Zaten poetika… Keşke politika…

Kendisiyle ve öteki entelektüellerle aracısız konuşan Paz’ın önerisi “yeni insan”dır. Paz, ben ile biz ilişkisinin çözülmemiş bir sorun olarak ortada durduğu bir dünyada, ben’e ilişkin bir vurgu ve imge olmuştur.

“Geniş alanları, çok geniş alanları, doğayla tarihin örtüştüğü, kopuştuğu, kesiştiği bütün alanları kucaklamaya çalışıyor Octavio Paz’ın şiiri. Yerel bir şiir: Meksikalı. Kolomb öncesi Amerika kültürüyle ‘conquistador’ kültürünün ortak mayasından süzülmüş. Batılı bir şiir: Ortaçağ ramoncerolarından günümüze Avrupa şiirinin bütün yönelişlerini iyi kavramış, çağdaş akımların, özellikle gerçeküstücülüğün bütün deneyimlerini iyi sindirmiş. Doğulu bir şiir: Bir yandan Japon ‘haiku’larındaki ince perdeyi, nesnel olanla içseli ayıran o sezilmez perdeyi bulursunuz bu şiirde, bir yandan da Hint bilgelerinin insan varlığını görünür görünmez bütün acılarıyla kavrayan içbakışını. Yeryüzünün bütün ırmakları tek bir yataktan akıyor gibidir.” – Sait Maden, “Güneş Taşı”na Öndeyiş

Zaman zaman mitolojik bir söyleme dayansa da, onun metinleri, en yakın örnekleri incelerken bile uzak çağrışımları, uzaktaki olguları (geçmiş ve gelecekteki uzak) incelerken bile yakın çağrışımları içerir. Görsel metinlerdir bunlar. Bazen desen, bazen fotoğraf bazen de bir resim canlanır gözünüzün önünde. Bu metinlere bakarak onun adresini bulmak, ne mümkün. Nereden gelip nereye gittiğin belli olmayan bir serseri… İyi giyimli ağır ve lirik serseri ama… Şiirlerinin ve düzyazılarının kaynakları ne tarih ne mitoloji… Yine de ünlü cümleyle son tahlilde Meksikalı gibi duruyorsa da ilk tahlilde Meksikalı. Ama, bazen Dünyalı da değil… Olguların, kavramların en yeni hallerine değinirken bile, okura, “Sözcüklerim atalarımın izini taşısın istemiyorum”un tersi bir haldedir. Sözcükleri atalarının izini taşır…

Çevrildiği kadarıyla sezgisel olarak hissettiğim bir diğer şey, bir süreklilik içinde olduğu, poetikasında ve politikasında keskin kırılmalar yaşamadığı-veya ucuz atlattığı-, her zaman yumuşak geçiş sağladığıdır. Bu durum, verili dünyayla çok temel sorunları olan ve bu gerilimi sorunsal haline getiren bir şairin kendisinin ve kavramlarının yumuşak huylu oldukları anlamına gelmiyor. Onun en belirgin poetik-politik adresinin gerçeküstücülük olduğu söylenebilir. Paz’ın, “büyük gerçeküstücülerin sonuncusu” olduğu kanaati pek çok düşünür-eleştirmen tarafından paylaşılır. Sözün burasında Breton’un ismini anmamak olmaz. Çünkü Breton, temas ettiği her kişi de entelektüel bir karşılık yaratan kişiliktir. Çağının pek çok şairi entelektüeli gibi o da Breton’dan etkilenmiştir. “Breton’un II. Dünya Savaşı’nı izleyen büyük ahlâki çöküş ve siyasal dağılma günlerinde, aşkın hayatımızda tuttuğu bay köşeyi savunması örnek sayılabilecek bir davranıştır. Bu yüzyılın başka hiçbir şiir akımı yapmamıştır bunu, gerçeküstücüğün üstünlüğü buradadır, estetik edil tinsel bir üstünlüktür bu.” Paz, kendi zamanında resim ve romanda başlayan, sanatın kâr peşinde koşmanın, reklam ideolojisinin parçası haline gelmesine ve para ideolojisine alet olmasına gidişata karşıdır. Günümüzde, insan dair her şeyin olduğu gibi imgenin de metalaşması, “marka yazar, marka okur” bağlamındaki sürecin ip uçlarını yazılarında sorun eder. Ona göre, savaştan sonraki görece yeniden canlanmalar, sanat pratikleri büyük sanat akımları ortaya çıkarmamıştır. Gerçeküstücülük son büyük sanat akımıdır.

Kırk yıldan fazla süren soğuk savaş onun da derdi oldu. Nedenlerin ve sonuçların izini sürdü. Süreç içinde Sovyetler Birliği’nin sosyalist olmayan niteliğinin ortaya çıkması dönemin tüm entelektüelleri gibi onu da etkiledi. Sovyetler’in büyüsünün sürdüğü dönemde, kendini sosyalizmin bu modeliyle, devrimi devlete ve partiye öptüren modeliyle ilişkilendiren aydınların ve siyasetçilerin çözülme ve bazılarının karşıtlarına dönüşme sürecini de soğukkanlılıkla izledi. Bu süreçte ortaya çıkan yeni toplumsal dinamikler, yeni ve daha özgür erotik varoluşlar, aşkın ve şiirin başkaldırıya ve devrime dahil oluşu onun entelektüel ilgi alanı oldu. Dünyada itibar yitiren akademizmin sosyalist ülkelere sığınması, bürokrasilerin, siyaset alanına koşut olarak  aşk, cinsellik, erotizm ve sanat alanındaki gerici yasaları onaylamaları ve bunlara karşı koymak yerine bazı avangard sanatçıların, sosyalizm imgesini kirleten bu yasakların, kötülüklerin resmi destekçileri olmalarını eleştirmesi ayırıcı özelliklerindendir. Kendine ve başkalarına, resmi tarihe güvenmemeyi ve özgür düşünmeyi yakıştırır. Dünyayı değiştirme çabalarının yenik düşmesi karşısında, “Tarihin anahtarlarını elinde tuttuklarını öne süren ideolojilerden bu dersi aldık… Her türlü yorum başarısızlıkla sonuçlandı… Bu yüzyılın entelektüel orijinlerinden sonra size tarihe güvenmemek ve doğru dürüst düşünmeyi öğrenmek yakışır. Çırılçıplak ve soyunmayı içeren bir temrin: sahte kıyafetleri çıkarıp atmak, maskeleri çekip çıkarmak.” diyerek, değiştireceğimiz dünyayı bir kez daha onu yorumlamayı önerir. Sonuç mu? Sonuçtan çok çabadır onun tavrı. Ama yine de bir ara sonuçtan söz edebiliriz… Emir Rodriguez Monegal bize Paz bize bir ara sonuç iletir: “Aralarındaki on beş yıllık bir kuşak farkı (Borges 1889, Paz 1914) onları hatırı sayılır derecede ayırır. Örneğin 1917 Rus Devrimi Borges’i bozulmamış on sekiz yaşın istekliliği içinde bulur: Moskova’nın kızıl şafağına  dışavurumcu bir şiir adar. Fakat bu şevk Manicheist bir önyargıyla kısa zamanda düş kırıklığına ve bir anti-komünizme dönüşür; diğer yönlerde öylesine uyanık olan bir adamda böylesi neredeyse beklenmedik bir şeydir. Paz içinse Rus Devrimi tarihsel bir olgudur (ki o sıra üç yaşındadır) ve Stalin ile Troçki arasındaki mücadele politik bilincini uyandırarak dünyaya bağlanışında işaret edilmesi gereken bir şey olur. Sovyet totalitarizminin düş kırıklığı Borges’i anti-komünizme götürürken, Troçkist eleştiri politik evrenin doğasını keşfetmek için uyandırıcı bir etki olarak hizmet eder Paz’a.”

Gerek Sovyetler Birliği’ne ilişkin gerekse de siyasal analizlerinde, “düzmece devrimci dogmacılık”, “bürokratik ruhun çifte baskısı” gibi, “Troçkizm” olarak adlandırılan politik dil ile konuşur. Ama bu dil, politik aktörlerinki gibi didaktik, soğuk ve yaralayıcı değildir. Politikadan farklı enstrümanlar kullanarak, yıkılışın gizlerini anlamaya çalışan bir filozof tavrı içkindir. “Oh olsun!” dan çok acıyla anlamak çabası, “garaz!”dan çok kavramlardan ödün vermeden yıkılanın neden ve sonuçlarını “küllere” bakarak analiz etme farklılığı. Bu yıkılış onun da sorunudur, politikaya ilgisi “tüzük program” aidiyeti olmasa da, genel planda özgürlük mahallesine kayıtlı olduğundan dışardan bakmak istemez. Sovyetler’in yıkılışını eleştirirken, 1917’de Boris Pasternak’ın, “Yeryüzünün ilk aşkıyız biz” diye betimlediği bu aşkın trajik çözülüşüne kavramsal eleştiriler yaparken, en ağır sözcüklerinde bile bir aşağılama hissetmezsiniz. “Marksçılığın sığ bir versiyonu olan öğreti katılığı, Rus halkına zorla giydirilmiş bir deli gömleğiydi. Çöküşün çabukluğu bizi hâlâ şaşırtıyor” gibi cümlelerde, benim “zaten incelik…” dediğim etiği hissederiz. Borges’te anti-komünizme varan çöküş onda, yeni bir dünyanın nasıl mümkün olabileceğine dair eleştirel çabalara dönüşür. En yakışıklımız ve en romantiğimiz Che Guevara’nın “Dayanışma halkların inceliğidir” cümlesini de kayıtlara geçerek, Paz’daki politik-poetik incelik, geleneksel politikayla biçimlenmiş varoluşun ötesinde, üstüne başına, sözcüklerine sinmiş bir ideolojik-felsefi inceliktir. O, devlete yenildikçe birbirlerini yenmeye çalışan sosyalistlerin, Can Yücel’in ironik üretimiyle “idiot’lojik” münazaralarından bıkmış bir komünist olarak benim için, Edip Cansever’in Ruhi Bey’ine “Çünkü ben çiçekleri biçimli tutarım” diye köşe başında çiçek satan sokak çiçekçisidir. Dünyaya biçimli bakan Paz’ın, sözcükleri de biçimli kullanması, bilginin onda bir iktidar olarak yer almayışıyla ilgilidir. Eskiden, bazı bilgelerin köy köy dolaşarak, bazen para sayarak, bazen dil dökerek sözcük toplamaları gibi, o, dünyayı dolaşarak topladığı sözcüklerin, imgelerin kıymetini bildiğinden, sözcükleri incelikli ve derin kullanır.

Şaşıracaksınız ama, dünya gençlerinin başta Avrupa’da olmak üzere eş zamanlı ve art zamanlı olarak isyanı olan 1968’i devrim olarak görmez. 1968’e ilişkin şimdiye kadar yapılmış olanlardan çok farklı o kadar da önemli değerlendirmelerden birini Paz yapar: “1968 olayları bir devrim değildi; bir devrim gösterisi, devrim şenliğiydi. Tören gerçekti, ama sığınılan tanrı bir hayaletti. Devrim onuruna bir şenlik: Bir İkinci Geliş özlemi, Olmayana çağrı.” Ama, yönsüz bir kırlangıç gibi dünyanın her yerinde pıtrak gibi ortaya çıkan bu cazhıraş kalkışma karşısında, hayatı boyunca yaptığını yapar, asileri sahiplenir ama eleştirir. Asilerin yanlış mağluplara dönüşerek sisteme eklemlenmelerini ise hep sorun eder. 1968’de aydınlarla gençlik hareketleri arasındaki organik yakınlaşma şansının kullanılmaması ona göre hatadır. Sartre ve diğer aydınların devrim şenliğindeki koroya katılmalarını önemser ama “alkış tuttular ama yön göstermediler” diyerek mesafeli duruşlarını eleştirir.

Julio Cortázar onun için “varlık avcısı” dedikten sonra, “nesnelerin en sonuncu anlamını inatla arayan şiiri gibi” diyerek aklımızı çeler. Paz’ın nesnelerin son anlamını araması aklıma Edip Cansever’in nesnelerin, eşyaların kardeşliğini arayan çabasını getirir. Paz’ın, “Yüzyılımız, ideolojik sistemlere tapınır olduktan sonra, Nesneler’e tapınmaya vardırmıştır işi. Böyle bir dünyada aşkın yeni olabilir mi?” derken, nesnelerin en son anlamlarını arayan bir şair olarak, nesnelerle ilişki kurar ama onlara tapmayı reddeder.

Paz, sosyalistlerde içsel bir politik kültür olan şimdi’den kopuk “gelecek” vurgusuna itiraz eder. Çünkü, bu şimdi olanı görmenin, yaşamanın ve değiştirmenin önünde ideolojik bir engel olmaktadır. Çubuğu tersine bükmenin, şimdiyi kutsallaştırıp abartmanın da tersinden bir başka sorun olduğu düşünülse de, onun, soyut ve uzak gelecek uğruna şimdiyi ıskalayanları eleştirmesi önemlidir. 12 Eylül 1980 öncesinde, Can Yücel ile Murat Belge’nin, sosyalistlerin “geçmiş, gelecek ve şimdi” kurgularını tartıştıkları bir anekdotu aktarmak isterim: Bertolt Brecht Almanya’da ehliyet sınavına girer. Teorik ve pratik olarak her şeyi yaptığına inanmaktaysa da, hoca ehliyet vermemekte ısrarlıdır. Canı sıkılan Brecht nedenini sorduğunda, hoca şu yanıtı verir: “Sen sürekli olarak uzağa bakıyorsun. Yakınında olup bitenlerle ilgin çok az. Bu nedenle sürekli uzağa bakarken yakında olanları göremiyorsun.” Gerçekten de, uzağa bıkıp yakını, geleceğe bakıp şimdiye görememek gibi ideolojik-politik bir sorunları vardır biz komünistlerin. her şeyi devrime havale etmek, şiiri, aşkı, erkek egemenliğini sürekli yeniden üreten kadın sorununu, ulusal sorunu, her şeyi ama her şeyi devrim sonrasına bırakmak gibi bir kültür sosyalist kolektiflerde içleşmiş gibidir. Bu bağlamda da Paz’ın bu tartışması da çok tarihsel ve çok günceldir. “Efendimiz acemiliktir” onun poetikası, yeni bir hayatın, aşkın, şimdinin acemisi olmanın hevesi… Paz’a kulak verelim: “Hem yeni hem de eski görünü, her insanın benzersiz, yinelenmez ve derli bir yaratık olduğu bir görünü. En uzakta olanı değil, en yakında ve günlük hayatta olanı yeniden keşfetmek, felsefecilerimizin, sanatçılarımızın ve ilim adamlarımızın yaratıcı imgelemine düşüyor: Her birimizin gizemini keşfetmek. Şairlerin yapmaya çalıştıkları gibi aşkı yeniden icat etmek için kişiyi yeniden icat etmeliyiz.”

Kendisiyle ve öteki entelektüellerle aracısız konuşan Paz’ın önerisi “yeni insan”dır. Paz, ben ile biz ilişkisinin çözülmemiş bir sorun olarak ortada durduğu bir dünyada, ben’e ilişkin bir vurgu ve imge olmuştur. Kutsallaştırmadan ve güzellemeden söylemek gerekirse o, sistemin soyut ve bireyci özne önerisi karşısında, “yeni insan” tasarlamaya çalışır. Bu yanıyla da Marks’ın, Alman İdeolojisi’ndeki “dünya tarihsel insan, bütünlüklü insan/özne” tanımıyla örtüşür. Ne zaman cümle içinde kullansam, eski bir kabahat gibi yüzüme vurular bizim mahallenin duayenlerinden Marks’ın bir zamanlar söylediği, “Tarih insanın önünü çözebileceği sorunları koyar” cümlesine, Paz, bireyin inşasından başlar. Nâzım Hikmet’in, “bir ağaç gibi tek ve hür bir orman gibi kardeşçesine” dizesindeki ağaçtır onun önceliği ve başlangıcı. Tek ve hür ağaç olmadan, “bin dereden bir kendini getiren” özneler olmadan, hür ormanların oluşmayacağını düşünür. Yazdıklarından, tarihin tutanaklarından bellidir, “biz”e kapanıp kalmaz. Dünya “biz” ile doludur ama “ben/özgür birey” ortada yoktur.

Zaten poetika, zaten şiir, demiştim onun için… O da bize dönüp şöyle demiştir; şiir için; “ilençli besin…” Aşk gibi, haram olan bir şeydir şiir… Aşk dediğin haram olurdu, helal olunca o aşk olmazdı, bildim” dizelerindeki gibi…

Sezai Sarıoğlu
Vinkmag ad

Read Previous

Kamyon Sevdası

Read Next

ağaca asılı güneş parçacıkları

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *