
Burhan Sönmez‘in İstanbul İstanbul romanını felaketler coğrafyasında 12 Eylül’ün zindanlarını en iyi anlatan romanlardan biri olarak görebiliriz.
Yaşadığımız coğrafyanın tarihi, aynı zamanda felaketlerin tarihidir. Öyle ki kısa hayatlarımız boyunca neredeyse hepimiz en az bir felakete rast geldik. Sadece son iki-üç yılı gözümüzün önüne getirelim: Diyarbakır, Suruç, Ankara’da patlatılan bombalar… Ortadoğu coğrafyasındaki savaş… Her gün Akdeniz’de, Ege Denizi’nde batan mülteci gemileri… Tüm bu yaşananlardan sonra hayatın devam edemeyeceğini, Adorno’nun dediği gibi, Auschwitz’ten sonra “şiir yazmanın” da barbarlık olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Oysa hiçbir şey olmamış gibi akıp gidiyor yaşam. Unutmanın “iyileştirici” gücü her şeyi kişisel ve toplumsal hafızadan silmek için işliyor. Daha olay yaşanırken bile bir iki haftaya unutulacağını, orada yaşamını yitirenlerin isimlerinin aklımıza gelmeyeceğin düşününce, insanlığımızdan utanıyoruz.
Yakın tarihimizin en büyük travmalarından biri olan 12 Eylül darbesiyle bile yüzleşilememesi, hesaplaşılamamasını başka türlü açıklamak mümkün mü? Oysa 12 Eylül ile ilgili hem anı kitapları, hem de romanlar yayımlandı. Bu çalışmalar toplumsal bir hafıza yaratmaya yönelik olumlu adımlar olarak okunabilir. Ama yeterli olmadığı, toplumun unutmaya meyletmesinden anlaşılabilir. Bu tarz çalışmalardaki handikap tarihin soğukluğu ile edebiyatın kurgulaştırma eğilimi arasındaki gerilimin kendini muhafaza etmesi. Edebiyatın 12 Eylül ile yüzleşme konusunda karnesi her zaman iftihar edilecek bir tablo sunmuyor. Bunun en önemli sebebi, roman yazarının kendi durduğu noktayı kerteriz noktası olarak alması. Böyle bir konumlanış, yazarın gerçekliğinin metnin gerçekliğinin önüne geçmesi durumunu yaratıyor.
A. Ömer Türkeş’in vurguladığı gibi: “[b]öyle bir perspektiften bakarsak eğer, yine yaşanmışlıklarla değil, yazarların, savundukları ideolojileri idealize ettikleri karakterlere yükledikleri simgesel anlatılarla karşılaşıyoruz.”[1] Yazarların siyasi söylemlerini yayma arzusu edebi derdin önüne geçtikçe, toplumsal gerçekliğin yansıtılmasından uzaklaştıklarını söyleyebiliriz.
Bununla bağlantılı olarak Mark Nishanian’ın sözlerini hatırlamakta fayda var: “Felaket edebiyatı türünün örnekleri, sadece gaddarlığı sömürüyorlar”. Nishanian’a göre yaşanan acıların tüm gerçekliğiyle anlatılması ters tepen bir kuvvet yaratır: “Felaket gaddarlıklar toplamı değildir (…) Tehcirlerin, acıların, katliamların, sürgünün, tecavüzlerin sözde-sanatsal betimlemelerini yapmak elbette mümkün (…) Bu sözde-sanatsal betimler, yaşanan olayların salt, yalın kötüye kullanımlarından başka bir şey değildir.”[2] Bu tarz romanlarda yazarın niyeti tarihsel gerçeklikle örtüşse bile, şiddetin apaçık gösterimlerinin okuyucunun toplumsal gerçekliği alımlamasına yardımcı olduğunu söyleyebilmemiz mümkün değil.
Alışılmış Olandan Sapma
Tüm bu tehlikelerin farkında olarak, hem ajitasyon-propaganda tuzağına düşmeden hem de ezenlerin gaddarlığını duygu sömürüsü malzemesine çevirmeden, geçmişle hesaplaşabilen ve bunu edebi niteliğinden ödün vermeden yapan nadir kitaplardan biri 2015’in Mart ayında yayımlandı. Burhan Sönmez‘in İstanbul İstanbul romanını felaketler coğrafyasında 12 Eylül’ün zindanlarını en iyi anlatan romanlardan biri olarak görebiliriz. Burhan Sönmez, halk masallarından, efsanelerden ve folklorik öğelerden beslenen fantastik bir roman olan Kuzey ve sözcük ekonomisi ile büyülü gerçekçi anlatım tarzını tek potada erittiği Masumlar’dan sonra, bambaşka bir biçim ile selamlamış okuyucularını.
