İktidarın “zamanına” karşı bir alternatif: Tournier’nin Cuma’sı

Tournier’nin Cuma’sı, Cuma ile olduğundan daha çok Robinson’la ilgilidir. Ancak Robinson’un değişimini yöneten ilke, Cuma’da vücut bulur. Cuma, kendisi baş kahraman olmasa da bir düzen yıkıcı ve düzen kurucudur.

“… içimde benzerlerimle olan alışverişiyle kurulmuş ve sürdürülmüş yapılar harabeye dönüyor ve yok oluyordu.” Cuma, s. 174

Bir gemi ya da uçak kazası sonucunda bir ya da bir grup insan, ıssız bir adaya düşerler ve bu insan eli değmemiş adada iyiye ya da kötüye doğru gidecek bir yeni medeniyet hikâyesi vücut bulur. Issız adaya düşenler, içinde yetiştikleri toplumun kodlarını ya buraya taşırlar ya da ondan özgürleşerek yeni bir medeniyetin filizlerini atarlar. Bu sırada da tabii ki egzotik diyarlarda sürükleyici bir macera hikâyesi yazılır. Bu hikâyelerin en önemli referans noktasını ise, Daniel Defoe’nun adına hepimizin aşina olduğu Robinson Crusoe adlı kurucu romanı oluşturuyor. Kurucudur, çünkü türünün romancılık bağlamında ilk örneği sayılır. Gulliver’in Hikâyeleri’nden Hazine Adası’na veya Sineklerin Tanrısı’na, -genellikle eleştirel de yaklaşılan- bir ölçü olmuştur. Tabii adanın potansiyeli, yazarın niyetine göre değişiklik gösterir. Robinson burjuva medeniyetinin şovalyeliğini yaparken, örneğin Sineklerin Tanrısı, savaş ve barbarlıkla yontulmuş bir temeli açığa çıkarır.

Michel Tournier, 1967’de yazdığı Cuma, ya da Pasifik Arafı romanında, Daniel Defoe’nun burjuva Robinson mitini yeniden ele alıyor. Batı medeniyetinin evrensel düzeye çıkartılmasında önemli rolü olan bu anlatıyı sorguluyor ve politik bir alternatif sunmuyor olsa da yıkıma uğratıyor. Tournier’nin Robinson’u, burjuva toplumunu tek başına yaşadığı adada kurmaya çalıştığı oranda bir karikatür kahramanı hâline geliyor, sofuluğu adanın toprağına olan cinsel aşkında çatlıyor ve Defoe’nun metninde sadık bir köle olan Cuma, bu sefer Robinson’un medeniyetini havaya uçurarak bir tür devrim gerçekleştiriyor.

Bu yazıda da Tournier’nin romanını, Robinson Crusoe’nun, ona yetiştiği toplum tarafından örülen kabuğu aşarak alternatif bir gerçekliğin içine girdiği bir bakışla ele alacağız. Tournier’nin Robinson’u, doğanın ve -beyaz insan olmayan- canlıların köleleştirilmesine bir alternatifi, ıssız adanın tüm doğal varlıklarıyla özneleştiği bir eş yaşam biçiminde sunuyor. Bu süreçte, zamanın algılanış biçimi önemli bir rol oynuyor. Geçmişten geleceğe doğru akan, ölçülebilir zamanın yerini giderek kendisini şimdide yeniden üretip var olan, böylelikle fayda sağlamak, emeğe ve metalara değer biçmek için kullanılmaktan çıkan bir zaman algısı alıyor ve bu arafta olmayı anımsatan zamansallık, değişim ve ticarete dayalı doğal toplumun devamcısı olduğu iddia edilen burjuva toplum anlayışını sorgulatırken insanı gerçekten doğal olanla eşit bir ilişki kurduran bir işlevi yerine getiriyor. Robinson’un yansıttığı ve inşa etmeye çalıştığı medeniyeti; zamanın ölçülme, kullanılma ve algılanma biçimlerini merkeze alarak tartışacağız.

Çamurdan su saatine: Medeni dünyanın inşası

Romana, gemiyi ters yüz ederek hikâyeyi başlatacak olan fırtınanın hemen öncesinde başlıyoruz. Kaptan Van Deyssel, Robinson’a tarot destesinden kartlar çektirir ve bu kartlar aracılığıyla tüm romanın hikâyesini öğreniriz. İlk çekilen kart, evreni düzenleyen tanrı olan demiurgos olur. “Karmaşa içindeki bir evrene” egemen olmaya çalışan bu figür, Robinson’un da nihai hedefine ulaşamayacak egemenlik hedefinin paralelini ortaya koyar. Ancak Van Deyssel onu uyarır, bu demiurgosun “[e]seri bir yanılsama, düzeni ise yanıltıcıdır. Ne yazık ki o bundan habersiz. Kuşkucu olmayı pek beceremiyor.” (s. 6) Kahramanımızın kurmaya çalıştığı dünya, o güne kadar varlık temellerini ve dahası gerekliliğini hiç de sorgulamadığı bir dünyadır. Yanıltıcı olan, yaratılmak istenen düzenin aynı zamanda tek olası düzen olduğu fikrine biat etmektir. Bu kuşkuyu henüz içinde taşımayan Robinson, yalnızca sığ ya da ahmak olmakla kalmaz, bu kesinlik yanılsaması, aynı zamanda ona karşısına çıkan her şeye hükmetme yetkisini veren bir kibri de yansıtır. Akla ve bireyin iradesine dayalı bu kültürel kurgunun tarot falıyla açığa çıkması ise, herhalde bir ironi olabilir.

