
Mehmet Bilal Dede’nin uzun zamandır beklenen Osmanlı’da Bir Vampir serisinin ikinci kitabı Günah nihayet Nota Bene Yayınları etiketiyle okuyucularıyla buluştu.
Edebiyat dünyasında Üçüncü Tekil Şahıs, Adresinde Bulunamadı, Üvey adlı kitaplarıyla kendine has bir yeri olan, eski reklamcı, ünlü dizilerin senaristi ve şarkı sözü yazarı Mehmet Bilal Dede’nin uzun zamandır beklenen Osmanlı’da Bir Vampir serisinin ikinci kitabı Günah nihayet Nota Bene Yayınları etiketiyle okuyucularıyla buluştu.
Son derece başarılı kapak tasarımı ile dikkat çeken serinin ilk kitabı da aynı anda yeniden yayımlandı. İlk kitap Bela, okurlara 19. yüzyıl İstanbul’unda geçen, hayat, ölüm ve aşk arasında sıkışıp kalmış eğlenceli ve aynı zamanda yüreklere dokunan bir vampir hikayesi anlatıyordu. Gönülsüz vampir Bela’nın merakla beklenen devam hikayesi Günah’ta ise bu defa kahramanımızın tek başına değil, edindiği yol arkadaşları ile İstanbul’u bir kan gölüne çevirmeye çalışan karanlık güçlere karşı verdiği mücadeleye tanık oluyoruz. Soluk soluğa okunan Günah romanında kahramanımız Bela’nın karamsar varoluş sorgularına, bir vampir olarak insanca yaşama ikilemine, yakıcı bir aşkın açmazları, yıkıcılığı ve ıssızlığı da eşlik ediyor. Sevgili Mehmet Bilal Dede ile Osmanlı’da Bir Vampir üzerine söyleştik.
-
Günah romanının yazım aşamasını ve o süreçte hem toplumsal hem içsel serüveninizin bu romanınıza nasıl bir etki yaptığını veya yapmadığını merak ediyoruz bir okur olarak.
Osmanlı’da Bir Vampir’e bir seri dersek eğer ilkini, Béla’yı yazarken ruh halim başka sularda geziniyordu. Yeniden doğuş ve sonsuz yaşam fikri ile aşkın bizzat kendisinin cazibesiyle yoğurmaya çalıştım bu kitabı. Geçen zamanda memlekette de bende de çok şey değişti, bu hal bende de çok şey değiştirdi. Biliyorsunuz, bizim ülkemiz hiçbir zaman insan canlısı bir yer olmadı belki ama sanırım şu son yıllardaki kadar umutsuz, moral bozucu, korku dolu ve cehennemi bir yer de olmadı, en azından benim yaşadığım ve hatırladığım süreçte.
Ben ölümsüzlükle baş etmeye çalışan bir karakter yaratmaya çalışırken, aşkın pekâlâ insanı yaşayan bir ölüye çevirebildiğinden, âşık olanın zaten kanının içildiğinden, en azından kanının çekildiğinden dem vururken iş çok daha ötesine gitti, diyelim ki çok daha toplumsal bir boyut kazandı. Zorbalığın, baskının, yabani kabalığın, tıknefes kalmanın, korkunun, utandıran işbirlikçiliğin, kutsanan cehaletin, insanın önce kendine yaptığı ihanetin ve ayıbın, işlediği suç ve günahın bir vampirden çok daha “ölümsüz” olduğunu gördüm.
![]() |
-
Yaşam ve ölüm kitabın iki tezat kavramı. Bir ölümsüzün yaşam serüveni de denebilir bir nevi ya da ölümün yaşamı alt etme çabası tersten okursak da yaşamın ölümü. Vampir hikâyesini kurarken yaşamdan mı yoksa ölümden mi daha çok etkilendiniz?
Bu soru beni gene ilk kitap Béla’ya götürüyor. Çok akıllı uslu bir cevap verebilir miyim, bilmiyorum. Ama evet, ölüm ve ölüm korkusu, bu dünyada işinin bitmesi, dükkânı kapatmak, perdeyi indirmek, ocağın altını söndürmek düşüncesi beni daha çok etkiledi diyebilirim. Ben ölümden belli bir yaşıma kadar hep korkarak yaşadım. Dahası ölümü biraz haksızca buldum. Belki de yazdığım çok az şarkı sözlerinden birindeki gibi “Bir Ömür Yetmez” demek istemişimdir. Ölümsüz olmayı kim istemez? Veya ölümsüz olmayı dilemeyen, bunu aklından bir kez olsun geçirmeyen kaç kişi var? Biraz da o nedenle yazmıyor muyuz?
