Savaş ve Barış

Gidip gelmelerin, çatışmaların romanıdır “Savaş ve Barış”

Bundan tam bir asır önce, Julian takvimine göre 7 Kasım’da yaşlı bir adam gizlice evinden çıktı, bir süre amaçsızca dolaştı, sonra uzaklara –bir rivayete göre İstanbul’a- gitmek hayaliyle Rusya taşrasının küçük bir tren istasyonuna yöneldi. Ancak güçsüz bedeni daha fazlasına elvermeyecek, istasyon binası onun son durağı olacaktı. 9 Kasım’da -82 yaşında- ölen bu mutsuz ihtiyar dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Leo Nikolaeviç Tolstoy’du.

Uzun, hareketli ve çalkantılı bir hayat sürmüş, romanlarına kendi deneyimlerini yansıtmıştı. Yazmaya 1852’de, çocukluk yıllarını anlatan hikâyesi ile başladı. Kafkasya ve Kırım’da geçen askerlik macerasını “Kazaklar”, “Hacı Murat” ve “Sivastopol” romanlarında işledi. “Savaş ve Barış” ve “Anna Karenina”daki roman kahramanları ve olaylar da biyografisi ile kolayca ilişkilendirilebilir. Ama aktarmakla yetinmedi; gözlemlerini dünya görüşünün eleğinden geçirerek yorumlamış ve yoğunlaştırmıştı. Onun gözünde sanat, “doğanın enginliğiyle ve derinliğiyle yarışma amacını gütmez, doğa olaylarının yüzeyinde kalır. Ne var ki, o kendi derinliğine, kendi gücüne sahiptir. Yüzeyde gerçekleşen bu olayların en yüce anlarını yakalayarak onlarda doğa yasalarına uygun olanı keşfeder, işlevsel olanın yetkinliğini, güzelliğin doruğunu, anlamın saygınlığını, tutkunun yüceliğini keşfeder”.

Zengin bir toprak sahibinin oğlu, “Kont” ünvanına sahip bir aristokrattı. Ancak sınıfının ideolojisinden erken kopmuş, aklına “acaba” sorusu erken düşmüştü. Kopuşunu “İtiraflarım”ın girişinde şöyle özetler;

Ben Ortodoks Hıristiyan inancına göre vaftiz edildim ve yetişti­rildim. Bu inanç bana çocukluk ve gençlik çağım boyunca öğretil­di. Ne var ki, on sekiz yaşında üniversiteyi ikinci sınıftan terk etti­ğimde geçmişte bana öğretilen şeylerin hiçbirisine artık inanmı­yordum. Belli hatıralardan çıkarabildiğim kadarıyla, bana öğreti­lenlere hiç ciddi olarak inanmamıştım. Sadece öğretilenlere ve et­rafımdaki büyüklerin inançlarıyla ilgili söylediklerine güvenmekle yetiniyordum. Ancak bu temelsiz bir güven duygusuydu.

Yıllar sonra dinle yeniden barışsa bile Hristiyanlık inancına kendi yorumunu getirmişti. İnsan sevgisine dayanan, şiddete karşı, zenginliği kötülük sayan bu inancıyla yönetici kesime güvensizliği ve aristokrat sınıfa duyduğu öfkesi değişmemişti. Öyle ki hayatının son döneminde mülkiyetini köylülere paylaştırmış, bir köylü gibi giyinmiş, elleriyle çalışmağa başlamış, et yemekten vazgeçmişti. Sözün kısası, bütün kurumlarıyla şiddet ve hırsızlık üzerine kurulu devlete karşı anarşist bir ütopya kurmuştu Tolstoy.

Tolstoy’un romancılığını ve felsefesini ortaya koyan en önemli yapıtları “Savaş Barış”, “Anna Karenina” ve “Diriliş” romanlarıdır. “Savaş ve Barış”ı sonraya bırakalım. Farklı sınıflardan gelmekle birlikte her iki romanda kahramanlar kadındır ve aşklarının kurbanı olurlar. İlk bakışta hikayeleri melodram klişesi gibi, hatta adaptasyon yerli dizilerimiz için de pek vaatkar görünüyorlar. Ne var ki, büyük bir yazar olarak Tolstoy, insani dramların arkasına bakmaya niyetli. Zengin kesimden Anne Karenina ile hizmetçi Katyuşa’nın kötü kaderlerini kesiştirenin Rus toplumuna derinlemesine nüfuz etmiş çürüme olduğunu gösteriyor Tolstoy. Öyle ki, fahişelik yapmak zorunda kalan Katyuşa’yı ahlaki açıdan bir papazdan üstün tutmaktan çekinmeyecektir.

Özellikle Anna Karenina’da kahramanın iç dünyasını ve aşkı çok çarpıcı bir biçimde işlemiş ama yaşadığı dönemin geçilmez sınırlarına takıldığı yerler de var. Mahrem olanın dile getirilememesi 19.yüzyıl edebiyatının ciddi bir zaafı. Aşktan, mutsuz evliliklerden, iğfal edilerek düşürülmüş kadınlardan, fahişelikten söz etse bile cinselliğin alanına Tolstoy da giremiyor. Eksikliğinin üzerinden karakter analizlerini, adalet ve ahlak eleştirisini öne çıkararak gelmiş. Her iki romanın düşünsel arka planında ahlaki bir tutum yer almakla birlikte, özellikle “Diriliş” romanında adalet kavramı öne çıkıyor. Hukukun güçlüden yana olduğu adaletsiz bir toplumsal düzen..

Savaş karşıtı savaş romanı

Kim yaparsa yapsın, en iyi romanlar listesinde “Savaş ve Barış”ın üst sıralardaki yeri değişmez. Romandan ziyade büyük bir destan; ama kahramanların değil tarihin kendisine dair bir destan. Tolstoy’un 1869 yılında yayımlanan -gerek hacim, gerek içerik ve gerekse de edebiyat açısından- bu dev romanının arka planında 1805-1813 yılları arasında süren Napoleon savaşları yer alır. Bu nedenle “Savaş ve Barış”ta mekan Rusya ile sınırlı kalmaz, sahne bütün Avrupa’yı kapsar.

Sanat, düşünebilen, gerçeği görebilen, toplumu anlayabilen insanların işi”ydi. Bu fikriyattan hareketle  “Savaş ve Barış”ı  sadece roman olarak görmedi; savaşı insani, toplumsal ve siyasal açıdan irdeleyen, yarattığı yüzlerce roman kişisiyle Avrupa ve Rusya tarihinin bir dönemini bütün dinamikleriyle inceleyen dev bir metin yazmıştı Tolstoy.

Tolstoy’un uzun süren tarihi okumalarının ışığında tamaladığı bu dev eserin ardında bir tarih felsefesi dikilidir; Fransız ve Rus meslektaşlarının önemli bir bölümü gibi Tolstoy da kitlelerin tarihini yazmaya soyunduğunda, tarihi yapanın büyük adamlar ya da kahramanlar olmadığını, tarihin halkın iradesi ile tecelli ettiğini savunuyordu. Kutuzov sonunda Napoleon’u yendiyse, bunun nedeni kişisel yeteneklerinin çok ötesinde bir zorunluluğun sonucu, bireylerin alınlarına adeta kader gibi yazılan toplumsal güçlerin determinizmiydi 

Ancak “Savaş ve Barış”a edebiyat katındaki değerini veren, onu günümüze taşıyan tarihsel içeriği ya da tarih felsefesi olamaz. Lucas’ın “Tarihi Roman” incelemesinde vurguladığı gibi, Tolstoy’un Napolyon savaşlarını gerçekten tüm boyutlarıyla ele alması mümkün değildi. O,  başkarakterlerinin insani gelişimleri açısından özellikle önemli ve karakteristik olan anları yakalamıştır. “Tarihsel roman alanındaki dehası, bu epizotları Rus ordusunun ve –bunun üzerinden– Rus halkının tüm ruh halinin vurgulu şekilde dile gelecek şekilde seçmesinde ve biçimlendirmesinde gizlidir.” Gerçekten de, özellikle Pi­erre, Andrey, Nikolai ve Nataşa her yönüyle canlanır. İç dünyaları, birbirleriyle ilişkileri, başkaları tarafından değerlendirilişleri, olgunlaşmaları, savaştan etkilenme biçimleri romanın dramatik çatısını kurar.

Gidip gelmelerin, çatışmaların romanıdır “Savaş ve Barış”. Öncelikle savaş ve barış arasındaki salınımın, sonra halk kitleleriyle aristokrasi arasındaki çatışmanın, kültürler arasındaki farkların, kadın erkek ilişkilerindeki iniş çıkışların, askerler ve siviller arasındaki zihniyet ayrımının yarattığı dinamik içinde Tolstoy, pek çok kavram çiftini de karşılaştırır. İyi ve kötü, neşe ve keder, saflık ve kibir, modern ve gelenek, umutla umutsuzluk, kahramanlıkla korkaklık gibi pek çok kavram, yazarın dünya görüşünü yansıtmak için kullandığı kavramlar. Kuşkusuz insanlar ve olaylar aracılığıyla söylüyor sözünü.

Anlatıcının konumu, ayrıntı ve malzeme zenginliği, binlerce sayfaya yayılmış beş yüzü aşkın roman kişisi gibi üzerinde durulacak daha pek özellik sayılabilir. Ancak hepsi bir yana; “Savaş ve Barış”ın en büyük gücü tasvirlerindedir. Yazarın savaş karşıtlığını ortaya koyan, savaşın insan hayatlarına yaptığı yıkıcı etkileri gözler önüne seren, boşu boşuna tüketilen hayatları izlerken sanki kendi ömrümüzden tüketiyormuş duygusuna kapıldığımız  “Savaş ve Barış”, her şeye rağmen iç karartıcı bir roman değil. “Ne­deni, belki zaman bakımından olduğu gibi yer bakı­mından da genişleyip yayılması ve henüz korkutucu boyutlara. erişmeden içimizi sevinç ve heyecanla dol­durarak, bittiğinde geride müziğe benzer bir etki bı­rakmasıdır” demiş Forster “Roman Sanatı” incelemesinde.  “Savaş ve Barış’ı bir süre okuduktan sonra kulağımıza birbiriyle uyuşan güçlü birkaç ses birden gelmeye başlar, ama tellere neyin vurduğunu kesinlikle bilemeyiz. … ama kulağımıza gelen müzikli ses­lerinin kaynağı öykü değildir. Tek tek olaylar ya da kişiler de değildir. Bu sesler, olaylar ve kişilerin da­ğılmış bulundukları uçsuz bucaksız Rus toprakların­dan yükselir; ormanların, tarlaların, bahçelerin, yol­ların, köprülerin, donmuş ırmakların topluca yarat­tığı görkem ile uğultudan doğar.”

Forster’in sevinç ve heyecan olarak tarif ettiği, Deleueze’ün insanın kendi halinden çıkarak  sanat eseri haline gelmesi biçiminde tanımladığı bir duyum şeklidir aslında. Tolstoy, romanı yaratan görü ve duyumları “bize vererek bizim onlar haline gelmemizi sağlar. Dolayısıyla, artık söz konusu olan, sanatçının gizemli ve bir belirlenime sahip olmayan duygularıyla ‘haline geliş’ler yaratarak her zaman yeni değişimlere ulaşan bir yaratıcı olduğudur”.

Meslektaşı Balzac gibi Tolstoy da yaptığı işi sadece edebiyatla sınırlamamış, yazdıklarıyla –gerçekten de- toplumun sosyoloğu ve tarihçisi olmuştu. Yapıtlarının tarihsel ve toplumbilimsel açıdan değerinden kuşku duymuyoruz. Ama bunun nedeni bir çağın tarihini ve toplumunu bireysel hayatlar üzerinden “canlandırabilmelerindendir”.  Bunu adı edebiyattır.

Vinkmag ad

Read Previous

Karabasan ve Uyanış: Kaan Arslanoğlu İle Bir İnternet Söyleşisi

Read Next

“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *