ise bana kitabını imzalarken karakterlerden ölü olanının 27 yaşında olduğunu söylemiş hatta kitabı imzalarken öyle de bir not düşmüştü. O söylemese belki kitaptaki kadının 27 yaşında öldüğünü anlayamazdım. Muhtemelen onun kadar iyi matematik bilmediğim için gözümden ve de zihnimden kaçırmış da olabilirim. Sürükleyiciliği ve merak uyandıran dili sayesinde 24 saat bitmeden kitabı bitirmiş, şimdi yazmakta olduğum bu satırlara başlamıştım. Fulsen Türker ve ikinci kitabı “Aşk Olsun” ile tanışmam tam olarak böyle gerçekleşti.
Kitabı okurken daha fazla sigara içtiğim, gidip gelip kahve doldurduğum doğrudur. Ansızın bir dost sofrasında rakı, bir kuytuda likör, herhangi bir evin camının önünde şarap yudumladığım, zihnimde kek, börek pişirdiğim oldu. Üstelik bunların hepsi de bir gün doğumundan ertesi gün doğumuna kadar olan süreçte gerçekleşti. Fulsen ve Melek ile güldüm, Oğuz ile sarhoş oldum, Asrın ile ağladım… En çok da Figen’e yandım. Kadınların kendi hayatlarının katili mi kurbanı mı olduğuna karar vermekte zorlandım. Bir de aşık olamadım… Aslında belki bu da doğru değildi. Kitaptaki en büyük aşk, beni de buraya sürükleyen lodosun poyraza dönerken getirdiği bulutlardı. İnsanüstü bir aşk romanıydı belki de “Aşk Olsun”. Belki de yazar olan Fulsen, aşkı sorgularken nasıl da bildiğimizin ötesinde olduğunu anlatıyordu. Bir de burayı anlatıyordu uzun uzun. Hem de Mahir Abi’sinin “Yok, aman yazma… Çekirge sürüsü gibi dadanırlar” demesine yer yer kafa yer yer çanak tutarcasına. Öyle ya kitapta da anlatıldığı gibi buranın bazı gençleri gidecekleri günü bekliyor hatta kolluyorlardı. Benim ve Fulsen gibi göçmenlerse soluğu burada alıyordu. Yerliler, göçmenler ve huzur içinde göçmek üzere gelenler…
Küçük bir sahil kasabası olarak kaleme döktüğü buranın insanlarının ruhları nasıl da büyükşehirlere inat birbirine yaslanmıştı. Nasıl da başkaydı ilişkiler. Özellikle de kadınlı- erkekli olanlar. Bir Beyoğlu aşkı olan Fulsen ile Altan’ın aşkının tam karşısında durmuyordu belki Figen’in Oğuz’a duyduğu aşk ama yine de ister istemez Figen gerçek hayatı görünce hiçbir şeyin okuduğu romanlardaki gibi roman’tik olmadığını/bitmediğini anlıyordu işin sonunda.
Evet trafik yoktu, kimsenin acelesi de… Korna sesi hele hiç yoktu. Maksimum duyabileceğiniz dedikodu kazanının kaynama sesiydi yazar Fulsen’in anlattığı. Okurken aklıma bir ara Lady Augusto Gregory’nun bundan neredeyse yüz yıl önce yazdığı “Kulaktan Kulağa” isimli oyunu geldi. Burada şekillenen tiyatro gruplarına oyunu önermeyi düşünmedim desem yalan… Oyun, küçük bir kasabada dönen ve kulaktan kulağa aktarıldıkça büyüyen bir dedikodu üzerine kurulu.Tam küçük yerlik! Küçük yerde yaşayıp da oyunu izleyen kendini bulur!
***
Kitaba dönelim: sonlarına doğru –kitabın karakteri Fulsen’le aynı kuşaktan oluşumuzdan herhalde– çocukluk hayallerimin oluşmasına büyük katkı sağlayan çocukken okuduğumuz ansiklopedilerin / kitapların aynılığının şaşkınlığına düştüm. Karakter ile en yakın hissettiğim andı belki de geçmiş zaman kutusunu açtığı an. Etrafa saçılan çocukluk ve türlü haller… Bilinç ile bilinçaltı arasındaki o kapının ansızın şeffaflaşışı.
***
Okuyan Us Yayınları tarafından yayınlanan kitap “Dizüstü Edebiyat” serisinden çıkmıştı. Yani “nasıl yaşanmışsa öyle yazılmış”tı. Bu neden belki de ‘aşırı’ edebi kaygıların yerini tamamıyla gündelik hayat dili alıyordu. Bu da belki önümüzdeki yıllar hatta on yıllar boyu okunacak ‘yeni bir dil’ hatta ‘imlâ önermesi’ sunuyordu. Bildiğimiz edebiyat kalıpları dışında, sürükleyici ve birbirine ister istemez değen hayatların kesiştiği bu küçük yeri okumanın yanı sıra bizim kuşağın yer yer sancılı değişimine, kadın olma sürecine, dostluk kurmalarının ehemmiyetine, yalnızlıklarına, aşklarının başkalaşımına, hayatını sürekli sil baştan hissederek yaşadığına, bazen de uyum içinde akışına tanıklık etmek istiyorsanız bu kitap sizin için yazılmış. Bir de küçük yer insanının büyükşehirden gelen göçmenlerle imtihanı var kitapta: hayatın ve doğanın dengesi…
Özellikle son dönem büyükşehirlerden kaçma telaşındaysanız kitabı mutlaka edinin. Yolunuz Fulsen’in kaleme aldığı “bu küçük sahil kasabası”na düşecekse benim gibi yazarının ve kitabın hayaleti, yazarı ve sonra kitabıyla tanışmak yerine, tersi istikameti takip etmiş olursunuz. Bir de belki taşınmak / göçmek için bir kez daha düşünürsünüz.
|
- Yerliler, göçmenler ve huzur içinde göçmek üzere gelenler… - 19 Ocak 2017
- En çok umut gerek! - 18 Şubat 2017
- 2016’nın Müzik Kitapları Seçkisi - 18 Aralık 2016
FACEBOOK YORUMLARI