Güray Öz, kitaplardan, özellikle de edebiyat kitaplarından yola çıkarak, toplumsal ve politik sözünü söylüyor. Yazdıkları 12 Eylül’ün ardından gelen sürgün ruhuna, göçmenliğe, göçebeliğe kadar uzanıyor.
Toplumsal olanla, politik olanın ayırt etmenin zor olduğu günümüzde, bu iki bileşene edebiyat da katılıyor. Edebiyat yaratıcı bir disiplin olmakla birlikte, taklitçidir de. Ancak taklit ettiği, sanılanın aksine, gerçek değildir. Edebiyat, gerçeği değil, anlatımı taklit eder.[1] Bu yönüyle hem geniş zamanlıdır, hem de çağcıldır. Anlattıkları insanlık tarihi kadar eskidir. Belki daha da eski…
Hızın kültleştiği çağımızda, haberin edebiyatla, özellikle öyküyle yarışmaya girdiğini görüyoruz. Üçüncü sayfa haberlerinin arttığı doksan sonrası dönemde, hikâyeleştirerek anlatma, gündelik hayatı tekrar üretirken, edebiyatla ile de sınır ihlali yaratıyor.[2] Belki bundan dolayı gazeteciler öykü ve roman türünde daha fazla ürün vermeye başladılar. Güray Öz’ün de “hâlâ şafakta geliyorlar angela” isimli kitap başlığını görünce, insan ister istemez, şiirleri ve Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazılarıyla tanınan Öz roman mı yazmış, diye soruyor. Oysa Güray Öz, kitaplardan, özellikle de edebiyat kitaplarından yola çıkarak, toplumsal ve politik sözünü söylüyor. Yazdıkları 12 Eylül’ün ardından gelen sürgün ruhuna, göçmenliğe, göçebeliğe kadar uzanıyor.
Güray Öz, edebiyattan gündelik olana açılan patikada, her ikisiyle ilgili kavramlaştırmalarını ortaya koyuyor: “Benim tehlikeli gördüğüm, kalite düşüşü için gösterilen çabadır. Kalitesiz olana verilen pirimdir. Popkültür diyorlar, kendi başına, kendi sığ sularında belki çekilir bir şey ama edebiyatın, sanatın bütün alanlarına üstelik de çok renkli, çok alaca bulaca ideolojik renkleriyle sızınca iş karışıyor. Öylesine bulaşıcı ki bakıyorsun, en ustaları bile kendi kolaycılığına çekiveriyor. İki türlüdür. Birinci tür, halkın anladığı gibi olmak sloganının peşine düşüyor. Halkın pek fazla bir şey anlayamayacağı varsayımına dayanıyor. İkinci tür, halka farklı, ilişkisiz, abuk subuk üretmeye değil, bir araya getirmeye, montaja, rastgeleliğe dayanan tuhaf işler sunmaktır. Her iki türün de “sponsorları” var ve bu desteğin ortaya çıkan işlerde görünmeyen, yapılan işin tümünde kendini gösteren bir nedenselliği var.” Öz, kitabındaki denemelere kültür endüstri eleştirisi ile başlarken, zamansız romanların sonsuz karakterleriyle yaşadığı çağın ruhunu anlamaya çalışıyor.
Shakespeare yazdığı Atinalı Timon’da, zenginliğini dostları ile paylaşıp tükettikten sonra, kendini terk eden arkadaşlarına kızgınlığını dünyadaki tüm insanlara yükleyen birini anlatır. Öz de, aynı isimli denemesine oyunu anlatarak başlıyor ve Atinalı Timon şu anda yaşasaydı, ne olurun hayalini kuruyor: “…servetini dostlarına dağıtmayacak, büyük bir olasılıkla onları banka kartlarıyla kendine bağlamayı yeğleyecek, borsada değerlendirecekti.” Öz, devam eder çağın distopyasına: “Atinalı Timon günümüzde yaşasaydı insanları yine sevmeyecek ama bu kez ortaya bir tragedya çıkmayacak, çağdaş bir Shakespeare de yazacak bir şey bulamayacaktı çağımızın bu sıradan, kasaba ruhlu Timon’larında. Bu nedenle günümüzün burjuvasından kahraman çıkmıyor.”
Güray Öz, kitabının ikinci bölümünü sürgün ruhuna ayırmış. Bir önceki bölümdeki metinler, daha çok ötekine seslenişken, “Göçmen Hikâyeleri”’nde yazar kendine de konuşuyor: “Biliyorum sana göre değil bu hikâye. Taksim’in arka sokaklarından birinde, Pala’nın Yeri’nde içtiğin üç kuruşluk kötü şarap yüzünden kuramazsın bu hikâyeyi sen. Peki, kurma. İlk uçağa bin dön oraya; diz çök önünde yeniden, seni bin defa aldatmış şehrin. “Bin defa bana döndü, bin defa yeniden sevdi bu şehir” diye kendini kandırmaya devam et…”
Öz, bu bölümde de toplumsal eleştirilerini sürdürüyor: “Hasan, sınıfları unuttu. İşçinin artık işçi olmadığını, köylünün köylülükten çıktığını sanıyor. Kentsoyluların da ne kentle ne soylulukla ilişkileri varmış. Tuhaf ama öğrencilerin gerçekte öğrenci olmadıklarını, hepsinin bilgi hırsızı olduklarını, öğretim üyelerinin ise bilgi satarken rüşvet alarak hayatlarını kazandıklarını düşünüyor.” Devam ediyor Öz: “Nedret, ideolojiler konusunda tamamen Fransız olduğunu ama aşktan iyi anladığını şaka gibi söyledi. Şakaymış zaten aşk; büyük bir şakaymış. Büyük paradigmalar gibi insanı baskı altına alan, duvarların arkasına hapseden tuhaf bir şaka, bir tür terör yani.”
Güray Öz, denemelerinde, edebiyat eserlerinden yola çıkarak, çağımıza sorular soruyor. Büyük anlatıların, dolayısıyla tarihin öldüğü iddia edilen bir dünyada, büyük anlatıları hatırlatıyor, edebiyatın tarihinden karakterlerle okurunu buluşturuyor. İktisadi aklın hükümranlığının edebiyatta, sanatta ve entelektüel çevrelerde yarattığı yozlaşmayı ortaya koyuyor, bütünlüklü bir kültür endüstri eleştirisi yapıyor. Öz, “hâlâ şafakta geliyorlar angela” kitabında, bağırmıyor, usul usul anlatıyor. Öykü ve romanlardaki unutulmaz kahramanlarla günümüzde yaşadıklarımızı bir araya getirirken düşündürüyor, edebiyatın klasiklerini yazan edebiyatçılar şimdi yaşasaydı o kahramanlar yaratılabilir miydi?
Güray Öz’ün denemeleri gözü pek bir kültür endüstri eleştirisi, yakın tarihimizde entelektüel çevrelerdeki değişimi anlamaya çalışanlar için değerli bir kaynak. Öz’ün denemelerini okuduğunuzda bir distopyayı bütünlediğini düşünebilirsiniz. Unutmayın, anlatılan sizin hikâyeniz.
[1] Adem Palabıyık, Edebiyat, Hegemonya ve Siyasal İşlevsellik, Akademik İncelemeler, Cilt: 4, Sayı: 1, Yıl: 2009
[2] Seyran Başak Öcal, Felsefenin Külkedisi, Medyanın Prensesi: Gündelik Hayat, Erciyes İletişim Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 1, (236-252)
|
Okuma önerisi!Pınar K. Üretmen’in incelemesi; “Bireysel ve toplumsal değerlerin iç çatışmaları: Kırmızı Pazartesi“ Kırmızı Pazartesi en basit tanımlaması ile bir cinayet romanıdır. Biraz daha dikkatli okur için, bir töre cinayetini anlatır. |
- Güray Öz’den şiirsel bir doku; Hâlâ Şafakta Geliyorlar Angela - 8 Haziran 2018
FACEBOOK YORUMLARI