Yenilikçi dünya görüşünü yenilikçi bir edebiyat arayışıyla birleştiren Virgina Wollf’un Deniz Feneri de dâhil tüm romanları bir yazarın isyanını da yansıtır.
Özel bir yazardı Virgina Woolf. Roman yazmanın ötesinde, hem iyi bir edebiyat okuru hem parlak bir eleştirmendi. İngiltere’nin geleneksel muhafazakâr atmosferinde boğulan bir kadın ve bir entelektüel olarak kendisine dayatılan hayat tarzını ve edebiyat anlayışını kabul etmedi. Yenilikçi dünya görüşünü yenilikçi bir edebiyat arayışıyla birleştiren Virgina Wollf’un romanları edebi değerleri kadar bir yazarın isyanını da yansıtır.
Dünya klasikleri arasında tartışılmayan isimlerin başında Virginia Woolf geliyor. Bu nedenle yayınevlerinin -biraz da telif ücretlerinden kurtulmak arzusuyla- “Dünya klasikleri”ne yöneldiği son yıllarda Virginia Woolf romanları farklı yayınevleri tarafından sıklıkla yayımlanıyor. Sadece romanları değil, inceleme kitapları, Woolf ve romanları üzerine yapılan çalışmalar da bir hayli kabarık bir yekûn oluşturuyor.
Virginia Woolf, 1915-1941 yılları arasında, aralarında “Mrs. Dalloway”, “Deniz Feneri”, “Perde Arası”, “Dalgalar”, “Orlando”, “Kendine Ait Bir Oda” ve “Flush”ın da bulunduğu on beş kitap yazdı. Aynı dönemde imzasını attığı pek çok eleştiri, deneme ve çok hacimli bir güncesiyle edebiyat alanındaki yetkinliğini kanıtladı. Hemen her romanında kadın sorunlarını işlemeye özen gösteren Virginia Woolf’un özel yaşamındaki sırlar edebi kimliği kadar ilgi çekici; “her kitabını bitirdiği dönemde geçirdiği şiddetli bunalımlar, soylu kadınlarla yaşadığı eşcinselliği ve sonunda suların trajik çağrısına kapılarak intiharı, onun edebi zekâsının arka yüzündeki gerçeklerdi”.
Tasarlanan ve yazılan
Virginia Woolf’un yazılarının büyük çoğunluğu ve güncesinin önemli bir bölümü yazma sanatı üzerinedir. İyi bir şiir ya da iyi bir romanın ortaya çıkış koşullarından tutun da bir sanat eseri oluşturmak için gereken ortama, hayat şartlarına, hatta yazarların başarılı eserler vermek için haiz olmaları gereken niteliklere kadar pek çok konuya değinir. Özellikle “Bir Yazarın Güncesi” adıyla yayımlanan anılarında, kendi eserlerinin yazılış aşamaları kadar bu aşamalara eşlik eden gündelik hayat parçacıklarına da yer verir Woolf. Bir başka deyişle, günceyazdığı, yazmaya koyulduğu ya da gelecekte yazmaya niyetlendiği kitaplar hakkında kendi kendisiyle yapılmış bir söyleşi niteliğine sahiptir. Romanlarının her birini tasarlarken, yazarken ya da gözden geçirirken olay örgüsü ya da biçim, roman kişisi ya da serim gibi günbegün karşısına çıkan problemleri tartışırken, “Deniz Feneri” adlı bir romana başlamak istediğinden ve romanın planından söz eder.
Başlamak istediğini söylediği “Deniz Feneri”ni 1927 yılında tamamlar. Taslakla tamamlanmış metin arasındaki ilişki Virginia Woolf’un edebiyat anlayışını ortaya koyması açısından önemli görünüyor. Klasik hikaye anlatımın uzağında, olay örgüsü bilhassa gevşek tutulmuş bu roman, Delueze’e göre “Dünyanın bir anını nasıl kalıcı kılmalı ya da onu kendisi tarafından nasıl var etmeli?” sorusuna yazı için olduğu kadar resim ya da müzik için de geçerli bir yanıt veriyor: “Her atomu doyum noktasına getirmek…” Peki nasıl başarıyor bunu Woolf? Delueze şöyle yanıtlamış; “Gündelik ve yaşanmış algılarımıza yapışan her şeyi, sıradan romancının gıdasını oluşturan her şeyi, atık, ölü ve gereksiz olan her şeyi eleyerek, yalnızca bize bir algılam veren doygunluğu saklayarak, saçmayı, olayları, pisliği, ama saydamlık içinde işlenmiş olarak, anın içine alarak, oraya her şeyi koyarak ve yine de doyum noktasına getirerek…”
Hikâye basittir aslında. Yaz mevsimini deniz kenarında geçiren Ramsay ailesinin, misafirlerinin ve çevrelerindeki dostlarının hayatından kısa bir dönem – bilim adamı Bay Ramsey’in fedakar eşi bayan Ramsey’in gözünden- anlatılır. Şimdiki zaman içerisinde sürüp giden olaylar, kişilerin bilincinde oluşan izlenimlerle geçmişe yayılırken, son bölümde gelecek zamana da uzanır.
