Berna Durmaz ile “Ağaçlı Gül ve Hayal” sohbeti

Romanın sonuna yaklaşırken hayallerin mayası ormandan çıkıp geliyor. Berna Durmaz ile Ağaçlı Gül ve Hayal’i konuştuk.

Ağaçlı Gül ve Hayal’de olaylar bir saç örgüsü gibi kuruluyor. Önemli damarlarından biri de ağaçlar eksilip yerine binalar dikildikçe şehrin de, insanların da hayallerinin kuraklaşmaya başlaması. Gül Nine’sine refakat etmek için köyden ayrılıp şehre gelen Hayal şehirde hem hayallerin nasıl olup da çürümeye başlayabileceğine tanıklık ediyor hem de ninesiyle arasındaki bağları yeniden keşfediyor. Romanın sonuna yaklaşırken hayallerin mayası ormandan çıkıp geliyor. Berna Durmaz ile Ağaçlı Gül ve Hayal’i konuştuk.

  • Ağaçlı Gül ve Hayal, önsözünde Semih Gümüş’ün de işaret ettiği gibi daha önceki kitaplarınızın çizdiği bir yolun son durağı, yanlış şehirleşmenin neden olduğu kırılmaların anlatısı. Bu anlamda, şehirde yaşayan veya yaşamış herkesin kalbinde, şehre dair bir metal/beton yorgunluğu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Modern çağın, insanı düşürdüğü tuzaklardan biri de bu. Gelişme, ilerleme adına yarattığımız büyük şehirler betondan bir canavar olup dikildi karşımıza. Onunla savaşma, saldırılarına direnme ve ona rağmen sağlıkla ayakta kalabilme mücadelesine dönüştü hayatlarımız ve artık yorulduk. Kurulu olduğumuz otomatik gidişin nasıl olduysa bir dişlisi oynadı yerinden. Ayaklarımızı sürüyerek yürümeye başlar olduk. İstanbul özelinde konuşursak, bu şehirden gitmek isteyen insanlarla çevrili etrafım. Ben de onlardan biriyim. Gitmek istiyor fakat birçok nedenle bir türlü gidemiyoruz. Çok uzun bir süredir herkesle bunu konuşuyoruz; gitmek gerek ama nereye? Sonunda konuşmaktan da yorgun düşüyoruz. Çünkü içimizdeki kıpırdanışları emen şehir bunu da yalayıp yutuyor sonunda. Geriye çiğnenip bırakılmış bir posa gibi şehre geri bırakıyor bizi. Metal Hayatlar’daki öykülerde şehir insanı sersemlemiş bir halde dolaşıyordu sokaklarda. Kitabın son öyküsünde biri şehrin dışına çıkmayı başardı. Gördüğü ilk tarlanın kenarında toprağa oturdu, topraktaki canlılık onun da ölü bedenini canlandırdı bir anda. Ben o kitabın hemen arkasından gelen Ağaçlı Gül ve Hayal’de doğayla buluşmuş olan o insanı oturduğu yerden kaldırarak başlıyorum anlatmaya. Bu kez kahramanım Hayal adını alıyor ve şehre gelip bedenindeki canlılığı şehrin ölmek üzere olan ormanına ve duyuları, algıları körelmiş şehir insanlarına geri getiriyor.

  • “İlk yurdum, canevim annem ve babama…” diyorsunuz. Bu metal/beton yorgunluğunu sağaltanın -doğa dışında- herkesin ilk yurdu, canevi olabileceğini söylersek, yanılmış olur muyuz?

Olay örgüsü nasıl tereddütsüz, sabırlı bir akışla kitaptaki yerini usul usul aldıysa, ithaf cümlesinin sözcükleri de kendiliğinden gelip en başa yazıldı. Yani o sözcüklerin kitabın ruhundan, yazılış sürecinden kopuk olmadığını söylemek istiyorum. Onun bir parçasıydı. Anne babalarımız bizim çocukluğumuz, ilk gençliğimizdir. Onlara her dönüşümüzde kendi geçmişimize dönmüş gibi oluruz. Onların yanı her zaman zor zamanlarımızın sığınağı, çıkışsızlığın boğuntusundan kaçıp nefes aldığımız yerdir. Annemle babam, doğup büyüdüğüm o küçük şehirde yaşıyor hâlâ. Balkonlarında sardunya yetiştiriyorlar. Çarşıya, pazara yürüyerek gidiyorlar. En önemlisi şehirdeki herkesi en az elli yıldır tanıyorlar. Küçük yerleşimlerde uzun süre yaşamış insanlar birbirlerinin hayatlarının tanığı oluyor. Önceleri bunu çok sıkıcı bulurdum. On sekizimdeyken üniversite eğitimim için İstanbul’da yaşamaya başladığımda, bütün bunlardan kaçıp kurtulmanın bir yolunu bulduğumu düşünmüştüm. Şimdi dönüp şehrimin insanlarına, anneme ve babama baktığımda hepsinin hikâyelerinin birbirleriyle harmanlanmış olduğunu görüyorum. Bütün bir şehrin insanlarının bir yumak olduklarını, sırt sırta durduklarını… Şimdi bunu önemsiyorum. Çünkü biz uzun zamandır büyük şehirlerde bir yumağa sarılamayan, birbirine eklenemeyen, tek tek salınan ipler gibiyiz. Dolayısıyla da her rüzgârda savrulmaya mahkûmuz.

  • Hayal köyden ayrılıp şehre geldiğinde ve doğadan uzaklaştığında hayalleri de parçalanmaya başlıyor. Bu açıdan Hayal’in yalnızca bir isim değil, karakter haline getirilmiş bir kavram da olduğunu düşünüyorum. Şehir, insanların “hayallerini” çürüten bir etkiye mi sahip dersiniz? Ve o hayal yeniden yeşerebilmek için can suyunu doğada mı buluyor?

Elbette herkes büyük umutlar ve hayallerle köyünü, toprağını terk edip şehre göçtü bu ülkede. Ne ki olanakların olduğu kadar olanaksızlığın da yeriydi şehir. Bunu geldikten sonra fark ettiler. Kenarda kalma, isteklere ulaşamama ve yaşama zorluğu ardından hayal kırıklığını getirdi. Şimdi göçüp gelen kime sorsanız acı bir özlemle anıyor köyünü. Dayanışma derneklerinde bir araya gelip memleketlerini yâd ediyorlar. Konuşmalarında, hayallerinde hâlâ bırakıp geldikleri o yerlerde yaşıyorlar. Herkes ekmek derdi için burada. Zorunluluktan. Kimsenin sevemediği ama bir türlü gidemediği bir şehrin üstüne çöken kara bir bulut değil de nedir bu? O yakınmalar, acılar, özlemler, o kara buluttan yağıyor üstümüze. Bu yüzden de bu şehirde yaşayan hiç kimse tam olarak mutlu olamıyor. Son yıllarda artan bir doğa özlemi, doğaya dönme isteği artık insanların bu köksüzlüğe dayanamadığını gösteriyor. İnsanlar da tıpkı ağaçlar gibi betonda büyüyüp serpilemiyorlar. Önümüzdeki zamanlarda, girilen bu yanlış yoldan geri dönmenin çarelerini bulanlar olacak. İnsan yeniden toprakla, üretmeyle buluşup doğadaki tüm canlılar içinde bir canlı olduğunu yeniden hatırlayacak. Benim umudum bu yönde.

  • Hayal’in hayatı, köy okulunun kapatılmasıyla kontrolünü kaybettiği bir gerçekliğe teyelleniyor. “Ne olduysa bir günde oldu,” cümlesiyle özetleniyor her şey. Yaşadığımız coğrafyada, okulun kapanması gibi her ne oluyorsa, bir günde birçok hayatı yok sayarak mı yaratıyor kırılmalarını?

Bir roman kurgulayalım. Olaylar çalkantıları hiç bitmeyen, durulmamış, durup oturmamış, dinlenememiş bir yerde geçsin. O yerin insanları her an diken üstünde geçirsinler bütün ömürlerini. Her an her şey olabilir düşüncesiyle bir türlü güven duyamamanın, şöyle bir rahat nefes alamamanın huzursuzluğu kaplasın bütün sayfaları. Hayatlar yok yere bitiversin durduk yere. En çok da kadın kahramanlarınki. Yenileri her an koparılacak bir çiçek gibi büyüsün duvar diplerinde. Gölgede kalan insanların roman boyunca hiç duyulamasın sesleri. Onlara kimse bir şey sormadığı gibi olup biten hiçbir şeyden haberleri olmasın. Hayatlarını tamamen değiştirecek planları ancak başlarına geldiğinde öğrenebilsinler. O noktadan sonra da değiştirmeye çalışmaları sonuçsuz kalsın. Bazıları buna kader deyip katlansın. Bazıları lanet okusun kötü talihe. Elden ne gelir, deyip susup otursun çoğunluğu. Konuşmaya, bağırmaya kalkanlarınsa başına türlü işler gelsin. Düşündüğümüzde bile yüreğimizi boğan bu kurgu ne yazık ki bir yerlerde birileri tarafından gerçekten yazılıyor. Milyonlarca basılıp satılıyor her köşe başında.  Bizim payımıza da çok satan bu romanı okumaktan başka bir şey düşmüyor.

  • “Bir ışıksızlık hali insanların üzerinde. Sözleri, bakışları, davranışları ışıksız,” diyor anlatıcı, Çiçek/Çamur Mahallesi’ni anlatırken. Bu ışıksızlığın, hatta bu karanlığın kökleri nereye uzanıyor?

Romanda bu cümleler iki durum için kullanılıyor. Gökdelenin göğü kaplamasıyla yanı başındaki gecekonduların güneşi görememesi ve Duran Amca’nın çocuğunun konuşma zorluğuna çare diye bir hocaya okutup üfletmek istemesi. Bu iki durumun art arda sıralanmasıyla, ışıksızlığı hem gerçek hem de mecaz anlamıyla anlatmak istedim genç okura. Çünkü iki halde de karanlığa sürükleniyor insan düşüncesi.  Aydınlıkta olamamak, cehaletin de kapılarını aralıyor şehrin kenar mahallelerinde. Yoksul ve çaresiz insanların bu durumlarından kendilerine pay düşüren insanlar peyda oluyor oralara çöreklenen. Biz bunları gördük, görüyoruz. Işıksızlık bütün bir ülkeyi sarıyor son yıllarda. Gökdelenler yükselirken gölgesinde körleşmeye başlayan insanlar çoğalıyor. Ben köklerini göstermekten çok, o köklerden yürüyüp gelen damarların insan hayatları üzerindeki etkilerini göstermeye çalıştım romanda. Her birimiz günlük hayatımızda yaşadığımız sorunları sadece bizim hayatımıza özgüymüş gibi yaşasak da aslında onlar daha büyük bir sorunun bize yansımış hali, bizim hayatlarımızdaki tezahürleridir. Kahramanların hayatlarını ve onların karşı karşıya kaldıkları sorunları anlatırken aslında o büyük bütündeki meseleye de dokunmuş oluyorum. 

  • Çiçek Mahallesi’nin Çamur Mahallesi olarak adlandırılması, herkesin mahalleyi bu şekilde tanıması, bunun yansımaları… Anlam, çoğunluğun eğip bükmesinin mümkün olduğu bir noktada mı duruyor bugün?

İnsanları gerçeklikten uzak tutmak o kadar kolay ki bugün. Teknolojinin yardımıyla her şey gözler önüne seriliyor fakat bir o kadar da örtüler altında kalanlar var. Göz önünde olduğunu sandıklarımızın da nasıl görülebileceği yönlendirmesi yapılıveriyor bir yerlerden. Hazır inançlar, hazır laflar servis ediliyor aç beyinlere. Bir anda bir koro buluyorsunuz karşınızda. Bir çeşit gözbağıyla apaçık görünen üstüne yanlış düşüncelerin çoğaltıldığı bu çağda hangi anlamdan söz edeceğiz? Anlamın tanımı yapılıp ezberletilmiş durumdayken başka anlam arayışına gerek duyuluyor mu?  Her şeyin karmakarışık hale getirildiği bir çağa sürüklendiğimizi görüyoruz. Kurgulanmış bir dünyada yaşadığımız hissine kapılıyoruz sık sık. Bilmemiz gerekenler ve bir de bilmememiz gerekenler var. Birileri bunu bir yerlerden ayarlıyor ve bize böyle yaşayacaksınız diyor.  Yönlendirilen, kaynağı değiştirilen, kurgulanan gerçeklikler yüzünden hakikati bilmemiz, onu bulmamız neredeyse olanaksız hale getiriliyor. Sürekli bir haber ve kirli bilgi bombardımanına maruz bırakılıyoruz ve neyin doğru neyin yalan olduğunu ayırt edemez hale getirilmiş durumdayız bugün. 

  • Aynı zamanda Ağaçlı Gül ve Hayal için iletişimsizliğin anlatıldığı bir roman da diyebiliriz. Ertan ve Duran Amca, Hayal’in söyleyemedikleri, insanlar ve doğa ilk anda akla gelenler… İletişim kopukluğu konusunda Ağaçlı Gül ve Hayal romanı nasıl konumlanıyor?

İletişim çağı denilen çağda iletişimsizliği konuşuyoruz. Dünyanın dört bir ucuna ulaşabiliriz fakat yan odada yalnız oturan yakınımıza duyuramıyoruz sesimizi. Hemen herkesin iletişime hem açık hem de kapalı olduğu bir durumdayız. Fakat burada gerçek bir iletişimden söz etmiyoruz zaten. Her şey gibi bu da görüntüden ibaret. Duran Amca’nın oğluyla yaşadığı iletişim kopukluğu tamamen farklı. Şehir yorgunu, üstlendiği ağır işlerin altında ezilmiş, başa çıkamadıkça da öfkeli bir adama dönüşmüş Duran Amca karakteri. Şehirdeki birçok insan gibi. Ağaçların kesilme sesini duyup da korkuyla duymazdan gelen insanlar var bir de. Korku bugün her yerde. Kulakları sağır, dili lal yapan korku varsa eğer, orada iletişimden de söz edemeyiz ne yazık ki.

  • Ağaçlı Gül ve Hayal, animizmle yan yana yürüyen bir alt metne sahip. Gül Nine’yi ayrı tutarak sormak isterim: Romanın çocukları, şehirde bu sayede mi korunuyor, -kısmen- daha huzurlu ve geniş bakışlı olabiliyor?

Animist yaklaşım çocukluk anımdan kaynaklanıyor. Sanırım dört-beş yaşlarındaydım. Hayal meyal hatırlıyorum ama derin bir iz bırakmış bende. Evimizin arka bahçesinde dedemin diktiği kayısı ağacı büyümüş fakat meyve vermemişti. Dedem elindeki baltayı ağacın gövdesine dayayıp ağacı keseceğini söyledi. Bir yandan da göz kırpıyor, bunun bir oyun olduğunu bana anlatmaya çalışıyordu.  Babaannem ve annem, kesme sakın, göreceksin meyve verecek, diyerek eşlik ediyorlardı oyuna. Meğer böyle bir yöntem varmış. Ağacı korkutmakmış amaç. İlginç bir tesadüftür ki o ağaç ertesi yıl dalları yere değecek kadar çok meyve verdi. O gün dedemin gerçekten ağacı keseceğini sandım. Ağaçla birlikte ben de korktum. Yaşadığımız o duygu bizi birbirimize bağlamıştı bir anda. Ben ne düşünüyorsam o da aynını düşünüyordu sanki. O da korkuyor, üşüyor, konuşuyordu bana göre. Tıpkı Selim’le erik ağacı arasında olanlar gibi. Kitapta gerçeküstü gibi duran bu öğeler ve hatta ağaçların sesleri bana gerçek gibi gelir hâlâ. Çocuklar mahallede yankılanan bu sesi duyduklarını söyleyebiliyor ve yardım için harekete geçebiliyorlarsa yetişkinlerin iliklerine dek işlemiş olan korkunun ve bu korkudan kaçma isteğinin onlara sirayet etmemiş olmasından. Değişimler ve yenilikler karşısında çocuklar biz yetişkinlere göre çok daha cesurlar. Korkmadan deneyimliyorlar. Fakat kitapta bunun bir çocuk gözü karalığı olmasının ötesinde bir durumdan söz ediliyor. Yeni bir bilinci temsil ediyor çocuklar. Ağaç insanlar olarak anılıyorlar. Onlar ve daha başkaları. Gül Nine’nin anlattığı masalda geçen Hinoğlan’dan, yani kendini doğanın ve içindeki bütün canlılığın efendisi sayan insandan başka bir insanın gelişinin müjdesi olarak anlatıyorum ağaç insanları. 

  • Semih Gümüş’ün önsözdeki bir sorusunu biraz değiştirerek sormak isterim izninizle: Şimdiki zamanların kültürü içinde kendi dünyanızda yaşayan ve oradan yazan bir yazar olduğunuzu söyleyebilir miyiz? Bu durum edebiyat ortamında, ne tür etkileri beraberinde getiriyor?

Alıntıladığınız cümlede, “şimdiki zamanların kültürü”nden kastın popüler kültür olduğunu ve onun içinde var olmadığımı anlıyorum ben. Bu kültürün yozlaştırıcı etkilerinden uzak durabiliyorsam ve kendi dünyam bir ada gibi kalabildiyse onun ortasında, ne mutlu bana. Bu durum edebiyat ortamında Semih Gümüş’ün de dediği gibi daha az tanınır olmayı getiriyorsa da bunu bir sorun olarak görmüyorum. Hiçbir zaman tanınır olmayı hedeflemedim çünkü. Az sayıda da olsa okurlar beni iyi, nitelikli bir eserle anıyorsa bu benim için yeterli.

  • Ağaçlı Gül ve Hayal
  • Yazar: Berna Durmaz 
  • Türü: Çocuk, 6-7-8. Sınıflar
  • Baskı Yılı: 2021
  • Sayfa Sayısı: 108 Sayfa
  • Yayınevi: Günışığı Kitaplığı
Vinkmag ad

Read Previous

‘Sen Hiç Ateş Böceği Gördün Mü?’ Filmi 9 Nisan’da Netflix’te

Read Next

Göçmen ve Mülteci Müzisyenler ‘Aynı Gökyüzünün Altında’ Buluşacak

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *