
İnsanın merak etme özelliği, dostlarla buluşma isteği… Yolculukların insanları, insanların yolları güzelleştirmesi… Yusuf’un Limanları romanıyla bir yolculuk!
15 Haziran 1738 günü, Yusuf, Limana yanaşan geminin güvertesinden İstanbul’u seyrediyor. Doğup büyüdüğü, oymacı ustası olan amcası Mâlik Efendi’nin dükkanında çıraklık yaptığı, her sokağını bildiği şehri, bu kez farklı biçimde görüyor.
İlk kez birkaç ay uzak kaldığı o tanıdık sokaklarla arasında, ilk kez böyle bir mesafe hissediyor. Geminin karaya uzaklığıyla veya araya giren birkaç aylık zamanla ilgili bir mesafe değil bu. Venedik’i, İzmir’i, dünyayı görüp geri dönmenin, başka hayatlar tanımanın, gemide tanıştığı William Ponsonby, John Montagu, Jean-Ertienne Liotard’la dost olmanın sonucu, bakışlarında bir mesafe ortaya çıkıyor. Yolculuk etmek, yollardan dönmek sağlıyor bu mesafeyi. Yusuf aslında her zamankinden daha somut bir yakınlık duygusu da hissediyor. İnsanın döneceği bir memleketinin olmasının ve o memleketin dünyadan farklı yönlerinin bulunmasının kıvancını duyuyor.
YOLLARDA BİLGELİK
Ne televizyon vardı o dönemde ne internet. İstanbul veya Venedik gibi büyük şehirlerde yaşayanlar, dünyadaki insanların çok küçük bir kısmını oluşturuyordu. Ve büyük şehirlerde bile, insan özellikleri kırsaldan çok farklı değildi. Karşıki tepeye kadardı insanların çoğunun gördüğü dünya. Bir adam, işi gücü bırakıp en yukarıya kadar yürüdüğünde, gözlerinin önüne serilen ovalara, dağlara, kıvrılıp giden toprak yollara şaşkınlıkla bakardı. “Oyy” derdi.
Sonra, kahvehanede anlatırdı. “Oyy, dünya ne büyükmüş!” Kahvehanelerde konuşmanın bir adabı, yolu yordamı vardı. Umur görmüş bir kişi olmak gerekirdi. Hatta biraz da yaşlı başlı. Bu da yetmez, sözünün de kuvvetli olması gerekirdi “anlatmak” için.
Anlatmak, biraz da hasbihâl etmek anlamına gelirdi. Bunun için, dinlemesini bilen insanlar da gerekirdi. Muhabbete can kulağıyla, ‘söz’e saygıyla, mimikleriyle katılan insanlar. Sadece söz almak değil, feyiz almak da bir marifetti.
Bir gün sözü dinlenen, anlatabilen olmak için, iyi dinleyebilmek önemliydi. Yeterince biriktirmeden, olgunlaşmadan söz almaya kalkan, lalüebkem olur kalırdı ortada. Farklı bir söz söyleyebilmek için daha önce söylenmiş olanları en iyi anlamak gerekirdi.
Yaşını başını almak insana değer katardı. Ama boş boş zaman geçirmiş olmak değil, işini iyi yapmak, sürekli iyi iş yapıp ustalaşmak büyütürdü insanı. Amcası Mâlik Efendi, bu nedenle Yusuf’a “Âdem evladının en önemli vazifesi işini iyi yapmaktır.”derdi. İşi ne olursa olsun, bir kazanç getirsin veya getirmesin, ister Allah’a ister kula hizmet etsin, herkes üzerine düşen işi iyi yapmalıydı.
Bir de çok gezmiş olmak önemliydi. Çok okuyan değil, çok gezen bilirdi hayatı. Kahvehaneye bir seyyahın gelmesi çok önemliydi. Büyükler de, güzel söz söyleyenler de susar, dinlerdi. Çünkü seyyahlar hikâye anlatırdı. Başka diyarlardaki hayatları, başka insanları, çeşitli yaşam deneyimlerini anlatırdı onlar; hayatı hikâye ederlerdi.
Bu hikâyeler, dinleyerek çoğaltılırdı. Dilden dile dolaştırılırdı. Başka diyarlarda yaşananlar, anlatıldıkça değişirdi biraz.
En çok, kendi yurduna dönen seyyahlar sevilirdi. Memleketine dönen biri, yabancı seyyahlar gibi bilgi getirirdi ama onun bu bilgilerden bir bilgeliğe ulaşmış olma olasılığı daha yüksekti. Bilgiden çok bilgelikti önemli olan. Ve bilgeliğe en çok, memleketine döneceğini düşünerek gezen kişi ulaşabilirdi. İnsanlarına dünya gözü ile bakar, memleketinin gözü, hemşerilerinin dili olurdu. Başka memleketlerin hikayelerini kendi memleketine uyarlardı. Böylece, hikâyeleriyle bir derinlik, hayatı algılamayı sağlayan bir perspektif yaratırdı.
ZEHİRLİ HIZ
Sonra insanların hayatına ve muhabbetlerin arasına hız girdi. Peşinden televizyon, daha sonra da internet. Uzak diyarların ve başka hayatların bilgisine ulaşmak sıradanlaştı. Artık herkes “çok biliyor”du. Çeşitli kitaplar hakkında, üç beş cümleyle yorum yapılabilir, ileri geri konuşulur oldu. Zaten o kitaplar, o yazılar da düzeyi düşürüp durdular.
Le Figaro Gazetesi’nin kurucusu Villemessant, “Okurlarım için, Quartier Latin’de bir çatıda çıkan yangın, Madrid’deki bir devrimden daha önemlidir.” diyordu.
Bir yerden bir yere gitmek kolaylaştı, gerçek yolculuklar zorlaştı. Gelişen teknoloji ve artan hız, uzaklardan gelen bilgileri hayat hikâyeleri olmaktan çıkarıp enformasyona dönüştürdü. İletişim büyük ölçüde bilgi ve veri aktarımından ibaret hale geldi.
Bilgileri düzenlemek ve kullanmak yeteneği için, yani bilgelik düzeyine erişmek için, bilgilerin nasıl elde edildiğinin bu kadar önemli olduğu daha önce bilinemezdi. Bunca veriden hangilerinin kullanılacağına, hangilerinin aktarılacağına karar verenler, onlardan ne sonuç çıkarılacağına da etki edebiliyordu.
SON BAKIŞTA AŞK
Neyse ki ‘hikaye’ gibi bir silahı var insanın. Yüzeyselliğe ve duyarsızlığa neden olan bu hız olgusuna karşı, böyle kolayca yönlendirilmeye karşı, belki de en etkili direniş hikaye anlatma geleneğine bağlı kalmaktır. Okur, yayıncı, yazar olarak; hayattan kopuk romanlara, kendi içindeki bölümlerden başka bir yere gönderme yapmayan anlatılara karşı direnmek yaşadığımız çağın hakkını vermenin bir yolu haline geliyor. Çünkü yaşanan çağın hakkı, ona uyarak değil, direnerek verilebiliyor. Tarif etmeyen, “bilgi” vermeyen, “oyun” oynamayan edebiyatın kökeni; hikâye anlatmak ve hikaye dinlemek, okumak…
Edebiyatın hayattan kopuk ve okuryazar kesimin eğlencesi haline gelmeye başladığı bu dönemde, ‘hikâye’ karşısındaki durumumuzu, belki de en iyi Walter Benjamin’in bir sözünü anarak açıklayabiliriz: O bizim “son bakıştaki aşk”ımızdır. Dünyayı anlamanın, anlama sürecinde değişmenin, değiştirmenin, hayata müdahale etmenin en güzel yolu!
Her hikaye, elbette bir yolculuk duygusu da yaratıyor. Popüler kültürün sempatik göstermeye çalıştığı “sizi alıp başka diyarlara götürmesi” gibi bir şey değil bu. Nerede yaşadığınızı, ne yaşadığınızı somutlaştıran; dünyayı görüp geri dönmenin, başka hayatlar tanımanın, farklı insanlık hallerine tanık olmanın, fazla içinde bulunduğunuz gündelik hayatınıza belli bir mesafeden bakmanın bir yolu.
Yusuf’un Limanları romanıyla Can Orhun bizi böyle bir yolculuğa çıkarıyor. Örneğin, 18. yy. ortalarında Ragıp Efendi’nin kahvehanesi ne kadar tanıdık, ne kadar güncel. Oraya gelip gidenler, saray çevresinden bazı kişiler, iktidar güçlerinin entrikalarına yataklık edenler. Kimin kime hizmet ettiğinin, kimin hangi tarafta yer aldığının hiçbir zaman net biçimde anlaşılmadığı o dünyayı tanımak, bugünlerdeki hayatı tanımaktan çok da farklı değil. Hele ki bazı büyük ailelerdeki veya büyük şirketlerdeki ilişkilerle bağlantılı düşününce.
Tüm bu konular, romanın ana teması olan “yolculuk” ile ilişkili biçimde işleniyor. Zaten, başladığı gibi, bir yolculuk halinde sona eriyor hikaye. Yüreğine yolculuk ateşi düşmüş bir insanın önüne geçilememesinin anlatısı bu. İnsanın merak etme özelliğine sahip bir canlı olması, William Ponsonby, John Montagu, Jean-Ertienne Liotard gibi kişilerle tanışınca tekrar görüşmek istemesi, yolculukların insanları, insanların yolları güzelleştirmesi, seyahat etmenin ve hikaye anlatmanın insanı insanlaştırması… İçinde yaşadığımız hız, yüzeysellik ve duyarsızlık koşullarında da devam eden insan gerçekliği.
- Yusuf’un Limanları
- Yazar: Can Orhun
- Türü: Roman
- Baskı Yılı: 2016
- Sayfa Sayısı: 272 Sayfa
- Yayınevi: Oğlak Yayınları
- İbrahim Meleknaz’ı Seviyor! - 16 Şubat 2017
- Karanlığı Dağıtan Aydınlık - 5 Ocak 2017
- HAYIR’lı Bir Roman - 2 Şubat 2017