Deniz Feneri, evin küçük oğlunun hep gitmek istediği, ama hava muhalefeti nedeniyle bir türlü ulaşamadığı bir yer, bir arzu nesnesi ve aynı zamanda yetişkinliğe geçişin sembolü ve romandaki üstü örtük gerilimin kaynağıdır. Gerilimi hikâyenin yapı taşı olarak görür Woolf; gerilim karakterleri harekete geçirir ve onları harekette tutar. Gerilim, yükselişi veya daha karmaşık hale gelmesi ile olaya ivme kazandırır. Woolf’un romanlarında karakterler ve gerilim birbirlerinden ayrılmayacak kadar iç içedir.
Dil ve Bilinç
Romanı okurken bir an tereddütte düşebilirsiniz. Hikâyede yer alan şahıslar birbirleri ile konuşuyorlar şüphesiz, ancak bu monologlardan iç monologlara ya da bilinç akışına geçildiğinde, anlamlar üzerinde bir belirsizlik olduğunu fark edeceksiniz. Bunun nedeni Wollf’un, insan zihninde düşüncenin oluşma sürecine yakınsama isteğidir. Böylelikle bir yandan yargıları, kesinlik taşıyan önermeleri ve bilgiye duyulan güveni sorgulayan Wollf, diğer yandan aydınlanmanın apaçık gördüğü gerçeklerin muğlaklığını vurgular.
Yapıtlarında bireylerin dış dünya izlenimlerini ve bu izlenimlerin getirdiği çağrışımları konu edinen, insan yüreğindeki tutkulara, acılara, korkulara, ruhun derinliklerine ışık tutmayı amaçlayan Virginia Woolf’un amacına en uygun anlatım elbette “bilinç akışı” tekniğidir. Ne var ki, bireyin zihnindeki düşünce süreçlerini tam da olduğu gibi, yani şekilsizliği, karmaşıklığı, tamamlanmamışlık ve çelişkili halleriyle yansıtırken, doğrusal bir mantık üzerine kurulan ve düşüncenin yapısını dolaysız biçimde yansıtamayan dilin sınırlarına takılır. Bu nedenle dilbilgisi kalıplarının dışına çıkmak zorunda kalır, büyük bir cesaretle “yüzyıllardır romancıyı desteklemeye yardım eden işaret direklerinin hepsini hiçe saymıştır”. Roman kişilerinin bilinç akışı ile o kişinin eylemlerini aynı cümle içerisinde aktarırken göstermek istediği, “bu iki farklı insani faaliyetin gerçekte de eş zamanlılığıdır”.
Woolf’un yansıttığı duygu ve düşünce dünyasının belli bir sosyal kesime ait olması, bu kişilerin toplumsal ve tarihsel bağlamlarının işlenmemesi bir eksiklik gibi görülmüş, Joyce, Kafka, Woolf, Proust gibi modernist yazarlara yönelik en ciddi eleştiri “gerçeklikten kopmaları” olmuştu. Oysa “modern”lerin peşinde koştukları bilgi gerçekliğin farklı bir alanına, bireyin iç dünyasına ilişkindi. Virginia Woolf’un meselesi de, Victoria döneminin sona erdiği, geleneksel değerlerin parçalandığı bir toplumsal yapıdaki insanın -özellikle kadının- durumuydu. Tıpkı Joyce gibi, Woolf da yeni bir çağın, geçmişin ölü toprağını üzerinden atmak isteyen yeni toplumsal ilişkilerin insanıydı. Onlar hayatı ve sanatı çağlarına uygun biçimde algıladılar. Geçmişin yazma biçimlerinden kopmaları yeniyi fark etmiş olmalarındandır. Onların yapıtlarında -Sartre’ın sözleri ile- “aracısız olarak okuyucuya gösterilen gerçeklik artık nesnelerin; yani ağacın ya da kül tablasının kendisi değil, bu nesneleri gören bilinçtir”.
Virginia Woolf’un Joyce için kaleme aldığı inceleme yazısı, kendisini de çok iyi açıklıyor; Woolf da Joyce gibi “materyalist romancıların tersine ruhsaldır, her ne pahasına olursa olsun, haberlerini beyin yollarından gönderen içimizdeki o alevin titreşimlerini aydınlatmayı kendisine amaç edinmiştir.”
- Deniz Feneri
- Virginia Woolf
- Çeviri : Ayşe Belma Dehni
- 320 sayfa
- Ayrıntı Yayınları
- Mary Shelley’in Yaratığı - 4 Şubat 2018
- Jules Verne’in Fantastik Dünyası - 28 Kasım 2017
- Dorian Gray’in Portresi; Yazarını Yok Eden Roman - 19 Ekim 2017
FACEBOOK YORUMLARI