Henüz tek bir zerresini dahi tanımadığı bu adaya ayak bastığındaysa Robinson’da hâkim olan duygu, kendisine dışsal olan bu ortamdan duyduğu ürkeklik ve korkudur. Korkuya eşlik eden, aynı zamanda kendisi dışında varlığını sürdüren bu ekosistemin, onu önemsiz bir ayrıntı hâline getirmesine karşı duyulan öfkedir. Bu duygu hâli ise kendisini şiddet olarak gösterir. Adayı keşfetmek için attığı ilk turda karşısına çıkan bir tekenin varlığı ile bu durum cisimleşir. Tekeyle karşılaşmasında ihtimalleri, tekenin ona saldırmasından başlatan Robinson, bir karşı saldırıya hazırlık yapar. Kendisini göremediğini sandığı tekenin yakınına geldiğinde, tekeden onun umursamadığı varlığının farkında olduğunu haber verircesine duyulan “alaycı bir vantrilok gülüşü” ile Robinson’un “benliğini ani bir öfke sar[ar]” (s. 15) ve elindeki sopayla başını hedeflediği teke, yere yığılarak can verir. Ölen teke ise onun kendisi için de ölüm anlamına gelebilecek, dahası onun tüm bu ekosistem içinde edilgen bir parça olabileceğini de akla getiren, akbabaları ortaya çıkarır ve artık bir parçası olduğu döngüyü onaylar.

Robinson, öncelikle “Virane Adası” adını verdiği bu insansız adadan bir an önce kurtulmak için “Kaçış” adında bir tekne yapmaya başlar. Aynı zamanda batan gemiden kurtardığı Kitab-ı Mukaddes, onun bildiği dünyayla olan bağını taze tutar. Bir an önce kaçmak için can havliyle çalıştığı bu adayı, doğal varoluş hâlini kendi medeni şahsına bir tehdit olarak görmeye devam eder. Teknenin yapımı sırasında yağan sağanak yağmurda ıslanan kıyafetlerinin ağırlığından kurtulmak için onları çıkartıp çırılçıplak kalan Robinson, etrafında kendini dizginleyecek bir toplumun var olmadığını ancak bu anda kavrar. Çıplaklığını fark ettiğinde, “onu sarmalayan insan toplumunun yünden ve ketenden zırhının önemini, (…), ancak şimdi hissediyordu. (…) Bu zavallı, (…) pılı pırtıdan arınmış, dayanıksız beyaz eti, ilkel doğa güçlerine karşı savunmasızdı.” (s. 27) Robinson, bir anda hem “yabanıllığa” açılan bir kapı olarak çıplaklığı keşfederek bunun yalnızca insan toplumunun yokluğunda ulu orta sergilenebilir olduğunun farkına varır hem de çıplaklığın, insan toplumu yokken güvenli olmadığının. Bunun nedeni ise basittir. İnsanlık, doğanın ve doğa güçlerinin kendisine yönelen tüm tehditlerine karşı kıyafetleri geliştirmiş, onunla güneşten, yağmurdan, soğuktan korunmuştur. Şimdi Robinson, çıplaklığıyla tehditlere açık hâle gelmiştir ve onu koruyacak türdeşleri olmadığı gibi yağmurun büyüsüne kapılıp kendini hepten koyvermiştir. Cuma’nın adayı patlatmasının ardından hassas beyaz teniyle güneşe çıkmaya cesaret edip güneşle ve çevresiyle bütünleşene kadar da bu karşıtlık, devam edecektir.

Kaçış tamamlanmasına rağmen büyük bir hesap hatası sebebiyle denize indirilememesi, adadan kaçmak dışında hiçbir şeye odaklanmayan Robinson için bir yıkımı getirir. Çıplaklık anında ürkek bir biçimde gösterdiği yabanıl olana açılma, bu umutsuzluk hâlinde kendini hepten açığa vurur. Robinson, adanın balçıkla kaplı bölümünde kıyafetleri bir kenara atılmış şekilde balçığın içine gömülür. Öyle ki, burada Robinson bir sürüngen gibi göbeğinin üstünde sürünür, yürüyecek gücü bulmak için kendisini dört ayaklı hâle getirecek şekilde ellerini de destek ayakları olarak kullanır. Henüz, Cuma ile tamamlayacağı, adanın tümüyle bütünleşeceği dönüşüme adımını bile atmamış olan Robinson, bu aşamada ancak bilinçsiz bir teslim oluşa, bir yönüyle bilincin aşağılanmasına doğru ilerler. Daha sonra adanın toprağıyla girdiği cinsel ilişki ya da tanrılaşan Güneş ile kurduğu bağdan farklı olarak çamurdaki Robinson, bir yönüyle henüz yaratılmakta olan, ruh üflenmemiş bir tür insan konumuna gelir. Bir an için karşımıza gemisini inşa eden Nuh olarak görünen Robinson, şimdi ruhunu bekleyen, aşağılanmış bir Adem’dir. Nitekim, çamurdaki durumunu fark edip kendisini oradan kurtarması, medeni teamüllerin ve iş günlerini belirleyecek olan takvimin yeniden tedavüle girmesiyle mümkün olur. Takvimin yaşamına yeniden girmesiyle zamanı fethetmeye başlayacak olan Robinson, “[k]aderini kendi eline alacaktı. Çalışacaktı. terk edilemez eşi yalnızlıkla evli olduğu zamanı artık hayal kurmadan tüketecekti.” (s. 36)

Hükmedilen zaman ve zamanın dağılan iktidarı

Adaya düştüğünden beri kendisini parça parça teslim alan kaderine boyun eğme hâlini kırma kararı alan Robinson, toplumun yokluğunda bu hâle geldiğini düşünür. Adada yaptıklarının bir dökümünden çok kendi düşüncelerinin gelişimini kayıt altına aldığı seyir defterine yazdığı gibi, her insan, çeşitli kişisel deneyimlerinin yanı sıra, “benzerlerinin sürekli temasıyla oluşmuş ve değişmeye devam eden sonuçları kapsayan, kırılgan ve karmaşık bir yapı iskeletini içinde (…) taşır.” (s. 45) Buna rağmen, “toplumun temel taşı olan birey” anlatısına uygun düşecek biçimde, kendi yalnızlığında bir toplum varmışçasına adadaki işleri yönlendirir, bir süre sonra anlamsızlığını tekrar tekrar sorgulatarak içindeki hiçlik duygusunu büyüten bu olmayan toplum, ona yalnız yaşamında belirli bir ölçü sağlar. Artık, bir birey olan Robinson vardır, bir de toplumun kendisi olan Robinson.

Bu yeni durumda, zorlu olan bir unsur, Robinson’un bu ikili rolünden ötürü hem olası “sapkınlıkların” öznesi hem de onu kontrol altında tutacak iktidar olmasıdır. Adayı, umut anlamına gelen Speranza olarak adlandırır, Çamuru yenilgisi olarak niteleyen Robinson için zafer ise “[Speranza’nın] mutlak kargaşasının diğer bir adı olan doğal düzenine karşı kendi ahlak düzeni[n]i benimsetmek” olarak belirlenir. “Kurmak, örgütlemek, düzenlemek” (s.43) hayatta kalmanın ötesine geçerek toplumsal bir yaşamı kurmanın yoludur. Böylelikle erdem, “şeyler üzerinde egemenlik kurma” olarak tanımlanırken, kötülük “kadere boyun eğme” biçiminde nitelenir. Böylelikle Robinson, adada ihtiyaç duyduğuna inandığı koşulları yaratırken, kendisi üzerinde etkin olacak bir ilahi anlatıyı da biçimlendirir. Doğa üzerinde egemenlik, onun için erdemin belirleyici unsuru hâline gelir. Robinson, kendi gözünde, Speranza’nın “tanrısı ve efendisi” (s. 47) olur.

Bu hükümdarlığın mihenk taşı, Robinson’un takvimi yeniden başlatmasıdır. Geminin fırtınaya tutulduğu tarihi hatırlayan Robinson için o andan sonra çamurda debelendiği ana kadar geçen süreç, zamansızdır. Bu dönem sanki bir karanlık dönem gibi geçmiş, kirpibalığından çıkan mürekkep ve bir akbaba tüyünün elde edilmesi aracılığıyla yazının tekrar bulunması, onu bilinen çağlara geri getirmiştir. Artık bir boşlukta dalgalanan zamanı, takvimi uyarınca çalışma günlerine bölecek ve tıpkı orijinal Robinson gibi, her şeyi zaman birimlerine göre ölçebilecektir. Zamanı bilmek, aynı zamanda geleceği planlayabilmek anlamına da gelir. Böylece, sürekli daha iyiye ilerleyen doğrusal bir tarihin de kapısı açılır.

Kendi durumunu Amerika’nın kolonizasyonunda rol alanlara benzeten Robinson, maddede cisimleşen zamanı saklamanın erdemini dile getirirken burada kendisinin yine de toplumsal ilişkilerden yoksun olduğunu açığa vurur. Robinson, kendisine zorunlu olanın dışında tüketimi yasaklar, buna karşın üretimi kutsayarak tek başına yaşadığı adada zaman içerisinde bir köy dolusu insanın dahi tüketemeyeceği kadar çok ürün stoklar. Robinson için “kötülük, tohumu öğüttüğü ve hamuru pişirdiği” zaman başlar, “çünkü”, der Robinson, “o zaman yalnız kendim için çalışıyorum.” (s. 50) Amerikan kolonisinde ekmek yapılır ve satılır, kasada biriken ve yeniden değerlenen para, çalışma zamanını kendi içinde saklar. Aslında Robinson, böylece üretimin toplumsallığına vurgu yapar. Tek başına üretiyor olması ancak adada sanki bir toplum varmışçasına düşünmesi, onu sürekli üretime yöneltirken ortaya çıkan ürün değişime giremediği için ancak istiflenebilmektedir. Ölçülebilir zamanın varlığında üretim süreci organize edilebilir ve emek miktarı ölçülebilirken, dokunduğu her şeye “evrensel bir boyut getirerek [onu kutsallaştıran]” paranın yokluğunda bu üretim, pazarın bir parçası olamadığı için bölüşülemez. Bu, en azından tek başına olmasına rağmen ürettiği malı nedense meta olarak düşünen Robinson için, burjuva iktisadının şeyleri ticari varlıklar olmanın ötesinde düşünemeyen sığlığını gösterircesine bu biçimi alıyor.