İstanbul İstanbul’da işkencehanede aynı hücreyi paylaşan dört kişinin ağzından darbe döneminin günahlarını okuyoruz. İşkencecilerin eziyetlerine, çektirdikleri azaplara birbirlerine anlattıkları hikâyelerle direnen Öğrenci Demirtay, Doktor, Berber Kamo ve Küheylan Dayı’nın çözülmeme ve hayata tutunma çabalarına tanık oluyoruz roman boyunca. Ayrıca tabiî roman boyunca tek kelime etmeden, sessizliğiyle direnişini derinleştiren Zine Sevda’yı da unutmamak lazım. İstanbul İstanbul alışılagelmiş 12 Eylül anlatılarından[3] kendini ayrıştırarak, felaketi anlatabilmenin yollarını arıyor.
Burhan Sönmez dört erkek karakterinin ağzından anlattırmış hikâyeyi. Her karakter, kimi zaman popüler halk anlatılarını-efsaneleri, kimi zaman müstehcen fıkraları, kimi zaman çeşitli edebi eserleri kullanarak hikâyeler anlatıyor roman boyunca. Ama sadece hikâyeler üzerinden ilerlemiyor kurgu: İç konuşmalar, sayıklamalar, hayallere dalmalarla hücre dışındaki yaşamlarına tanık oluyoruz kahramanlarımızın. Hayalle gerçek, hikâyelerle acı iç içe geçtikçe, karakterler arasındaki farklar da ortadan kalkmaya başlıyor. Anlatıcıların dilinin bir süre sonra aynılaşmaya başlaması da bunun kanıtı.[4]
Romanın metinler arası okumaya fırsat veren yapısı da biçimsel bir tercih olarak görülebilir. Hücrede hikâyeler anlatarak başka bir dünyaya ulaşma fikrinden (Manuel Puig – Örümcek Kadının Öpücüğü), yukarıdaki dünyanın teminatı olarak tutsak edilmiş bedenlerin günah keçisi işlevi görmesine (Ursula K. Le Guin – Omelas’ı Bırakıp Gidenler) kadar birçok konuda başka kaynakları yeniden karıştırmayı talep ediyor Burhan Sönmez. Açık göndermeler de az değil: Decameron, Moby Dick ve yine A. Ömer Türkeş’in dikkat çektiği Italo Calvino’nun Görünmez Kentler romanı[5], İstanbul İstanbul ile sürekli diyalog halindeki eserler olarak dikkat çekiyor. Metinler arası okumaların ve kitapta aleni ya da gizli yer alan kaynakların her okuyucunun bakış açısıyla genişleyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama İstanbul İstanbul’un asıl gücü tüm bu hikâyeleri asıl anlatının içine yedirebilmesinde. Burhan Sönmez, bunu da dengeli bir anlatımı tercih edip sarkmaları en aza indirgeyerek başarıyor.
İşkence, Travma , Mücadele
Burhan Sönmez her şeyden önce yaşanılan vahşeti romanın dışına taşıyarak, daha doğrusu onu doğrudan anlatmamayı seçerek işe koyuluyor. Berber Kamo’nun Zine Sevda’yı işkence tezgâhında gördüğü bölüm haricinde tüm anlatı hücrede geçiyor. Sönmez, işkencenin yarattığı tahribatın üzerinde duruyor daha çok ama bunu travmaları derinleştirerek yapmak yerine, travmayla mücadele yollarının çoğulluğunu vurgulayarak gerçekleştiriyor. Zine Sevda’yı suskunluğu, Doktor’u sırrı, Küheylan Dayı’yı hayalleri, Öğrenci Demirtay’ı iyimserliği, Berber Kamo’yu ise öfkesi ayakta tutuyor. İçeriğin vahşileşmemesi işkenceyi anlamamızın önüne set çekmiyor. Tam tersine işkenceyi, direnişi ve insanlığın yitimini sürekli düşünüyor okur. İşkenceyle ilgili olarak Abdurrahman Aydın’ın Amery’nin düşüncelerini özetlediği şu uzun pasaj, Burhan Sönmez tarafından defalarca düşünülmüş sanki.
“İşkenceci, kendi maddeselliğini kurbanın maddeselliğinin içerisine sokmaktadır. Kurban yalnızca acı çeken bir bedendir artık, acılı bir et yığını durumundadır. “İşkenceye yenik düşen kişi bir daha asla dünyaya ısınamaz. Yıkımın utancı bir daha asla silinmez. Daha ilk darpla birlikte kısmen sarsılan, ama işkence altında nihayet tümüyle çöken dünyaya güven duygusu yeniden kazanılmaz” diyor Améry. İşkence görmüş biri, sonsuza dek işkence görmüş biri olarak kalacaktır. Bu da geçmişin hâlâ şimdide olduğu ya da geçmişteki bir anın bir tür ebedilik edindiği anlamına geliyor. Fakat buradan, aceleci bir sonuçla, travmatize edilmiş kişinin geçmişin tutsağı olduğuna ulaşmak, hiç kuşku yok ki bu sonuca ulaşanı da suç ortağı kılacak; bu da yaşanmamış ve yaşanmış olanın biricikliğine ‘sağlık ve telafi’ adına bir ihaneti beraberinde getirecektir ki Améry de tam olarak buna isyan etmektedir.”[6]
12 Eylül romanlarının travma sahibi kahramanlarından kopuş yaşıyor böylece romanın karakterleri. Daha zindandayken başlayan yaşam arzusu ve inadın romanı aynı zamanda İstanbul İstanbul. Tamamı hücrede geçen bir romanda bunu başarmanın önemli bir edebi başarı olduğunu söyleyebiliriz. Romanın karakterleri işkenceye direndikçe hücrenin sınırlarından taşmaya başlıyorlar ya da tam tersine hücrenin sınırlarından taştıkça direnişlerini sürdürüyorlar.
Mekân ve Zamanın Karakterleştirilmesi
Sözünü ettiğimiz durumu şöyle de ifade edebiliriz: Mekânsal daralmanın anlatımı yoğunlaştırması, daha sonraki genişlemeyi olanaklı kılmış. İşte o zaman romanın gerçek kahramanları çıkıyor ortaya. Ki daha önce defalarca anlatılmış bir gerçekliği, etkili bir şekilde okura ulaştırmanın sırrı burada yatıyor: Burhan Sönmez, işkencehanenin bir yansıması ve olumsuzlaması olarak İstanbul’u karakterleştirerek[7] ve mekânın yanında zamanı da bir roman kahramanı olarak işe koşarak romanını farklılaştırıyor. İstanbul, hem cennet hem cehennem, hem ‘histerik bir kadın’ hem beyaz atlı prens, hem tüm hayallerin gerçek olduğu hem de tüm hayal kırıklarının ebesi bir şehir olarak anlatılıyor romanda. Hücredeki her karakterin bambaşka bir İstanbul’u var.
Zaman da aynı İstanbul gibi değişken ve oynak bir konumda. Öğrenci Demirtay’a göre hücrede kıstırılmış bedenleri zamanı durdurur ama: “Bedenimiz kapana kısıldığı için hücrede duran zaman, zihnimiz dışarı çıktığı anda işlemeye başlar”. Doktor’u ise acıda cisimleşen ânın geçmek bilmezliği şaşırtır: “Yıllar geçtiğini sanırdık. “Kısa bir an mıydı bu, kısacık bir an mı?” Buna şaşırır, ânın en uzun zaman olmasından dehşete düşerdik. Zaman uzamak yerine derinleşirdi acıda.” Berber Kamo ise kütüphanedeki zamanı tanımlarken: “Zaman burada, ileri veya geri gitmiyor, başka bir yerçekimine kapılmış gibi kendi etrafında dönüyordu” der. Her koşulda zaman kendi varlığını sürekli hissettiren bir kahraman olarak var oluyor romanda.
“Sonsuzluk, tekdüzeliğin mi yoksa yaratıcı değişkenliğin mi alanıdır?” sorusu İstanbul İstanbul’un da merak ettiği bir konu. Bu açıdan bakıldığında İstanbul İstanbul’un anlatıcılarının Musil karakteri Ulrich’in: “Bir ahlakın, gelişmenin gücüne sahip olması ve sürekli tekrarlayan felaketlere dayanması isteniyorsa, bütün zamanlar için belirlenmiş bir düzene değil, yaratıcı hayal gücünün süreğen etkinliğine dayanması gerekir” sözüne bel bağladığını da söyleyebiliriz. İşkenceciler tarafından hapsedilen bedenin ve bedene ait zamanın yok oluşu –sabah mı akşam mı onu bile bilmekte zorlanır kahramanlarımız- direniş olanaklarını köreltiyor. Ama tutsakların yaratıcı hayal gücü bu kapatılmayı hikâyeler anlatarak ya da mış gibi yaparak[8] geçersiz kılıyor.
Bitirirken…
Burhan Sönmez, neyin nasıl anlatılacağı üzerine kafa yoran bir yazar olarak kaleme almış İstanbul İstanbul’u. Onca hikâye, masal, fıkra, efsanenin içinde kaybolmak işten değil aslında. Çerçeve öykülerini ana öykünün içinde eritirken ki dengesi bile nitelikli edebiyat ile karşı karşıya olduğumuzun kanıtı aslında. Daniel Kehlmann bir öyküsünde: “Evet bu iyi bir öykü olabilirdi, gerçi biraz duygusal olurdu ama melankoli mizahla, vahşet bir parça felsefeyle dengelenirdi”[9] derken Burhan Sönmez’i anlatır sanki. Karanlığın karşısına aydınlığı, zamanın yok oluşu karşısına sonsuzluğu, mekânsızlığın karşısına İstanbul’u, melankolinin karşısına mizahı, vahşetin karşısına karakterlerinin hayal gücünü diken Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul’da neredeyse imkânsız bir işin, felaketle yüzleşmenin, üstesinden geliyor.
*Not: Bu yazı 14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi 14. sayısında yayımlanmış yazının gözden geçirilmiş halidir.
[1] A. Ömer Türkeş, Sağsız Sol; Yakın Tarihin Eksik Bir Tasviri, Birikim Dergisi, Sayı: 141, Ocak 2001.
[2] Marc Nichanian, Edebiyat ve Felaket, Çev. Ayşegül Sönmezay, İletişim Yayınları, 2011.
[3] Alışılagelmiş 12 Eylül anlatılarıyla ilgili olarak A. Ömer Türkeş’in yukarıda adı geçen kaynağına bakmanızı öneririm.
[4] Bu aynılaşmanın gerekli olup olmadığı konusunda emin değilim. Bunun bir yazar tercihi olduğunun farkında olarak ve “kendini yazardan zeki zannetme” gafletine düşmemeyi umarak, karakterlerin dilinin farklılaştırılmasının romanı daha kuvvetli kılabileceğine inandığımı belirtmeliyim. İstanbul İstanbul’da soru işareti yaratan nadir noktalardan biri bu bence.
[5] A. Ömer Türkeş, İstanbul Decameron, sabitfikir.com, 16 Nisan 2015.
[6] Abdurrahman Aydın, Yara ve Telafi, BirGün Kitap, 8 ocak 2016.
[7] İstanbul istanbul’da İstanbul’un bir roman karakteri olarak okunmasını öneren kişi A. Ömer Türkeş’tir. sabitfikir.com, 16 Nisan 2015. Burhan Sönmez de Semih Gümüş’ün “Romanın için ‘çok başka bir kent romanı’ denebilir mi?” sorusunu “Evet. Böyle okunmasını dilerim.” şeklinde yanıtladığını hatırlatalım. Hayal Kırıklıklarına Rağmen Hâlâ Hayallerin Kenti, Semih Gümüş-Burhan Sönmez söyleşisi, Notos, Sayı: 51, Nisan-Mayıs 2015.
[8] Semih Gümüş mış gibi yapma olayını çok güzel özetler: “Hücredekiler için gerçek, elle tutulur olmaktan çıkmıştır ama hayal ettikleri de gerçeğin ta kendisidir. Ortak hayallerinde rakı sofrası kurarlar, çay içerler, yukarıda ne yapıyorlarsa onu aynıyla yaşıyormuş gibi taklit ederler ve her şeyi, gerçekmiş gibi olduğunu düşünerek oynarlar. Yaşadıkları onları anlatıyorsa, anlattıkları da yaşadıklarını anlatır. Gerçekleşmesi olanaksız hayaller görmek yerine, ne düşünüyorlarsa onu yaşamaya çalışırlar.” Radikal Kitap, 27 Mart 2015.
[9] Daniel Kehlmann, Sesler, Çeviri: Yeşim Tükel Kılıç, Can yayınları, 2010.
![]()
|
Okuma önerisi!![]() Doğuş Sarpkaya’nın incelemesi; “Çimento ve Brecht’in Eşeği“ Gladkov, Çimento’da devrimle birlikte toplumda oluşacak çelişkileri açığa çıkarıp, doğru bir yolun olup olmadığını araştırıyor. Gladkov yaklaşık yüz yıldır, “Doğru somuttur ve insanın inatla devrimci eylemde bulunmasıyla vücut bulur. Bunu Brecht’in eşeği bile anladı” diye haykırıyor. |
- “Yaz Rehavetinde” Okunabilecek 10 Ayrıntı Yayınları Kitabı - 26 Temmuz 2019
- Hayalete Dönüştürülen Ölülerin Romanı - 30 Nisan 2019
- Akıntıya Karşı Gazetecilik - 22 Şubat 2019
FACEBOOK YORUMLARI