Onlar ve Köpekleri’nde bulunan 11 öykünün tamamı İstanbul Fatih ilçesinin Samatya, Kocamustafapaşa, Yedikule gibi semtlerinde geçmekte. Her bir öyküde, öyküye geçmeden önce semte, semtin sokaklarına, caddelerine, mekanlarına zoomlandığımız haritalar ile karşılaşıyoruz ilkin.
Gülhan Tuba Çelik ile ikinci öykü kitabı Onlar ve Köpekleri odağında yapmış olduğum söyleşi İstanbul’un kadim ilçeleri Samatya, Kocamustafapaşa, Yedikule’de yaşayan bulundukları çağa ve zamana tutunmaya çalışan insanlarının yaşadıkları hayal kırıklıklarını, vazgeçişlerini fakat bunlara rağmen kendilerine dürüst davranarak tüm hislerini kabullenebilip nasıl devam ettikleri üzerine gerçekleşti. Dijitalleşen, siteleşen, plazalaşan, ruhen ve bedenen robotlaşan çağımızda mahallelerinde yaşayan, birbirini kesen sokaklarda birbiriyle karşılaşan karakterler orada hala varlar ve kanlı, canlı yaşamaktalar. Gülhan Tuba Çelik ile insanın hala tüm duyularıyla kanlı canlı yaşadığını konuştuğumuz söyleşimiz için buyurun lütfen.
-
Selçuk Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği ve Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunusunuz. Ve bildiğim kadarıyla halihazırda öğretmenlik mesleğinizi icra ediyorsunuz? Size Türk Dili ve Edebiyatı konusunda üniversite eğitimi aldıran edebiyat ile olan bağınızın ne zaman başladığını merak ediyorum. İlk temasınız nasıl oluştu ve sizde ne derece etki bıraktı ki siz yüksek öğreniminizi de edebiyat üzerine yaptınız?
Son yıllarda okullarda yöneticilik görevi yürütüyor olsam da temelde elbette öğretmen olarak tanımlıyoruz kendimizi. Edebiyatla bağımın temelinde de bir öğretmen ve onun kütüphanesi var. Babam köy öğretmeniydi ve yaşadığımız köyde dünyanın geri kalanı ile kurduğum bağ babamın kütüphanesi sayesindeydi. Çocukluk ve gençlik yıllarımı kısıtlı imkânları olan kapalı bir yerleşimde geçirirken bu kitaplar; dünyanın, içinde yaşadığımdan çok daha güzel, canlı, hareketli, heyecan dolu, renkli ve kestirilemez olduğunu söylüyordu bana. Belki de bu sebepten hâlâ, en çok roman okumayı severim. Okurluğun lezzetine varınca yazmayı da merak ediyorsunuz ister istemez. O yıllarda genelde deneme tarzı şeyler yazarak duygularımdan söz etmeyi, içimi dökmeyi sevsem de iyi kötü bir kurmacası olan ilk çalışmam da o zamana rastlar. On iki on üç yaşlarında bir çocukken yazmanın bende rahatlatıcı bir etkisi vardı. Kendimi arınmış, düşüncelerini netleştirmiş, bazı meseleleri aşmış gibi hissediyordum. Sonrasında da oldukça okudum ve duygularımı, düşüncelerimi kâğıtlara dökmeyi hiçbir zaman tamamen bırakmadım. Çok sık yazmadığım dönemlerde bile, ruhumun daraldığı anlarda oturur yazar rahatlardım. Elbette tamamen amatör şeylerdi, tek bir satırı bile mevcut değil bende. Yine de onların üslubumun gelişmesinde önemli bir basamak olduğunu düşünüyorum. Artık bir Türkçe öğretmeni olarak İstanbul’da yaşayıp edebiyat dergileriyle tanıştığımda ise Edebiyat bölümü de bitirmeye karar verdim. Amacım edebiyat tarihindeki eksikliklerimi kapatmak, bilgilerimi tazelemekti. Çünkü eserlerimi yayımlatmaya başlamıştım ve bu alanda sonuna kadar yürüyecektim. Ben de biraz daha nitelikli olmak istedim.
-
Raflardaki yerini yeni alan Onlar ve Köpekleri’nden önce yayınlanmış bir öykü kitabınız daha var. Evsizler Şarkı Söyler. İlk önce ne oldu da öyküler yazmak istediniz? Sonrasında iki kitap arasındaki yolculuğunuzdan da biraz bahsetmenizi rica edeceğim; bu yolculuğun sizi nasıl Onlar Ve Köpekleri kitabınızın içindeki öyküleri oluşturma sürecine götürdüğünden?
Aslında ben edebiyat dünyasına şiirlerimle girdim. 2014- 2015’te Akatalpa, Mühür, Ayna ve İnsan, Şehrengiz gibi dergilerde şiirlerim yayımlandı. O zamanlar zor bir süreçten geçiyordum, 26 yaş kırılmasını tüm sertliğiyle yaşıyordum ve o ruh halini ancak şiirlerle ifade edebiliyordum. Yayınlanan ilk eserlerim bunlardı. Yine de dönemin şiir anlayışını çok fazla çözememiştim. Benimkiler biraz Fransız esintili biraz ikinci yeni taklidi özgün olmayan şeylerdi. Düzyazıda ise her zaman daha iyiydim, daha kolay yazabiliyordum, daha az yoruluyordum. Roman yazmak bir çocukluk hayali olarak aklımda dursa da edebiyat dergilerine öykü yollamak daha pratik duruyordu. Ben de öyle yaptım. Evsizler Şarkı Söyler bu motivasyonla ortaya çıktı. Hesaplaşmak istediğim çok fazla şey vardı ve ilk öykü kitabım bir nevi hesaplaşma kitabı oldu. Travmalarımı, korkularımı, mutsuzluklarımı, sıkışmışlıklarımı özetle o yaşıma kadar biriken her şeyi bu kitapla içimden attım. Otobiyografik öğeleri fazla olan Evsizler Şarkı Söyler beni özgürleştiren bir kitap oldu. Onlar ve Köpekleri için ise en baştan daha uzak, daha profesyonel çalıştım. Hikâyeleri hep üçüncü tekil şahısla yazdım. Başka dünyalara baktım ve onları anlamaya çalıştım.
-
Kitapta bulunan 11 öykünün tamamı İstanbul Fatih ilçesinin Samatya, Kocamustafapaşa, Yedikule gibi semtlerinde geçmekte. Her bir öyküde, öyküye geçmeden önce semte, semtin sokaklarına, caddelerine, mekanlarına zoomlandığımız haritalar ile karşılaşıyoruz ilkin. Önce zihnimizde bu semtle ilgili, birbirini kesen sokaklarıyla, caddeleriyle, mekanlarıyla ilgili bir görsel oluşuyor. Ardından gelen öyküler ise bu semtte yaşayan karakterleri, yaşamlarını bu yaşamların sokaklar gibi birbiri ile karşılaşan, kesen, kavşaklar oluşturan hayatlarını anlatmaya başlıyor bizlere. Biraz bu semtlerden, paylaşılan haritalardan, karakter yaşamları üzerindeki çağrışımlarından bahsederek başlamak istiyorum. Çalışılmış, bütünlüklü bir kitap yapısı ile karşı karşıyayız, ne dersiniz?
