Ahmet N. Erözenci, Tutku ve Aşkın Kutsal Kitabı‘nda, 40’lı yıllardan günümüze farklı kuşakların aşk ve tutku öykülerini iç içe harmanlayarak ‘aşk’ın kendisini başrole çıkarmış.
İKİNCİ Yeni’nin ünlü şairi Edip Cansever, sosyal ve siyasal ortamın yorgunu olsa da ‘aşk’a dair umudunu hiç yitirmemişti.
“Aşk iyidir bak
Duyumunu artırır insanın”
saptamasıyla başladığı Buz Gibi adlı şiirini
“Hey gidi duyumuna yandığımın dünyası
Alıp vereceğin olacak ille
Aşk maşk buz gibi yaşayacaksın.“
diyerek noktalamıştı. Büyük şair, aşkı yaşamanın kendisiyle hayatla özdeşleştirmişti. Buz Gibi‘de ve daha nice başka şiirlerinde.
Cansever’in şiiriyle yaptığını N. Ahmet Erözenci, altıncı romanı Tutku ve Aşkın Kutsal Kitabı‘nda yapıyor. Ve belki de daha büyük bir iddiayla.
Erözenci iddiasını, aşkın tutkuyla sarmaş dolaş halini, eski ve yeni mektuplara döküyor.
Güdük boyuna bakmadan!..
Yazar, katmanlı öyküsünde, 40’lı yıllardan günümüze farklı kuşakların aşk ve tutku öykülerini iç içe harmanlayarak adeta ‘aşk’ın kendisini başrole çıkarmış.
‘Tutku’yu kişinin kendinde kaybolması olarak tanımlayan yazar, aşkın hükümdarlığına dair şöyle söylüyor, romanının ilk sayfalarında;
“Aşk; çok sevdiğim bir kelime… Üç harfli, ama güdük boyuna bakmadan yaşamımıza hükmediyor. Üstelik zavallının böyle bir iddiası yok, bizler yaratıyoruz onu; bir takım duygularımızı ekleyip çıkartıyor, allıyor pulluyor ve aşk adını veriyor, o an itibariyle de o kelimenin ve simgelediği kişinin uydusu haline geliyoruz…” diyerek hayatın üzerindeki aşk hakimiyetini ve insanın buna gönüllü boyun eğişini vurguluyor.
Aslında Erözenci’nin romanına Tutku ve Aşkın Kutsal Kitabı adını vermesinin sebebi tam da bu.
Tutku mu aşktan… Aşk mı tutkudan
N. Ahmet Erözenci’nin öykülerinde aşklar de algılar da birbiriyle kesişiyor, aynı duygu evreninin parçaları haline geliyor. Yazar, bizden aşkın tek yürekte hayatını sürdürüp sürdüremeyeceği, tutkunun mu aşkı beslediğini yoksa aşkın mı tutkuyu yarattığına dair düşünmemizi istiyor, her yürekte farklı bir sevdanın yeşerdiğini hatırlataraktan.
Bir de ipucu veriyor, hediye kahve bardağının içinden çıkan notta yazdığı şekliyle;
“Tek başına gelişir aşk
Diğeri olmadan yok olma pahasına…”
Hikayenin kendisine gelince… Romanın kahramanı, yıllar içinde sevdiği kişiyle bağını yitirmiş ama bir biçimde postmodern mektuplarla (elektronik postalarla) bu aşkın varlığını sürdürmüş, içindeki hasreti diri tutmuş orta yaşlı bir erkek. Bir gün sahaflara gidiyor ve 50 ve 60’lı yılların pembe romanlarının arasında bir torba mektup buluyor. Hemen satın alıyor elbette. Bundan sonra da ikincil bir hikaye başlıyor, eski aşkın üzerinden giden daha da kadim bir aşk.
50’li yılların başlarında İlhan Bey’in sevgilisi Sema hanıma yazdığı ve cevaben aldığı mektupları okuyoruz.
Söylem değişse de, sevenlerin birbirine yaklaşımı değişse de, insan hayatında aşk ve tutkunın hiç değişmediğini, iktidarını asla yitirmediğini anlıyoruz.
Yarım yüzyıl arayla mektuplara sinen aşkların aynı tutkudan beslendiğini hissediyoruz. İki aşki izlerken insanoğlunun sevmeye yazgılı olduğunu, ve bu yazgı bizi, aşkın peşine koştururken tarifsiz acılara sürüklese bile, doğamızın emrini yerine getirmekten başka çaremiz olmadığını da söylüyor.
Kahramanımız, “Belki de yıllar sonra, nerede olduğunu, ne yaptığını bile bilmediğim halde bu mektupları yazmamın nedeni de bu; tutkuyu, aşkı, sevgiyi yaşadığımı kendimi inandırıp yeniden heyecanlanmak.”
Ve bu itirafla birlikte on beş mektupta ilk aşka, ilki olduğu belirtilmese de seziyoruz yalnızca, duyulan tutkunun aşamalarını adeta beraber yaşıyoruz.
Güvene ihanetin sözlüğü olur mu
Erözenci, o onbeş mektupluk aşk hikayesinde naif ve kırılgan bir dünyayı işaret ediyor bize. Yeni kuşakların ancak Yeşilçam filmlerinde görüp “Ne de olsa film” diyerek karşılayacakları bu aşkı, koruma altına da alıyor.
Kahramanımız ise bu yeni duygusal ortamı sadece eleştirmekle kalmayıp gönül koyduğu, ipince bir ironiyle şikayetçi de oluyor. İçi boşalmış ve aşınmış kimi kavramları “Güvene İhanet Sözlüğü”nde maddelerle sıralıyor.
Sözlükteki, günümüz aşklarının aldığı ilk darbelerde daima başrolü oynayan “Yalan”a dair kurulan şu cümleler çok önemli:
Gerektiği zaman kolayca söylenebilen, karşıda inanmaya hazır bir kişi bulunduğunda süslemeye bile gerek duyulmayan (seven kişi ne kadar yatkındır hemen inanmaya değil mi) açığa çıkmaması, muhatabın üzerinde düşünmemesi için konu hemen değiştirildiğinde daha başarılı sonuç alınabilen asılsız sözdür.” (İlişkilerde ne kadar sıkça rastlanan durum değil midir bu konunun hemen değiştirilivermesi ayrıntısı!)
Güvene İhanet Sözlüğü’nde sadece yalan değil, duygu travması, alan bırakmak, ego – ego tatmini, uzaklaşmak ve zaman gibi bugünün aşklarını bir çırpıda tüketen insanlık hallerini okuyoruz.
Aşkı en yalın haliyle düşünürsek
Tutku ve Aşkın Kutsal Kitabı, bir aşk kolajı gibi. O kolajda birçok soru var, kendimize sormamız gereken.
Aşk, ademoğlu için yaşamsal bir ürün müdür? Yoksa bir yanılsama mıdır aşk? Yüreğinizin kayıtsız koşulsuz hükmüne girdiğiniz duygularınız aslında tek taraflı yaşanıp tüketilen şeyler midir?.. Aşk, adalet, sadakat, şefkat, merhamet, asalet, doğruluk gibi kavramlara ne kadar bağımlıdır?..
Yoksa aşk, tüm bunların bir kenara atıldığı yerde mi başlar?
Ahmet N. Erözenci, bu aşk dolu anlatısıyla bizi kendi ‘aşk’larımızın iç sesine kulak vermeye çağırıyor.
- Tutku ve Aşkın Kutsal Kitabı
- Yazar: N. Ahmet Erözenci
- Türü: Roman
- Baskı Yılı: 2016
- Sayfa Sayısı: 219 Sayfa
- Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
- Bu romanda başrolde ‘aşk’ var - 30 Aralık 2016
FACEBOOK YORUMLARI