-
Aslında en çok merak ettiğimiz şey ‘Béla’ karakteri nasıl ortaya çıktı? Hatta neden Osmanlı’da, neden günümüzde değil?
Bir vampir romanı yazmaya karar verdiğimde, ki en yakın yazar arkadaşlarımdan birkaçına danıştım, onay almak ihtiyacı duydum, ben nasıl bir “ölümsüz” görmek istediğimi sordum kendime. Bana ne kadar yakın, benden ne kadar uzak olacaktı bu karakter. Kendine sunulan hayatı bozuk para gibi harcayan, dünyayla barışamayan, yaşamaya karşı hiç de “obur” olmayan bu genç adam bakalım ölümsüzlükle nasıl baş edecekti? Bir insana ikinci bir şans verildiğinde yine ilki gibi mi yaşamakta ısrar eder, kendinden mi taşar? Kaçar mı, zıttını mı yaşar yoksa? Bu biraz kendime de meydan okumak gibiydi…
Sorunun ikinci kısmı, Osmanlı’ya gelirsek: Çoğu insanın kolayca olumlu veya olumsuz bir karşılıkla geçiştirdiği 600 yıllık bir dönemden, bir zaman diliminin de dünya coğrafyasına, siyasetine, dengesine yön verdiği bir imparatorluktan söz ediyoruz. Her şeyin dışında olağanüstü bir dokudan söz ediyoruz. Öyle zengin, öyle renkli ve öyle çelişkilerle dolu ki, ben de kolaylıkla “Niye olmasın?” diyebilirim. O günü anlatırken bugünle flört ettiğimi, anlamlı göndermelerle bezemeye, paralellikler kurmaya çalıştığımı okuyanlar fark etmiştir.
-
Romandaki atmosfer hem çok gerçek hem de bir o kadar düşsel ki kitap boyunca yarattığınız mekân ve zaman mefhumu, Osmanlı ve günümüz arasında paralellikler görülmeyecek gibi değil doğrusu. Bu, romanı yazarken özellikle yapmak istediğiniz bir kurgu muydu?
Teşekkür ederim ve hemen “evet” diye cevaplarım bu soruyu. Cep telefonu, internet veya genel olarak teknolojik gelişmelerin varlığı, uzaydan arsa satın alma, tapu edinme girişimleri II. Mahmud zamanındaki baskıları, keyfiyeti, iktidar sarhoşluğunu, Abdülhamit döneminin belirsizliğini, karmaşasını ve kafa karışıklığını bugün de yaşamamıza engel değil ne yazık ki. Yanı sıra elindeki gücü kötüye kullanma, nüfuzun çirkin, karanlık ve haksız yüzü… Aşkı yaşama şekli değişse de aşk yine aşk, umut yine umut, özgürlük hayali yine aynı şekilde.
-
Yaşam korkusu yaşayan bir ölümsüz, intiharı düşünen bir ‘vampir’ çok sık rastladığımız bir karakter olmamakla birlikte Bélabu türün en karmaşık ve akılda kalıcı karakterlerinden biri oluyor. Varoluş sorunu yaşayan bir insan değil de ölümsüz. Oldukça sarsıcı bir çözümsüzlük saklıyor içinde. Bu, üzerine derin düşünülmeye iten bir olgu. Siz ne düşünüyorsunuz?
İşte o çelişki beni bunlara niyetlendiren. İlk kitabı tasarlarken en önemli motivasyonum tam da buydu. Benim önümde “Dracula”, “True Blood” veya “Vampire Academy” değil, Anne Rice karakterleri vardı. Türün şahikasını yazan bu kadına yakışır karakterlerim, büyülü bir dönemim, anlam taşıyacak sözlerim ve getirmem gereken yeniliklerim, özetle katkılarım olmalıydı benim de. Béla ölümlü ve ölümsüz hayatında taban tabana zıt insiyaklarla yaşıyor. Hiç tatmadığı duygularla tanışıyor. Aşka düşüyor. Ömrünün yalnız ve terk edilmiş olduğu gerçeğini ona unutturması için yarattığı kişinin kurbanı haline geliyor. Belki de en çelişkili acısı, en sarsıcı hayal kırıklığı, bir anlamda Mevlana ve Şems dostluğunu, yakınlığını, sevdasını umarken Habil ve Kabil çatışmasının içinde buluyor kendini.
-
‘Günah’ romanı çok katmanlı bir roman, adeta sinematografik özellikler taşıyor ve her bir karakter o kadar kanlı canlı okuyanın gözlerinde beliriyor ki okurken o zaman ve mekânın içinde kaybolmamak içten bile değil. Hikâyenin inandırıcılığı, dramatik yapının sağlamlığı, görsel hafızayı besleyen etkenler, bir yandan da özenli dili romanın edebi değeri ve kolay okunurluğunu aynı anda sağlıyor. Bu durum sizin aynı zamanda senarist olmanızla da alakalı. Acaba ‘Béla’nın serüvenlerini beyaz perdede görme şansımız olacak mı?
Bunu ne kadar dilediğimi bilemezsiniz JYerli veya yabancı bir yapımcının fark etmesini, ilgisini ve teklifini utanmadığım bir hevesle bekliyorum itiraf edeyim ki.
-
‘Osmanlı’da bir vampir, Bélakarakterinin ilerleyen zamanda devamını okumak isteyen okurlardan biri olarak acaba Béla’nın günümüzde geçebilecek ya da daha uzak bir zamanda bu topraklarda geçen maceraları olacak mı?
Ben bu iki kitaba yaklaşık yedi yılımı verdim ve açıkçası biraz yoruldum. Özellikle “Günah” canıma okudu desem yeridir. Devamı gelir mi, kim bilir? Ama Béla’nın bir macerasını daha okumak istediğini söyleyen birkaç okur, bunun bir üçleme olarak tamamlanması gerektiğini hatırlatan profesyonel isimler şimdiden çıktı bile! Hali hazırda bir öykü kitabı, bir roman veya bir novella için kamaşıyor bugünlerde dişlerim, kanım bu düşüncelerle kaynıyor.
-
Béla’nın bu devam kitabında çok güçlü yan karakterler var ve bu karakterlerin romanı da yer yer sürükleyen, merak unsurunu körükleyen ve hatta hikâyeyi alıp götüren bir işlevi var. Bunların romanda bu kadar baskın bir yer kaplaması hatta Bélaile bazı yerlerde hacim bakımından da yer değiştirmesi özellikli olarak yaptığınız bir şey mi yoksa yazarken kendini dayatmaları tamamen bir tesadüf mü?
Ben çok geometrik yazan biri olmayabilirim, çok emin değilim. Ama Delimine ve Oğul karakterlerini içim özellikle çok istiyordu. Keyif Ana’yı, Devletli’yi, Hanım’ı ama özellikle de Delimine ve Oğul’u çok seviyorum, hâlâ benimle birlikteler, günlük hayatımda aklımda ve kalbimdeler. İlk kitaptaki Paşa gibi Delimine ve Oğul’u bazen gülümseyerek bazen de gözlerim dolarak anıyorum. Baştan itibaren içimin istediği şekilde, hacim gözetmeden kâğıda yansıdı galiba. Yine bir birkaç okurum sahilsaraydaki hayatı biraz daha uzatabileceğimi, tadını daha çok çıkarabileceğimi söylediler. Haklılar. Keşke mesela Oğul’un bir de sünnet düğününü yazmış olsaydım. O sünnet olurken Béla’nın hali gözlerimin önüne geliyor da…
-
Gelelim Güneş meselesine. Güneş’in hem metaforik hem karakter olarak Osmanlı dönemi ile geleneksel edebi bağlantısı da göz önünde bulundurulduğunda çok güçlü bir etkisi ve açılımı var, Bélaüzerinde. Bir vampirin belki de en son âşık olacağı varlık, ona ölümü yansıtan ışık Güneş’tir. Bir ölümsüze aşkı ölüm yoluyla tattırmak hatta yaşatmak nasıl bir yoldur?
En zor (kazık desem ayıp olur mu) soruyu sona mı sakladınız? Daha önce dediğim gibi bence aşk zaten insanı yaşayan ölüye çevirir. Kan içse de içmese de kanı içilmiştir çoktan bir âşığın, en azından kanı çekilmiştir. Cennetini de cehennemini de bir arada yaşar âşık. Güneş, ismiyle müsemma bir vampirin cehennemi, kendi seçtiği katili, canıyla kanıyla yarattığı zorbası, eser umuduyla yarattığı suçu, günahı, vicdan azabı. Ruhuna mühür gibi kazınmış birinin tarifi zor ihanet ve inkârı, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir gösterinin hüzünlü ve umarsız bir provası. Kavuşamazsan aşk olurmuş ya, ben de onları kavuşturmamak için edebiyatın imkân, oyun ve cazibesini kullandım, elimden geldiği kadar.
- Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.
Osmanlı’da Bir Vampir |
![]()
|
![]()
|
- Mehmet Bilal Dede ile “Osmanlı’da Bir Vampir” sohbeti - 8 Temmuz 2018