En başta şunu söylemek gerek ki; Bertrand Russell bayağı ciddi. Öyle ironi falan yapmıyor. Anlatmak istediğini ince mizah duygusu ile harmanlayarak sevimlileştirmek ve böylece daha rahat kabullendirmek gibi bir derdi yok.
Hiçbir çalışanın “en mutlu anlarım, sabah olup da çalışmaya başladığım anlardır,
zira ruhumu doyuran kaynak, çalışmadır. “ dediğini duymadım.
En başta şunu söylemek gerek ki; Bertrand Russell bayağı ciddi. Öyle ironi falan yapmıyor. Anlatmak istediğini ince mizah duygusu ile harmanlayarak sevimlileştirmek ve böylece daha rahat kabullendirmek gibi bir derdi yok. Aylaklıkla birlikte toplum mühendisliğinden, mimarlığa, komünizmden, faşizme, batı uygarlığı eleştirisinden, gençliğin sorunlarına, böceklerden, kuyruklu yıldızlara, karı-koca ilişkilerinden ruhlara kadar bir çok konuda “denemeler” diyebileceğimiz başlıklar altında görüşlerini sıralıyor. Sıralamakla kalmadan sorun olarak gördüklerine de, çözüm önerileri getiriyor. İlginç olan ise 1932 yılında yazılmış bu çözümlemelerin günümüz dünyasında hala geçerliliğini koruyor olması ve çözüm önerilerinin ise bize mantıklı gelmesi.
Örneğin son zamanlarda sıkça duyduğumuz, herkesçe paylaşılan şu sözü kitabın temel çıkış noktasını oluşturuyor.
“Çalışmak abartılmış bir eylemdir”..!
Bu cümle kitabın hemen başındaki şu cümlenin içinden çıkıyor; “Dünyada gereğinden çok çalışıldığını, çalışmanın erdem olduğu inancının büyük zararlar doğurduğunu, modern endüstri ülkelerinde vaaz edilmesi gereken şeylerin öteden beri vaaz edilegelmekte olanlardan çok değişik olduğunu sanıyorum.” der ve şu hikaye ile devam eder.
Napoli’de dolaşan bir gezginin öyküsünü herkes bilir: Yattıkları yerde güneşlenen on iki dilenci gören bu gezgin (olay Mussolini zamanından önce geçer), bunlardan en tembel olduğunu kanıtlayana bir lira vereceğini söyler. Dilencilerden on bir tanesi yerlerinden fırlayıp, liranın kendi hakları olduğunu iddia ederler, bunun üzerine gezgin de parayı yerinden kıpırdamayan on ikinciye verir.”
Hikayenin hemen ardından da şu cümle gelir.
“O gezgin tam yerine düşmüş. Ne var ki, Akdeniz güneşinden nasibi olmayan ülkelerde aylaklık daha zordur ve insanlara aylaklık aşılamak için yoğun bir propagandaya ihtiyaç vardır.”
İnsanın çalışma zamanları dışında kalan saatlerinin, yani boş zamanının medeni yaşamın bir gerekliliği olduğunu söylemekle birlikte, bu boş vaktin akıllıca kullanılmasının da bir uygarlık ve eğitim sonucu olduğunu belirtmeden geçemez.
Russell kitabın hemen başında, aslında tüm anlatmak istediklerini bir örnekle açıklar.
“Belirli bir zaman içinde birtakım insanların çamaşır mandalı yapımında çalıştıklarını varsayalım. Bunlar günde (diyelim ki) sekiz saat çalışarak dünyanın bütün mandal ihtiyacını karşılayacak kadar üretim yapmaktadırlar. Birisi çıkar, aynı sayıda işçinin aynı çalışma süresi içinde öncekinin iki katı mandal yapmasını sağlayan bir buluş kor ortaya. Ama dünyanın iki kat fazla mandala ihtiyacı yoktur, mandallar zaten o kadar ucuzdur ki, daha ucuza satılsa bile daha fazla satın alan olmayacaktır. Aklı başında bir dünyada olsa, bu durumda, mandal yapımıyla uğraşan herkes sekiz yerine dört saat çalışır, ama bunun dışında her şey eskisi yine eskisi gibi yürürdü. Gelgelelim içinde yaşadığımız dünyada böyle bir şey ahlak bozucu sayılır. İçinde yaşadığımız dünyada insanlar hala sekiz saat çalışmakta, birtakım insanlar iflas etmekte ve mandal yapımında çalışan işçilerin yarısı işten atılmaktadır. Bunun sonucunda yine öteki planda olduğu kadar boş vakit kalır insanlara, ama bu sefer insanların yarısı çok fazla çalışırken öbür yarısı tüm aylaktır. İşte, nasıl olsa kalacak boş vakit bütün insanlık için bir mutluluk kaynağı haline getirileceğine, bu şekilde ne yapılıp edilip evrensel bir sefalet kaynağı haline getirilmektedir. Bundan daha büyük bir delilik düşünülebilir mi?”
Russell, hiçbir şekilde başkalarının emeği sayesinde mümkün olabilen aylaklığa övgü düzmez. Başkalarının, kendisi gibi aylak kalmasını hiç istemeyen bu insanlara isyanı da vardır. Aylaklığın sadece bu sınıflara ait bir imtiyaz olmadığını, bütün toplum için eşit dağıtılan bir hak olması gerektiğini söylerken “Çalışma ahlakı köle ahlakıdır, modern dünyada ise köleye ihtiyaç yoktur” diye haykırır adeta.
Diğer yandan “Geçmişte ufak bir aylak sınıf, büyük bir çalışan sınıf vardı. Aylak sınıf, toplumsal adalet açısından hiç de hak etmediği imtiyazlardan yararlanıyordu; dolayısıyla bu sınıf ister istemez baskıya yöneliyor, nefret uyandırıyor ve imtiyazlarını haklı gösterecek kuramlar icat etmek zorunda kalıyordu. Bu olgular aylak sınıfın mükemmelliğini büyük çapta azaltmış, ama bu gerilemeye rağmen, bizim uygarlık dediğimiz şeyin hemen hemen tümünü bu sınıf yaratmıştır. Sanatı geliştiren, bilimleri bulan bu sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. Hatta baskı altındakilerin kurtuluşu bile genellikle yukarıdan aşağı doğru gelişmiştir. Aylak sınıf olmasa, insanlık barbarlıktan hiç kurtulamazdı.” derken çelişkiye düştüğü sanılmamalıdır.
Çünkü burada babadan oğula geçen aylaklıktan bahsedilmiyordur. Babadan oğula geçen bu aylaklıkta çocuğa hiçbir şekilde çalışmak öğretilmediği gibi, bu sınıftan olanlar bütünüyle olağanüstü bir zekaya sahip de değillerdir. Bahsi geçen sınıf; burjuvazi ve imtiyazlı toprak sahipleridir. (Burada kendisinin de, nüfuzlu ve liberal Britanya aristokratı olan bir aileye mensup olduğunu hatırlatalım.) Bizi barbarlıktan kurtaran aylak sınıf ise hem çalışkan hem de akıllıdır. Onlar günde dört saatten çok çalışmak zorunda kalmayacağı bir dünyada bilime meraklı ise bilimle uğraşabilecek; her ressam, tabloları ne kadar mükemmel olursa olsun, aç kalmadan resim yapabilecektir. Genç yazarlar, anıtsal eserlerini verebileceklerdir, akademisyenler eserlerini çoğunlukla gerçek yönünden noksan bırakan akademik çalışma yönteminin bağlayıcılığı bulunmaksızın kendi fikirlerini geliştirebilecekler, tıp insanlarının tıbbi gelişmeleri öğrenecek kadar zamanları olacak, öğretmenler kendi gençliklerinde öğrendikleri ve aradan geçen zaman içinde gerçeğe uymadıkları meydana çıkmış olabilecek şeyleri alışılagelmiş yöntemlerle öğretebilmek için kendilerini parçalarcasına çabalamak zorunda kalmayacaklardır.
Bir nevi “yaratıcı aylaklık..!”
Aylaklık kelimesini bu kadar kullanınca insanın aklı ister istemez, içinde “aylak” kelimesi geçen başka bir kitap ismine gidiyor. Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” isimli kitabına.
“Belki de insanlar kendi kendilerini düşünmek, hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı.” der orada.
Russell ise
“Hepsinden önemlisi, sinir bozukluğu yerine, yorgunluk, bıkkınlık, hazımsızlık yerine mutluluk olacak, yaşama sevinci bulunacaktır. Zorunlu çalışma, boş zamanları zevkli kılmaya yetecek kadar olacak, ama bitkinlik yaratacak kadar olmayacaktır. İnsanlar boş zamanlarında yorgun olmayacaklarından sadece edilgin ve yavan eğlenceler istemeyeceklerdir. “ der.
Nasıl da buluşurlar aynı noktada..
- Aylaklığa Övgü
- Yazar: Bertrand Russell
- Çeviri: Mete Ergin
- Türü: Deneme
- Baskı Yılı: Ağustos 2013
- Sayfa Sayısı: 189 Sayfa
- Yayınevi: Cem Yayınevi
- Dünyanın en eski restoranında Hemingway yemek yemiş, bulaşıkları Goya yıkamış! - 31 Mart 2018
- Dünyanın İlk Kitap Kasabası - 23 Şubat 2018
- Bütün Romanlar, Hava Durumu İle Başlar..! - 28 Ocak 2018
FACEBOOK YORUMLARI