Onlar ve Köpekleri için en baştan daha uzak, daha profesyonel çalıştığımı söylediğim kısma bu tematiklik de giriyor evet. Bir yazarın meseleleri temelde bütün kitaplarında aynıdır aslında, çünkü eserlerimiz karakterimizden bağımsız değil. Fakat bu durum yazarı sürekli aynı hikâyeyi, aynı şekilde yazmaya sevk etmemeli. Kendi çıtasının üstüne çıkmalı. Kendime ne katabilirim diye bakmalı. Evsizler Şarkı Söyler’den sonra oturdum ve yaklaşık bir yıl bu meseleleri düşündüm. Daha profesyonel düşünülmüş, tematik bir metin oluşturma kararı aldım. O sıralar Kocamustafapaşa’da yaşamaya başlayalı birkaç yıl olmuştu ve Suriçi’ndeki bu semti tanıdıkça hayran oluyordum. Her gün evden okula, okuldan da eve giderken yürüdüğüm Vidin Caddesinde iki bin yıl önce de insanların yürüdüğünü düşünmek benim anlamımı artırıyordu. Ya da sıkışmış, dağınık bir durumda semtte turlarken bir sur yıkıntısı yanında gördüğüm incir ağacı, Bizans’ın incir ağacı dolu manastır bahçelerini hatırıma getirip gülümsetiyordu beni. Semtin pitoreski beni etkiledikçe Suriçi’ne dair kitaplar okudum. Sadece Osmanlı değil; Bizans, Pagan günleri de. Onları okudukça yeni yapılar, yeni harabeler, yeni duvarlar ya da ağaçlar keşfettim. Günümüz insanını bu pitoreskin içine koymaya bu şekilde karar verdim. Suriçi’nde sıkışmıştık, hiçbir yere gidemiyorduk, aile aşk arkadaşlık ilişkileriyle eninde sonunda mutsuz oluyorduk ama semt bizim yalnızlığımıza elini uzatıyordu. Ben, kendi adıma, çok fazla hissettim bu semtin dokusunun beni güçlendirdiğini ve güzelleştirdiğini. Yapayalnız çıktığım tüm yürüyüşlerden, evime ya da okuluma, hep kalabalık döndüm. Harita fikri benim gördüğümü başkaları da görsün, kaçırmasın, daha net baksın diye kişisel bir arzuydu sadece.
-
Kitabın ilk öyküsü Sınır ile başlıyoruz. “Mecitbey Sokağı’na yaz birdenbire geldi. İnsanlar sanki bir ün içinde, kış boyu biriktirdikleri, iç sıkıntısından arınmış gibiydi. Artık daha erken, daha mutlu çıkıyorlardı sokağa.” Kitaba böyle bir atmosferde giriş yapıyoruz ve ilk olarak Şevket ile tanışıyoruz. Orta yaşın üzerinde biri, cıvıl cıvıl yaz mevsimi ile başladığımız ilk öykü. Şevket’i tanıdıkça hiç de bahsedildiği gibi bir iç atmosfer olmadığını fark ediyoruz. Şevket için hiçbir şey eskisi gibi değil. Semt dahil, mekanlar, binalar, insanlar her şey değişmiş. İlgisini çeken Esma’nın kendisiyle taban tabana olan zıtlığı çekicilik yaratsa bile hayır, Şevket’in sınırlar içinde, gölgeli bir hayatı var. Aynı sur içindeki Samatya gibi. Burada Sevecekmiş Gibisin öyküsündeki Umut’u, Sadece öyküsündeki Halil’i, Kalanlar öyküsündeki Nurhan’ı da işin içine katarak ilerlemek istiyorum. Tüm bu karakterler işlerine gidiyorlar geliyorlar, toplu taşımayı kullanıp sonrasında tüm mekanların önünden geçerek evlerine ulaşıp sofra kuruyor, sofra kaldırıyorlar, zaman zaman yaşamlarına giren tam zıttı karakterlerin etkilerine mustarip kalarak tamamen rutinleşmiş hayatlarını biraz da olsa kımıldatmaya, hareketlendirmeye çalışıyorlar. Dipte, derinde gürül gürül akmaya devam eden, henüz ölmemiş ama tam manasıyla yaşadıklarını da söyleyemediğimiz duygularına karşılık rutinin öldürücü etkisi diyebilir miyiz tüm bunlar için? Çünkü öyküler boyunca bir de önümüzü kesen, yolumuza sürekli çıkan mezarlıklar var.
Gençken dünyaya ya da hayata dair çoğu küçük şeyi fark etmiyoruz. Hayallerimiz var; hızlıyız, koşuyoruz, günler çabucak geçsin, beklediğimiz gelsin istiyoruz. Ama iyi ya da kötü bir düzen kurulup rutin başladığında afallıyor insan. Bu ülkede yaşamak istediğim tek şehir olan İstanbul’un en köklü, en güzel semtinde oturmaya ve en iyi okullarından birinde çalışmaya başladığımda “Şimdi ne olacak?” diye düşünmüştüm. “Buradan gidebileceğim daha iyi bir yer yok. Dünyanın sonuna mı geldim?” Elbette saçma bir düşünce. Dünyanın sonu gelmiyor. Alanınız daralınca algınız artmaya başlıyor çünkü. On kişiye değil iki kişiye bölününce ister istemez görme yoğunluğunuz değişiyor. Ya da en basitinden her mayısta iğdelerin, her haziranda ıhlamur çiçeklerinin kokusuyla sizi mutlu edeceğini biliyorsunuz. Yaz başı dutlar dökülmeye başlıyor yerlere, yenidünyalar sararıyor; geçen yaz ne çok toplamıştık sokaklardan diyorsunuz, bu sene de mutlaka yiyelim. İşte bu döngünün içinde ve Suriçi’nin daracık gölgeli yollarında, küçük evlerinde, tanıdıklara selam verile verile eskimiş, sürpriz heyecanlara biraz mesafeli yaşamlarında; insanı, daha doğrusu en azından beni, biraz olsun mutlu eden o büyük şeyi, yani pitoreski yazmak istedim ben. Evet sıkıştık, birbirimize mecbur kaldık, gidilecek herhangi bir yer yok; ailenle ya da sevgilinle yaşıyor olsan da insan insana hiçbir zaman yetmiyor; işte elini koyduğun bu iki bin yıllık taşlar sana biraz olsun güç verebilir. En azından tutun. Düşme. Onlar ve Köpekleri’ni yazarken benim hissettiğim ve hissettirmek istediğim ruh hali yaklaşık olarak böyle bir şeydi.
-
Onlar ve Köpekleri. Kitaba da ismini veren öykü. “İnsan açmak isterdi. Aynı gün, aynı saatte, aynı kapıyı. İnsan çıkmak isterdi. Aynı gün, aynı saatte, aynı işten.” Ersin. Kendini elden çıkarılmış, değersiz ve önemsiz hisseden Ersin. Hepimiz ömrümüzde en az bir defa dahi olsa hissetmişizdir bu duyguyu. Başkaları bize tüm şiddeti ile hissettirmiştir. Sevgisizliği, ilgisizliği, görmezden gelinmeyi bir şiddet unsuru olarak tanımladığımı fark ettiğim için ürpertti bu öykü beni. Duygu kırılmalarıyla, parçalanmalarıyla zihnimize ulaşan her şey şiddetin dik alası desem ne dersiniz? Çünkü bu öyküde kırılan, dökülen, parçalanan görünürde hiçbir şey yok ama tüm kuvvetiyle hissettiğimiz hayal kırıklığı var. Mezarlığın arkasını dolanıp içine girdikten sonra “Dünya tekrar yerine gelmişti.” diyen Ersin kitabın görünmeyen, görmezden gelinen kahramanı gibi aslında, ne dersiniz?
Onlar ve Köpekleri benim de çok sevdiğim bir hikâye oldu. Tam da dediğiniz gibi en az bir defa olsa bile hepimizin mutlaka hissettiği bir şey bu değersizlik duygusu. Ben de metni yazarken bu duygudan yola çıktım zaten. Gerçekten de bir köpeğin karşısında ve değersizdim. Adı Şeker’di. Şeker kadar olmasa da biraz sevilmek istiyordum. Şeker kadar olmasa da biraz onunla sokaklarda yürümek. Yürümemiş bir ilişkinin, hayal kırıklığının, vazgeçişin ve kabullenmenin hikâyesi oldu Onlar ve Köpekleri. Okura bunun başarıyla yansımasına sevindim, ben de hayal kırıklığını oldukça güçlü hissettim. Metni yazıp bitirdikten sonra da çok içime sinmişti, o zamandan beri iyi ki böyle olmuş diyorum. Zaten karakterim itibariyle de zorlamayı hiç sevmem. Bir şeyler yolunda değilse hisseder ve kendi işime bakarım. Ersin de önce konuşmak istedi ama Kocamustafapaşa- Taksim dolmuş yolu boyunca şehrin çeşitli durumları, insanları görsün ya da görmesin, onun ruhunu etkiledi. Son parasıyla ertesi gün hapı almış ve para üstüyle de Ömer Hayyam’daki çay ocağında bir çay, bir su söylemiş kadın hapı içerken Ersin yokuşu iniyordu. Kadının az önce seviştiği adamdan vazgeçişi, onun vazgeçişine değdi. Aynı şekilde karşısından köpekleriyle gelen balici çocukların vazgeçişi de. Sonunda Ersin onların köpeklerini tercih etti. Şeker’i değil. Mahalleye dönüp yeniden evine doğru girerken artık daha güçlü bir adam olmuştu.
-
Çarşılardan ve Şeyler öyküsü. Çarşılardan öyküsünde kadın, Şeyler öyküsünde erkek yalnızlığına odaklanıyoruz. Kapı erkek veya kadın tek bir kişiye, yalnızlık duygusunu tüm şiddetiyle içinde barındıran tek varlığa, insana açılıyor. Aldatan kadın (ya da düşüncelerinde aldatma eksenine kayan kadın) veya çok sıkılmış erkek, evliliğinden, karısından, komple yaşantısından sıkılan erkek; eksik olan ne? Kadın veya erkek varlığımızı lokma lokma yiyip tüketen, hatta tamamen yok eden şey/ler neler? Çok hızlanmış olmak mı, çağımız mı, sur içinde rutin hayatımız içine sıkışmışlığımız mı? Açılan öyküsüne geçiyorum çünkü bu öyküde şöyle bir cümle var: “Sana hiç dokunmadan yapacağım bunu” demişti ama dokunsun istiyordu.” Dokunulmaya ihtiyaç duyuyoruz, -ne yaşarsak yaşayalım- gerçek anlamda, öyle değil mi?
Kesinlikle. Kapılarda öyküsünde de işten çıkarılan kadın bir anda yeniden âşık oluyor birlikte yaşadığı sevgilisine. Onlar da bir iş- ev rutininin içindeler. Yoğunluklarının arasında çoğu zaman bu eksikliği fark etmiyorlar bile. Ama hayat aksayınca aranan ilk şey yine o temas oluyor. İnsan insanın kurdu belki ama aynı zamanda şifası da. İlişkilerin ilk zamanları bu yüzden çok güzel oluyor. Tamamlanmış, eksiksiz bir ruh haline giriyoruz. Eksik olan bir şey yok aslında. Dünyanın tanımı böyle, doğanın kanunu. Her şey eskiyor. Duygular da. . İnsana tutunacak bir şeyler lazım. Bu bazıları için din olabiliyor, bazıları için siyasi oluşumlar, futbol, sanat vs. Çarşılardan hikâyesinde kadın sur dibinde yürürken tek tük papatyalar görüyor. Yüzlerce yıl önce aynı güzergah resmen papatya tarlası. Kadın bunu görmüyor ama o muhteşemliği seziyor. Nereden geldiğini bilmediği bir coşkunluk doluyor içine. Mutlu oluyor. Marteniçka yapıp umut etmeye karar veriyor yolun sonunda. Şeyler hikâyesinde bunalan adam biraz dolaşmaya çıktığında incir ağaçlarının binlerce yıllık yaşama ısrarı karşısında yine aynı şekilde bir sezgiyle güç buluyor. Açılan hikâyesinde biyoenerji desteği almaya giden kadın, geri dönüş yolunda, enerji sayesinde değil Vani Dergâhı meydanın aydınlığı sayesinde yeniden hayata inanıyor. Bu kitabın kahramanları için ortak tutunma noktası semtin pitoreski. Dolaşırken birdenbire karşılarına çıkan o yaralı güzellik, onlara en azından yola devam etmelerini söylüyor. Mezarlıkta bir ortanca, kaldırımda bir zakkum, Boğaziçi’nde bir erguvan. Yıkık bir manastırda bin yıl önce okunan bir duanın asırlar aşıp gelen ruhu. Ayın Biri Kilisesinden dilekleri gerçekleştirmek için alınan haç şeklinde küçük bir anahtar. Bu kadarı bile, onlara biraz güç vermek için yeterli oluyor.
-
“Şu yoldan bütün mevsimlerde, bütün havalarda yüzlerce kez geçmişti. Bahçeye girip “Kimsiniz?” demek istiyordu insanlara. “Bu dağınık ferahlığın, bu cömert neşenin kaynağı ne?” Işık Olsun Diye öyküsünde yazılan bu satırlar, bu ifade bundan sonraki öykülerin tamamını niteler derecede. Çünkü artık buraya kadar okuduğumuz karakterler değişiyorlar ya da onları bekleyen değişimler var. Farkındalar veya değil ancak, olacak bu değişimler. Mesela Yakarış öyküsü, mesela Onlar Kuşlara öyküsü. Değişen insanı konuşmak isterim sizinle. Değişmeyen insan mevzu bahis bile olamaz öyle değil mi?
Doğduğumuz anda değişmeye de başlıyoruz evet. Bazı kültürel kodları bir ömür içimizde taşısak da her gün bir öncekinden başka biri olarak uyanıyoruz dünyaya. Öykü kahramanlarım da bundan bağımsız değil. Işık Olsun Diye’de uzun yıllar boyunca zor bir evliliği yürütmeye çalışmış bir adam, nispeten acil bir durum olmasına karşın, bir gün evinin kapısından giremiyor. Bir gün daha ekleyecek gücü kalmamış o evliğe, dış kapısını açacak dermanı yok ama sur kapısından çıkıp semti de terk ederken oldukça neşeli. Değişim bir anda geliyor. Onlar Kuşlara’da sevdiği kadına evinin anahtarını hediye etmek isteyen genç adam, kafasında çoktan birlikte yaşamaya başlamış kadınla. Ama kadın aynı fikirde değil. Sevgisinden de emin değil, böyle bir sorumluluk altına girmek isteyip istemediğinden de. Genç adam sancılı bir şekilde olsa da fikrini değiştiriyor. Yakarış’ta ise anne, toplumsal kodlara oldukça ters düşen bir değişimin içinde. Yine de bunu önemsemiyor. Seninle olmayanı özgür bırakmak, hatta kendini özgür bırakmak olarak görüyorum ben bunu. Vazgeçebilmek, takıntılı olmamak, sevgi konusunda sapkınlaşmamak önemli bir beceri.
-
Onlar ve Köpekleri’nin genel olarak bende yarattığı hissiyat karakterlerin sokaklarını, caddelerini, dükkanlarını ve insanlarını çok iyi bildikleri Samatya’da -bu suriçi semte- çıkışsızlık hissiyatı içerisinde yaşamaları. Bu ultra modern zamanda aynı etrafı surlarla çepeçevre sarılmış semt gibi bir çıkışsızlığın içindeler. Farkındalar ya da değiller ama tükenmişler. Nostalji yok olmuş, bıkkınlık gelip yerleşmiş. İçinde yaşadıkları çağ, hız, teknoloji, dijitalleşme hepsi, her şey bunda etken. Tüm bu gelişmelere ve çağa, yeni insana ve yeni dünya düzenine rağmen bu insanlar hala varlar. Oradalar, Samatya’da sur içi bir semtte, etrafları çepeçevre sarılmış halde yaşıyorlar. Şehir tamamıyla baştan sona yenilense de, büyük siteler kurulup, akıllı binalar inşa edilse de İstanbul’u İstanbul yapan semtler ve insanlar hala varlar. Ne dersiniz?
Yedi sekiz yıldır burada yaşıyorum. Kocamustafapaşa, Samatya, Yedikule üçgeninde girmediğim çok az sokak vardır. Bazı sokaklar her mevsim başka güzeldir. Olduğundan farklı bir sokak gibidir. Güzel derken de artık anlaşılıyordur ama yine pitoreskten bahsediyorum. Bir anda karşımıza çıkan, hiç beklemediğimiz bir anda kalbimizi ısıtan ve biraz da yaralı bir güzellikten. Doğulu seyyahların gözünden Tanpınar ve Pamuk’a uzanan o resimlerden. Modern ötesi bir zamanda yaşayan seküler kahramanlarım servislerle iş merkezlerine gitseler de, çok katlı çok insanlı çok bilgisayarlı odalarda çalışsalar da; özlerinde bir kültür ve medeniyetten arta kalanların son şahitleri aynı zamanda. Suriçi tarihi değerinden dolayı yasal olarak korunduğu için çok fazla değiştirilemese de illa yanan ya da yıkılan binaları oluyor. Bazı bölgeler kentsel dönüşüme giriyor vs. Doku yıllar içinde ister istemez kayboluyor. Işık Olsun Diye’yi geçtiğimiz yılın mayıs ayında yazmıştım. Evine girmeyip sur dışına çıkan adamın yürüdüğü güzergâhtaki müstakil evler, son ikisi hariç artık yok. Bu kitabı yazarken içten içe şunu da düşünmedim değil. Bir gün buralar yok olursa, tamamen değişirse; en azından bizim hafızamızda bir izi kalsın istedim.
-
Bilimkurgu öğelerinden, distopyadan, bozulan ve yerine yenisi gelen insan algılarından, düşüncelerinden, yeni dünya düzeni kurgusundan tamamen uzak bir öykü kitabı Onlar ve Köpekleri. Pandemi ile birlikte yazarlara bundan sonra nasıl öyküler okuruz, bundan sonrası için siz nasıl hikayeler yazarsınız, edebiyat nerelere doğru dallanır budaklanır gibi sorular soruyorum ama size bunu sormak istemiyorum. Çünkü öyküleriniz gerçekten de akımın tam tersi yönünde. Şöyle sorayım: Suyun akış yönüne kendinizi bırakma gibi bir düşünceniz var mı? Evet bundan sonra ben de paralize olmuş, bozulmuş insan zihnini ve yeni dünya yapısını yazacağım der misiniz? Çünkü öyle bir zaman diliminin içerisine girdik ki, akıntıya kapılmamak çok zor, ne dersiniz?
Ana akımdan, suyun akış yönünden ya da buna benzer şeylerden etkilenen biri olmadım. Bundan sonrası için de herhangi bir değişiklik olacağını düşünmüyorum. Çünkü neyi yazmak istediğimi biliyorum. Karakterim, iyi kötü okuma birikimim, edebi anlayışım, estetik düşüncem itibariyle yazmak istediğim şey aşağı yukarı bu şekilde. Belki ileride daha uzun öykülere dönebilir ama yalnızca o kadar. Ben insan ruhuna eğilen metinleri okumayı ve yazmayı seviyorum. İnsanı kendi zamanı içinde anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Salinger’in öyküleri gibi yap, anlatma, göster diyorlar. Salinger ya da bir başkası beni ilgilendirmiyor. Bundan sonrası için de, kendi adıma, doğru olduğuna inandığım şeyi yapacağım.
- Onlar ve Köpekleri
- Yazar: Gülhan Tuba Çelik
- Türü: Öykü
- Baskı Yılı: 2021
- Sayfa Sayısı: 104
- Yayınevi: Epona
- TOPRAKTA BÜYÜR, TOPRAKTA YAŞAR, TOPRAKTA ÖLÜR İNSAN - 9 Ağustos 2021
- NE TAM OLARAK SUYA, NE DE TAM OLARAK GÖKYÜZÜNE AİT: SAKARMEKE - 8 Temmuz 2021
- YÜRÜMEMİŞ İLİŞKİLERİN, HAYAL KIRIKLIKLARININ, VAZGEÇİŞLERİN VE KABULENMELERİN ÖYKÜLERİ - 20 Haziran 2021
FACEBOOK YORUMLARI