Zaman aracılığıyla egemenlik kurmak, aynı zamanda zamanın üzerinde de egemenlik iddiasına yönelir. Şeyleri yalnızca zaman birimlerine göre ölçmenin ötesine geçip, yaşamın kendisini bir bütün olarak organize etmek için zamana hükmetmenin yolu, takvimin ötesine geçip artık günü de birimlere kesin bir ölçüyle ayıracak olan saatin oluşmasıyla mümkün olur. Bu şekilde Robinson, zamanın meşguliyetle iç içe göreli varlığını nesnel bir zemine akıtır, uyku veya güneş gibi uyaranlara bağlı biyolojik saatle değil, artık “ilkel” biyolojik gerekliliklerden bağımsızlaşmış bir zamanla hayatını düzenler. Yaptığı ilkel ama işlevli su saatiyle zaman da tam anlamıyla “buyruk altına alınmış” ve “evcilleştirilmiş” olur (s. 54). Nesnel olarak algılanabilir ve ölçülebilir birimlere ayrılmış olan zaman, gerek takvim gerek saat aracılığıyla, adada kurulmak istenen düzenin temelini oluşturur. Bu sayede zaman, kendisine hükmedilme iddiası ortaya çıktığında, aynı zamanda çalışmayı düzenlediği ve verimliliği de ölçtüğünden, her bir birimi faydalı bir iş yapmak için doldurulmak üzere planlanan hayat üzerinde de hükümranlığını ilan eder.

Saatin gündelik yaşama girmesiyle dakik bir planlamayla ilerleyen işlerle dolu günler, su saatinin çalışması için gerekli olan su doldurma işleminin yapılması bir akşam unutulup da ertesi sabah Robinson olması gerekenden daha geç uyanınca sekteye uğrar. Burada söz konusu olan, günün geç başlaması ve geriden gelen istisnanın rutini yakalaması olmaz. Robinson, ölçülebilir hâle gelmiş olan zamanın durmasıyla öncelikle kendi tek kişilik krallığının gücünün, “zamanın hâkimiyetine dek” vardığının farkına varır. Eş zamanlı olarak fark ettiği ikinci şey ise zamanı kontrol etmenin, ya da “saatlerin uçuşunu havada asılı bırakmanın” (s. 74) yolunu keşfeder. Zaman üzerinde, daha önce onu nesnel ölçü birimlerine oturtarak sağlayabileceğini düşündüğü kontrolü, şimdi bu aracı durdurarak elde edebileceği gün yüzüne çıkar. Ancak burada duran, elbette kozmik zamansallık değil, ada üzerinde egemenliğini ilan eden burjuva düzenin doğrusal ilerleyen zamanıdır. Kesintiye uğrayan da yalnızca bu olur.

Doğrusal zamanın kesintiye uğraması ya da uğratılması, aynı zamanda şeylerin birbirleriyle olan ilişkilerinin algılanışı üzerinde, Robinson’un bilincine de yansıyan bir değişimi getirir. Bu yeni ilişki algısı ile alternatif bir adanın varlığı gün yüzüne çıkar. Bu anda, “doğru kullanım (…) yönlerinde birbirlerine meyletmeleri birdenbire durmuş olan şeyler, (…) kendi yetkinlikleri dışında başka bir kanıt aramaksızın kendileri için var oluyorlardı” (s. 74). Ortaya çıkan bu yeni potansiyelde, “onu bilen, koklayan vs birisi olmadan da” bilinen ve var olabilen nesneler vardır. Artık bu nesneler, Robinson’a ya da bir başkasının algısına muhtaç değildir. Tam tersine, her biri ayrı varoluşa sahip nesneler, ona bakan öznenin bilincini kendisiyle sınırlar, bakan özne tarafından ne biçimde işlenmeleri gerektiği tarafından değil, bizzat varlıklarıyla anlam kazanırlar. Ona bakan özne de artık onu ne şekle getirebileceği üzerinden değil, onunla birlikte varolmasıyla kendi bilincine varır. Bu her ne kadar kozmik bir ortak varoluş fikrini beraberinde getirse de aynı zamanda doğa üzerinde kurulmak istenen iktidarın reddine, hatta anlamsızlığına dayanır ve bu hâliyle Robinson’un o ana kadar yürüttüğü düzenin altını oyan bir alternatifi ortaya çıkarır. Su saatinin durması, bu sayede basit bir aksaklık olmaktan çıkarak kendisi aracılığıyla düzenlenen tüm bir düzenin dağılıp gitmesi tehdidini de haber verir.

Bir ölçü birimi olarak zamanın durmasıyla birlikte açığa çıkan yeni potansiyelin bir de Robinson’un ahlaki düzenine bir tehditler de söz konusudur. En başta, ada adlandırılırken umut anlamına gelen Speranza, aynı zamanda Robinson’un üniversitede öğrenciyken tanıştığı “ateşli bir İtalyan kızın anısını da” taşır (s. 39). Robinson’un egemenliği, aynı zamanda cinsellikle de yüklü bir arzulama hâlini beraberinde getirir. Ada üzerindeki sahiplik iddiasının da bir tezahürü olan ve saatin ilk kez durmasından bir süre sonra gerçekleşen cinsel arzu, zamanın dışında, daha sonra mülkiyet iddiasını aşarak kozmik bir birleşme hâlini de alacak olan bir aradalığın bir yansıması; aynı zamanda Robinson’un ahlaki düzeninde açılan bir gediktir. Nitekim depo olarak kullandığı mağaranın daha önce uğramaya cesaret edemediği derinliklerinde, adanın kalbini ve kendisini yeniden doğuracak ana rahmini bulur. Burada hem kendi cinselliğini yeniden keşfedecek, aynı zamanda da tam olarak kendi sığacağı kadar bir boşluğa sıvışarak yerleştiği, derinliklerdeki bu delikten aydınlığa çıktığında bu, Robinson’un yeniden doğuşunun da bir başlangıcı olur. Bu noktadan sonra her zaman, bu yeni potansiyelin kendisini büyüttüğü bir ilerleyiş başlamış olur.

Bu potansiyel ilerlerken, insansız bir adada aşırı üretime ve anayasal düzene dayanan bir yapının kurulmasının garipliği daha da fazla ortaya çıkar. Toplumsal olduğu ölçüde değer kazanan üretme faaliyeti, Robinson için alışık olduğu yaşamın basit bir taklidi, içinde yetiştiği toplumu tekrar eden bir ritüel hâlini alırken bu faaliyet, anlamını giderek daha fazla yitirir. İhtiyaçları karşılamak için yapılan üretimi, “hayvan düzeyine” düşmemek ve “insan toplumunun [onun]için yapmadığı oranda yapıp kurarak bir çeşit üstün insan haline” dönüşmek, onun faaliyetindeki belirleyici yöndü. Şimdi su saatinin verdiği molaların giderek büyüdüğü hikâyede, kontrol edilen zamanın ölçtüğü emeğin ve toplumun olmadığı bir yerde artık biçiminde üretilen ürünün değerini ifade eden zaman da giderek silikleşmeye başlar. “İnsan toplumundan aynen alınmış” bu ritüel, “geçmişe yönelik [vurgular orijinalde]bir uygarlık eserini (…) sürdürürken, diğer yandan kendimi daha kökten bir değişime sahne oluyormuş gibi hissediyorum”, diye yazar Robinson ve devam eder, “Bu değişim, yalnızlığın bende yarattığı yıkıntıların, (…) çıkış noktası olan insan modeline gittikçe daha az benzeyen ilginç çözümlerin yerini alıyor.” (s. 90) Kahramanımız, toplumsal faaliyetin ölçüsü anlamına da gelen emek zamanın dışına çıktıkça, yalnızlığının farkına daha fazla varır ve bu durumda artık gerçekleştirdiği faaliyetin absürtlüğünü de kavramaya başlar. Ancak bu sancılı süreç, bir anda gerçekleşmez, düşünce kırıntılarının giderek bütüncül bir hâle gelmesiyle, ama daha önemlisi, dışsal -neredeyse devrimci- bir müdahaleyle tamamlanır.

Toplumu müjdeleyen bir köle, düzeni yıkan bir özne olarak Cuma

Toplumsal faaliyet, yalnızca üretimle değil, bütün bir üstyapı ile de ilgilidir. Robinson, Şili’nin yerli halklarından Arokanların adayı bir cezalandırma bölgesi olarak kullandıklarını keşfettiğinde bu, onun kendisi dışında insanlarla ilk karşılaşması olur. Yerliler burada, suçlu ya da kurban olarak seçilenleri infaz ederler. Bir infaz ritüeline şahitlik eden Robinson, ardından anayasaya yaptığı bir eklemeyle kendisine “General” ünvanını da verir (s. 62). Altı parçaya bölünerek infaz edilen Arokan yerlisi, okur olarak bizi ilk anda dehşete düşürse de bu eylem, bir ceza sisteminin parçasıdır. Bu anda, Robinson’un medeni yasası olan adanın anayasasıyla yerlilerin infaz eylemi de karşı karşıya gelir. Görünüşte, “medeni” olan adanın anayasasıdır. Ancak bu sahnede, toplumsal düzeni sağlamak gibi birincil işlevinden doğal olarak mahrum olan Robinson’un, yalnızca Robinson’un kendisini hücreye atmaya yarayan anayasası karşısında, Arokan yerlilerinin eyleminin maddi ilişkiler içinde şekillenmiş ve onları düzenleyen özü, daha gerçektir. Buna karşın, Speranza anayasası, bir müze eserinden farklı sayılmaz.

İnfaz ritüeli ikinci kez gerçekleştiğinde, infaz edilmek istenen yerli kaçar ve Robinson’un tesadüfi yardımıyla ölümden kurtulur. Bu kurtulan kurban, Defoe’nun eserinde olduğu gibi, Robinson’un kölesi olacak Cuma’dan başkası değildir. Tıpkı orijinal romanda olduğu gibi, Cuma adadaki işlere koşulur, Robinson’un adaya düştüğünden beri özlemini çektiği toplumun oluşmasını sağlar. Artık egemenlik ilişkileri ve buna eşlik eden kurallar bir işe yarayacaktır. Robinson, gemiden kurtardığı parayı da kullanacağı bir yer bulmuş ve ona zamanının karşılığı olarak biçilmiş değeri yansıtan belirli bir miktar yevmiye de verir. Cuma’yı yalnızca kendi iradesini yerine getiren bir nesne olarak gören Robinson, zor da olsa, “İnsan sıralamasının en alt seviyesinden” (s. 113) gelen Cuma’nın “bir kişilik taşıdığını kendi kendine itiraf [eder]” (s. 126). Onun boş zamanlarındaki başına buyrukluğu ve farklı bir toplumsal düzen içinden gelen yaşam alışkanlıkları sonucunda, “Arokanlı sisteme uyum sağlamadığı gibi (…) onu yıkmakla tehdit ediyordu” (s. 127), avlanan hayvana kaçma fırsatı tanıyan bir av haricinde hayvanların öldürülmesini anlamayan Cuma, “düzeni ciddi olarak sarsıyordu” (s. 128).

Bir kişiliğinin olmasının ötesinde, Cuma aynı zamanda keşfedilmeyi de bekler. Cuma’yı dövdüğü bir andan sonra çömelmiş uzaklara bakan Cuma’nın yanına gelen Robinson, profilinden onun gözlerine baktığında, onun gözünün güzelliğini fark eder. Bu keşif, Robinson’da yine bir huzursuzluk yaratır ve o, Cuma’nın gözünün güzelliğini, kendisi gözlerini bunlara kapattığı için “fark etmemiş olduğu, aynı derecede hayranlık uyandırıcı şeylerin bir toplamı olup olmadığı” (s. 141) sorusu ile baş başa kalır. Cuma’nın bir özne olarak düzen yıkan eyleminin yanı sıra Robinson, aynı zamanda onun eşit ve eşsiz bir insan olarak kabul edilmesinin sonucunda yalnızca zor yoluyla değil, üzerine bina edildiği tüm kültürel dogmaların da parçalanmasıyla düzenin temellerinden arınması tehdidi karşısında endişe duyar.

Cuma’nın düzenle bağdaşmayan bilinci de, tıpkı Robinson’un düzenine yönelen tehdidin ortaya çıkması gibi, su saatinin durmasıyla pratiğe dökülür. Robinson’un saati durdurup alternatif ada ile vakit geçirdiği sıralarda Cuma da saatin esaretinden kurtulur. Onun dönüşümü başlamadan önceki Robinson’dan farkı ise, kendisinin zaten bu düzene ait olmayışıdır. Saatin durduğunu fark ettiğinde çevresinde, zaten görmeye alışık olduğu şeylere bakarken “su saatinin durması ve Robinson’un yokluğu bunlara yeni bir görüntü kazandırıyordu” (s.121). O, Robinson’un yokluğunu fırsat bilip kaktüslere kostüm giydirecek, kendisini ormanın geri kalanından ayırt edilemez hâle getiren bir kamuflajı çıplak bedenine çizecektir. Saatin durduğu anlarda Cuma, tam bir uyum içinde Speranza’nın organik bir parçası olur. Adanın burjuva düzenini tehdit eden de onun, doğal varoluşla olan bu gerilimsiz uyumudur. Bu davranışının örneğini Robinson, Cuma’nın hayvanlarla olan ilişkisinde keşfeder. “Onun hayvanlarla olan ilişkisinin kendisi, insanca olmaktan çok hayvanca[dır]” ve bu eşit ilişki, onun “hayvanlar arasındaki saygınlığını hiçbir şekilde zedeleme[z]” (s. 132). Bunu bir “suç ortaklığı” olarak da niteleyen Robinson için Cuma’nın insan olarak özgül varoluşunu koruyarak bu ilişkiyi geliştirebilmesi, anlaşılabilir değildir. Örneğin batan geminin sağ kalan eski köpeki Tenn, Robinson’u adada ilk defa yeniden gördüğünde, ondan kaçmıştır. Robinson bunu Tenn’in o anda mevcut bulunan kendi ilkelliğinden korkması olarak yorumlarken Tenn, Cuma ile medeni Robinson’dan çok daha sıkı bir ilişkiyi henüz ilk saniyesinden itibaren kurabilmiştir.

Dilsiz bir nesne görüntüsünün altında yatan bir başka Cuma, Robinson’un yokluğunda depo olarak kullanılan mağarada onun sınırlı tütününü içerken bir anda geri dönen efendisinin ona seslenmesinin yarattığı panikle pipoyu mağaranın derinliklerine doğru fırlatır ve piponun ateşi, kaza geçiren gemiden kurtarılan fazla miktarda barutu patlatarak tüm ürün stoğunu havaya uçurur (s. 143). Bu eylem ile birlikte Robinson’un giderek artan sıklıkta anlamsızlığının farkına vardığı düzen, yok olur. Bilinçsiz de olsa Cuma’nın yıkıcı eylemi, Robinson’un düzenden tümüyle özgürleşmesi için gereklidir çünkü inşa ettikleri var oldukça Robinson, yalnızca bilinç kırıntıları biçiminde kalan “sapmalarını” bütünlüğe kavuşturma iradesini gösterememekte, düzenden ve asayişten vazgeçememektedir. Bu görüşü doğrular şekilde Robinson, “meydana gelen büyük felaketin olmasını kendisi de gizlice, yürekten istiyordu;” Cuma, ister istemez gerçekleştirdiği bu yıkıcı eylemle “dayanılmaz gelen bu yeryüzü saltanatının yerine, kendisine özgü ve Robinson’un keşfetmek için yanıp tutuştuğu bir düzen koyacaktı” (s. 147). Arka arkaya meydana gelen iki patlamanın ardından çitle çevrili bir alanda tutulan “keçiler, hep birlikte tam ters yöne kendilerini atmışlar ve etrafı çevrili alanın çitini yerle bir etmişlerdi” (s. 145). Bu kaos anında manzara, canlı türü fark etmeksizin, bir ayaklanmayı andırmakta, Cuma ise bu ayaklanmanın muzaffer lideri rolüne bürünmektedir.

Havaya uçan su saatinin ardında şekillenen yeni düzen

Robinson’un kurduğu düzenin eskide kaldığının bir yansıması, efendi-köle ilişkisinin bir piyes biçimini alarak geçmişe ait hâle gelmesinde görülmektedir. Artık Robinson ile özgür Cuma arasında eşit bir ilişki vardır. Eski düzenin kodları yerle bir olmuş, iktidar devrilmiş ve yeni ilişkiler kurulmuştur. Bu yeni düzen, öyle ki, neredeyse Cuma’nın -efendi olmasa da- doğal lider olduğu bir alt üst oluşu beraberinde getirir. Cuma’nın kendisine piton ve böcek yahnisinden oluşan yemeği dostça takdim etmesine karşı öfkeyle deniz kabuğundan tabağı deviren Robinson karşısında Cuma, -onunla dövüşmek yerine- bambu kamışından kolları ve hindistan cevizinden kafasıyla Robinson’un bir modelini yaparak onun karşısına geçer ve tabak yerine kullanılan boş deniz kabuğuyla manken Robinson’un kellesini devirir. Benzeri şekilde Robinson da kumdan ve deniz yosunundan Cuma temsilini kırbaçlar. Bu oyun, bizzat kendilerinin kılık değiştirerek birbirlerinin eski kişilikleri yerine geçmeleriyle devam eder. Bu oyun aracılığıyla Cuma “köle yaşamından kalma kötü anılardan [kurtulur]” (s. 167) iken Robinson da geçmişine biraz da utançla bakarak değişen yaşantısından duyduğu memnuniyeti onaylar.

İlişkilerdeki bu ters yüz oluş ve Cuma’da cisimleşen alternatif bir kültürel biçimleniş, seyir defterinin yeniden akla gelmesiyle daha da berraklık kazanır. Daha önce kirpibalığının kırmızı mürekkebinden ve akbaba tüylerinden araç gereçleriyle seyir defterini dolduran Robinson, Cuma’dan yazmaya devam edeceği bir armağan alır. Kendisine verilen, “albatros tüyü ve mavitilki yapraklarını sıkarak elde etmiş olduğu mavi bir boya[dır]” ve Cuma’nın ifadesiyle, “Albatros akbabadan, mavi de kırmızıdan iyidir” (s. 167). Böylelikle Cuma, yalnızca Robinson’un ikinci sınıf mürekkebi ve kaleminden daha iyi yazı araç gereçlerini kendisine sunacak bilgeliği göstermekle kalmaz, bu bilgisi aynı zamanda kendi “ilkel” toplumunda, yazmanın olağan bir eylem olduğuna ve gerekli teknolojinin bilindiğine işaret eder.

Bu yeni düzen, yeni bir üretim biçimini getirmese de ıssız adanın kendisini özneleştirir, Cuma ve Robinson da dahil olmak üzere politik olmasa da bir çeşit kozmik düzen kurulur. Toplumsal düzenin tümüyle yok olduğu durumda Robinson, “artık [kendisine]toplumsal düzenin sağlayamadığı bir dayanak noktasını içgüdüsel olarak [arar]”. Benzerleriyle kurduğu alışveriş sonucu “sürdürülmüş yapılar harabeye [döner] ve yok [olur].” Cuma’nın yıkıcı eylemi sonucunda Robinson da “ilksel [vurgu orijinalde]hale dönüşmüş olarak, (…), selameti doğanın temel güçleriyle ruhani birliktelikte” arar (s. 174). Burada artık söz konusu olan, en başta bilincinden vazgeçerek ve tamamen kaderine teslim olarak girilen çamur değildir. Artık bilinç başka bir seviyeye erişmiş, kendi varlığının doğanın tüm güçleriyle olan birlikteliği kavranmıştır. Böylelikle Robinson, belki doğayı kendi çıkarına yontan, her şeyi ölçülebilir zaman ve toplumsal ilişkiler içinde de parayla ifade eden ilerlemeci iradeciliği aşmış, doğanın tümünü özneleştiren, kendisini de bu varoluşun bir parçası hâline getirmiş bilinciyle yeni yaşamına yol alır.

Bu yeni varoluşa da eşlik eden, yeni bir zaman algısıdır. İlk başta göğe olan bağımlılığın sona erdirilmesi anlamına gelen takvim ve saat, işleri düzenleyerek düzeni sağlamış, su saatinin giderek sıklaşan molaları alternatif bir düzeni yeşertmiş ve Cuma’nın yıkıcı eylemiyle artık nesnel ölçütlere göre düzenlenen zaman yok olmuştur. Şimdi ise zorunluluklardan arınmış insan olarak Robinson, bu sefer zamanına -ve uykusuna da- gerçekten hükmederek sonsuzluğa uzanan bir şimdide yaşamaya başlar. Tarihin geçmişle gelecek arasındaki doğrusal ilerleyişi kırılır ve zaman da her şeyi içine alan bir bütün hâline gelir. Robinson, belirli bir tasarıya doğru akan, ölçülebilir zamandan özgürleşmiş olduğunu dile getirir,

“Döngüsel hareket o kadar hızlandı ki artık hareketsizlikten ayırt edilmiyor. Bu yüzden günlerim dikeldi denilebilir. Artık birbirlerinin üzerine devrilmiyorlar. Dikey olarak ayakta duruyorlar ve özlerinde varolan değerleriyle, gururla kendilerini gösteriyorlar. Ve gerçekleştirilmekte olan bir planın art arda gelen basamaklarından ayırt edilmedikleri için, birbirlerine o kadar benziyorlar ki belleğimde üst üste biniyorlar ve bana, hep aynı günü yaşıyormuşum gibi geliyor. Patlamanın takvim direğini yıkmasından bu yana, zamanın hesabını tutma gereksinimi duymadım. Bu unutulmaz değerdeki olay ve onu hazırlayan her şeyin anısı, hâlâ canlılık ve yeniliğini kaybetmeden, su saatinin paramparça havaya uçtuğu anda zamanın durmuş olduğunun bir kanıtı olarak, aklımda duruyor. O zamandan beri Cuma ve ben sonsuzluğa yerleşmiş değil miyiz?” (s. 170-171)

Günler, artık emekle ölçülen ve emeği ölçen birer ölçü biriminden ibaret değil, her biri kendi varoluşuna sahip, “dikey olarak ayakta duran” varlıklar olarak görülür. Özgün ve özgür hâle gelseler de, belirli bir hedefe doğru doğrusal bir ilerleme içinde olmadıkları için birbirlerine benzeseler de bu benzerlik, Robinson’da ihtiyacından çok daha fazlasını üretirken ortaya çıkan boşluğu ve banallik hissini uyandırmaz. Aksine, bu yeni durumda Robinson, her güne bir heyecanla başlayacak yakıtı kendinde bulur. Zamanın hesabının artık tutulmadığı bu yeni gerçeklik, aynı zamanda patlamada su saatinin paramparça olmasıyla da mühürlenir ve varlığını süreklileşmiş bir şimdide bulan bir sonsuzluk belirir. Kitabın alt başlığı olan “Pasifik Arafı” da bu noktada anlamını bulur. Şahit olduğumuz, bir tür araftır. Arafta zaman durur ve toplumsal yükümlülüklerin aşıldığı bir dünya başlar.

Tam olarak zamanın durması sebebiyle, Robinson yolunu şaşırıp adaya yanaşan Birleşik Krallık gemisine binerek ülkesine dönmeyi reddeder. Bu kararın sebebi, gemi personelinin içinde yaşadığı “öldürücü zaman girdabına karşı duyduğu ürküntü dolu reddedişti” (s. 189). Geminin adaya gelişi, uzun süredir tedavülden kaldırılmış olan takvimin de anlık geri dönüşünü beraberinde getirir. Robinson’un merakına yenilerek geminin kaptanına yönelttiği soru, günün tarihini vermekle birlikte, ona Speranza’da 28 yıldır yaşadığının haberini verir. Bu zaman da yeniden ölçülebilir hâle gelip elle tutulduğunda, Robinson’un omuzlarına yüklenebilir ve adada geçen yaklaşık otuz yıl, tüm ağırlığıyla onu bir anda yaşlandırır. Geminin mürettebatı tarafından “yaralanan ağaçlar” ve “katledilen hayvanlar” bir yağma görüntüsü verirken Robinson, artık onlara ne kadar yabancı olduğunun farkına varır.

Takvimin anlık geri dönüşüyle birlikte değerlenen para da çerçeveye bir kez daha dahil olur. Bir gemicinin otların arasında “iki altın para” bulması sonrasında bu misafirler, “araştırmalarını kolaylaştırmak için çayırı yakmaya karar [verirler]” (s. 183). Robinson’un ise buna karşın düşündüğü, hayvanların o mevsimde sahip olduğu tek otlaktan yoksun kalacak olmalarıdır. İki düşünme biçimi arasındaki fark, burada en belirgin hâline gelir. Adada bir tür krallık kurarken kutsallık atfettiği para karşısında Robinson, bu sefer hayvanları, tıpkı bir türdeşi gibi önemser, onları kendi dünyasının eşit birer parçası hâline getirdiğini belli eder. Bu dönüşümü, onun ülkesine dönmeyi reddetmesinin esas nedenidir. Çünkü geri dönmek, bu sefer nice yol katettiği değişimi geriye çevirebilir ya da onu, artık onu kusacak olan toplumun içinde dayanılmaz bir yalnızlığa hapsedebilir. Böylelikle, adaya ilk geldiğinde kendisini adanın geleceği olarak gören Robinson karşısında, o  gelecekten gelen gemiciler, Robinson’un aşmayı başardığı geçmişi oluverir. Onun toplumu, artık bu ıssız adanın kendisi olmuştur. Cuma’nın, kim bilir ne ıstıraplar çekeceğine kesin gözüyle bakacağımız bir tercihle geminin mürettebatına katılarak muhtemelen köle pazarına düşeceği yolculuğuna karşın, gemiden kaçarak adaya sığınan bir miço, Jaan Neljapäev, Robinson’un mülkiyeti ona ait olmayan gerçek krallığında onun yeni dostu olacaktır.

Tournier’nin Cuma’sı, Cuma ile olduğundan daha çok Robinson’la ilgilidir. Ancak Robinson’un değişimini yöneten ilke, Cuma’da vücut bulur. Cuma, kendisi baş kahraman olmasa da bir düzen yıkıcı ve düzen kurucudur. Bu rolüyle de romanın merkezine, başlığı belirleyecek kadar oturmaya hak kazanır. Batı’nın çalışkan ve sebatkâr bireyinin karşısına hem toplum olmadan bu bireyin bir anlam taşımadığı gösterilir hem de burjuva kültürel kodlara dayanan bu toplumsal düzenin yıkımı ile alternatif bir gerçeklik işaret edilir. İşaret edilen gerçeklik, elbette yeni ve eşitlikçi bir toplumsal düzenin inşasına kapı aralamaz ve bu anlamda bir politik alternatif hâline gelmez. Ancak yaratılan kozmik düzen, doğanın özneleşmesine kapı aralayan, ölçülen zamanda karşılığını bulan metalaşmadan özgürleşmiş varlıkları açığa çıkartır. Bu yanıyla Tournier’nin romanı, Batı medeniyeti için kurucu bir mit sunan Robinson anlatısını ters yüz etmekte başarılı olur.

* Romandan tüm alıntılar, kitabın Ayrıntı Yayınları’ndan 2021 yılında çıkan beşinci baskısına aittir.

Vinkmag ad

Read Previous

David Graeber’in 5000 Yılın Sonunda İnsanlık Adına Ödediği Borç

Read Next

Gazze’nin Dipnotları

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *