Her Yaşın Masalcısı; Oscar Wilde

Oscar Wilde, kimi zaman çiçeklerle kaplı bir bahçeyi, kimi zaman çiftlik hayatını, kimi zaman zenginliğe boğulmuş bir sarayı, kimi zaman da o saraylarda yaşayanlara elbiseler diken yoksul bir terzinin evini bütün sesleri ve renkleriyle sunuyor okuyucusuna.

Yazdığı kitaplar, savunduğu düşünceler ve sürdürdüğü hayat tarzıyla yetişkinler dünyasını alt üst etmişti Oscar Wilde; kendisini anlamayan, istemeyen, sonunda hapse mahkum eden o dünyadan çocuklar için kaleme aldığı masallarıyla kaçmıştı.

Oscar Wilde’nin yaşadığı 19. Yüzyıl, İngiltere’de Viktorya Çağı olarak anılır. Sanayinin geliştiği, ülkeye giren para miktarının arttığı, toplumun küçük bir kesimi giderek zenginleşirken büyük bir kesimin kentlere yığılan yoksul işsizlerden oluştuğu, Londra’da günlük suç işleme oranının eşi benzeri görülmedik rakamlara ulaştığı Viktorya Çağı’nda, İngiltere’de katı bir ahlakçılık egemendi. Yönetimdeki soylu ve zengin sınıf, toplumun diğer kesimlerine dünyadan ellerini eteğini çekmelerinin, dine sarılmalarının, çektikleri çileye sabırla katlanmalarının mükafaatı olarak cennetin kapılarının açılacağını vaaz ediyordu. Orta sınıf, küçük esnaf, memurlar ya da işçiler ise yoksulluklarına rağmen, içinde bulundukları durumu sorgulamak yerine, sadece bir iş sahibi oldukları için, kilise öğretisine şükran hisleriyle daha sıkı sarılıyorlardı. Dönemin ahlakı gereği işsizler ve yoksullar, işsiz ve yoksul oldukları için en büyük günahkarlardı.

Bütün bu katı tutumuna rağmen Viktorya Çağı ahlakı hiç de tertemiz değildi. Tersine, ahlaklı olmayı en çok savunanlar, yani tutucular, örneğin soylu lord, saygın aile reisi, kilisenin rahibi, fabrikanın müdürü, zengin tüccar, hepsi de gizliden gizliye kaçınılması vaaz edilen günahları tatmanın peşindeydiler… Kısacası, bu çağın ahlakı yöneticilerin, soyluların, zenginlerin çıkarlarını koruyan iki yüzlü bir ahlaktı.

1854 Dublin doğumlu olan Wilde, böyle bir toplumsal yaşantıya, ahlaksızlığın ahlakına boyun eğmedi. Yaşadığı dönemde -İngiltere’de- adını skandallarla duyurmuş, edebi yeteneklerinden çok, toplumun değer yargılarını alt üst edişiyle tanınmıştı. Aslında onun yaşam tarzı yeni birşey değildi, ama bu tarzını, yani cinsel tercihlerini açıkça telafuz etmesi kabul edilemez bir durumdu. 1895 yılında “ahlaka mugayyir” davranışlarından yargılanıp hapse mahkum edilen yazar, hapisten çıktıktan sonra bir daha dönmemek üzere Londra’yı terketti. 1900 yılında, Paris’te bir otel odasında, unutulmuşluk ve yoksulluk içinde öldü. Toplumsal bağnazlık ve dar görüşlülük bir dehayı daha tüketmişti….

“Çocuklar” İçin

Oscar Wilde’nin masallarında, romanlarında ve oyunlarında açığa çıkarmak istediği de işte bu ikiyüzlülüktü, sevgisizlikti, düş yoksunluğuydu, toplumun değer yargılarındaki çıkarcılıktı. O, gerçek ahlakın sevgi ve dostlukta, başkalarının acılarına ortak olmakta, bir toplumun sahip olduğu zenginliği eşit biçimde paylaşmakta bulunacağını savunuyordu.

Wilde’nin masalları aslında çocuklardan çok yetişkinler dünyasını, sevgisiz bir hayatın nasıl çirkinleştiğini, kibirin ve bencilliğin insanı nasıl gülünçleştirdiğini, iyilik ve kötülüğün mücadelesini ele alıyor. Oscar Wilde’nin yetişkinler için yazdığı romanlarda da öne çıkardığı bu temaları çocuk masallarına aktarması, iki yüzlü davranışların çocuklar tarafından daha iyi anlaşılacağını düşünmesinden, çocukların duyarlılığına olan inancındandır.

Örneğin “Gül ve Bülbül” masalındaki –bir gencin sevdiği kıza kavuşmasına yardımcı olmak uğruna canını vermekten kaçınmayan– Bülbül, sevgiyi de, sevginin bir emek gerektirdiğini de insanlardan çok daha iyi bilir. Çünkü doğaya aittir o, saftır, bozulmamıştır; aşıkları bir araya getirecek kırmızı gülün açması için hayatını koyar ortaya. Ne var ki, genç kızın tercihi çiçeklerden daha çok para eden bir mücevherdir artık. Doğaya ve kendisine yabancılaşan insanların dünyasında aşkın da önemi kalmamıştır.

Wilde’nin belki de en tanınmış masalı “Mutlu Prens”tir. Mutlu Prens, üzeri kıymetli taşlarla süslenmiş bir heykel; ama canlıyken ve bir insan kalbine sahipken kederin girmesine asla izin verilmeyen bir sarayda yaşadığı için gözyaşının ne olduğunu bilmeyen çok mutlu bir prensmiş o. Öldükten sonra dikilen kurşundan heykeli ise şehirdeki tüm çirkinliği ve sefaleti görüp ağlayabiliyor. Prens heykelinin biricik dostu ise küçük, sevimli bir kırlangıç. “Sevgili küçük Kırlangıç” diyecektir Prens, “bana olağanüstü şeyler anlatıyorsun, ama her şeyden olağanüstü olan erkek ve kadınların çektiği sıkıntılardır. Sefalet kadar büyük bir Giz yoktur. Şehrimin üstünde uç, küçük Kırlangıç ve orada ne gördüğünü anlat bana.”  Ve bu tuhaf ikili, kendi hayatları pahasına yardımcı olacaklardır sefaletten kırılan şehir halkına.

“Genç Kral” da “Mutlu Prens”e benzer. Krallık tacını giymesi tesadüflerin eseridir. Üstelik bir zamanlar yoksulluk bile çekmiş, ama saraya adımını atar atmaz eşyaların, tabloların, heykellerin, mücevherlerin pırıltısıyla geçmişi unutup sanki büyülenmiştir. Kendisi için resimlerde gördüklerinden daha kıymetli eşyalar sipariş eder. Neyse ki, vicdanı kirlenmeyecek kadar gençtir, o kıymetli siparişlerin halka yükleyeceği sıkıntıları sezdiğinde, zenginliğin parada pulda, mücevheratta değil halkın kendisine verdiği değerde saklı olduğunu anlayacaktır…

Oscar Wilde’nin masallarında, başka masallarda da okuduğunuz gibi insanlarla hayvanlar, canlılarla cansızlar bir arada yaşıyorlar. Örneğin bir bülbül gül ağacı ile konuşuyor, yaşlı su sıçanı yavrularına yüzme öğreten bir ördeğe sesleniyor, yeşil keten kuşu güzel bir hikaye anlatıyor orman sakinlerine… Bir çatapat, bir yıldızlı donanma fişeği, bir çarkıfelek, bir roket ve bir maytap, hep birlikte bir hikayenin kahramanları haline geliyor.  Ya da bencil de olsa bir dev, mahalle arasındaki bir evde, insanların arasında kimseler tarafından yadırganmaksızın sürdürüyor hayatını. Elbette bütün bunların gerçek olmadığını biliyoruz. Gerçek olan, masallarda karşılaştığımız canlı ve cansız yaratıkların duygu ve düşünceleridir, sahip oldukları değerler, sürdürdükleri erdemli hayatlardır. İşte bu duygular, düşünceler, değerler ve erdemlilik öylesine güzel işleniyor ki, üzülen ve ağlayan bir heykele, soğuktan donduğu halde iyilik yapmanın coşkusuyla içi ısınan bir kırlangıca, küçük bir çocuğu eliyle ağaca çıkaran bir deve ve diğer masal kahramanlarına inanmakta hiçbir güçlük çekmiyoruz.

Korkunç Olan, Gülünç Olan

Masal denince aklınıza gelen, “onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” cümlesiyle sonlanan mutlu hikayelerdir. Oysa, onun masallarında mutlu sonlar yok. Yetişkinler dünyasının gerçeklerini masal diline çeviren Oscar Wilde, sonu iyi biten masallarında bile iyilerin bu hayatta hak ettikleri yeri bulamayacaklarını,  mükafatlarını ise ancak başka bir dünyada alabileceklerini sezdiren hüzünlü, duygusal anlatılar kuruyor.

Fantastik hikayeleri de masallarına benzer. Mesela Borges kitaplığı dizisi içinde yeralan “Lord Arthur Savile’in Suçu” kitabında Londra aristokrasisine mensup Lord Arthur’un çevresinde dönen mistik bir cinayet öyküsü anlatır. Kaderin kaçınılmazlığı üzerine kurulu bir trajediyi, -metnin ciddiyetini bozmadan- olay ve karakter seçimiyle bir mizaha, bir durum komedisine, toplumsal taşlamaya dönüştürür. Londra sosyetesinin mistisizm tutkularına, bilgisizliklerine, değer yargılarına saldırmıştır aslında. Ancak Wilde’ın dehası, bir yandan yergisini yerine ulaştırırken, öte yandan kurduğu atmosferle Poe’yu aratmayacak bir gerilimi de yakalamayı başarıyor.

Gotik edebiyat Wilde’ın yaşadığı yıllarda çok fazla ilgi görüyordu. Ancak o kolaycılığı seçmemiş. Yine atmosfer yaratmadaki başarısıyla, zaman zaman klasik gotik metinlerin etkileyiciliğini yakalıyor Wilde. Belki de dehşet öyküleri yazmanın zor olmadığını kanıtlıyor böylelikle, ve hemen ardından bu dehşet öğesini, klasik hortlak motifini tersine çeviriyor, mizahla süslüyor. Metafizikle ve bu tarz inanışlarla inceden inceye eğleniyor. Algılama farklılığını ortaya çıkarmak için bir Amerikan ailesini yerleştiriyor öykünün merkezine. Hortlağın hortlaklığını kabul etmekle birlikte ona fazla önem vermeyen, dahası oyuncağa çeviren, birlikte yaşama şartlarına uymaya zorlayan bu Amerikan tarzı anlayışla, geçmişlerine, aile tarihlerine, malikanelerine ve hayaletlerine bağlı İngilizler arasındaki fark kendiliğinden yaratıyor mizah unsurunu.

Bir masal, bir hikaye ya da bir roman okurken bizlerde gerçeklik duygusunu uyandıran ustalık, yazarın bizlere tanıdık gelen ilişkileri, bizim de başımızdan geçebileceğine inandığımız olayları bulması ve bunları sözcüklerle canlandırmasıdır. Okurken hemen farkedeceksiniz, Oscar Wilde, kimi zaman çiçeklerle kaplı bir bahçeyi, kimi zaman çiftlik hayatını, kimi zaman zenginliğe boğulmuş bir sarayı, kimi zaman da o saraylarda yaşayanlara elbiseler diken yoksul bir terzinin evini bütün sesleri ve renkleriyle sunuyor okuyucusuna.

Vinkmag ad

Read Previous

Yalnızlığı Derinleştiren Kalabalıklar, İnsanı Suskun Kılar!

Read Next

Dünyayla Söyleşen Şair

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *