Kemal Yavuzer, kitapları NotaBene Yayınları etiketiyle yayımlanan Yokuş Yukarı İstanbul‘un yazarı Sibel Öz ile bir söyleşi gerçekleştirdi.
Üçüncü kitabınız “Yokuş Yukarı İstanbul” yayınlandı. Kitaptaki öyküleri, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun İstanbul Destanı şiirine atıf yaparak “Yarısı Gümüş” ve “Yarısı Köpük” adlarını verdiğiniz iki bölümde topladınız. Bölümlendirmenizde bu bilinçli seçiminizi, bu atfınızı biraz açıklayabilir misiniz?
“İstanbul deyince aklıma martı gelir / Yarısı gümüş, yarısı köpük / Yarısı balık, yarısı kuş. /İstanbul deyince aklıma bir masal gelir, / bir varmış, bir yokmuş.” Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun İstanbul Destanı adlı şiirinde geçer bu dizeler. İstanbul sahiden martıyla hatırlanır, vapurla, simitle, Boğaziçi’yle… Yarısı gümüş yarısı köpük, yarısı balık yarısı kuş bir masal… Yokuş Yukarı İstanbul adlı son öykü kitabım, önceki iki kitap gibi İstanbul’a dair öykülerden, yani ana kahramanın bir yanıyla İstanbul olduğu öykülerden oluşuyor. Bu nedenle kitabı bu güzel İstanbul şiirine atıfla iki bölüme ayırdım. Yarısı Gümüş adlı ilk bölümde İstanbul’un çeşitli eski semtlerinde yaşanmış, politik yönü de olan öyküler ağırlıklı yer tutar. Yarısı Köpük adlı ikinci bölümde ise daha uçucu, daha hayata ve günlük yaşama dair öyküler yer aldı. Hayat da böyle değil midir? Yarısı gümüş, yarısı köpük… Bir varmış bir yokmuş… Köpük kadar uçucu, sonlu, sınırlı, gelip geçici, ama diğer yanıyla gümüş işte, yaşıyoruz, yaşlanıyoruz, yaşadığımız her şey biricik olduğu için değerli, kıymetli.
‘Yokuş Yukarı İstanbul’da ele alınan semtlerde ve bu semtlerde yaşayan insanların hayatlarında özlediğimiz ve görmek istediğimiz bir semt bilinci de gözler önüne seriliyor. Sizce bu dönemde bu bilincin körelmesinin ve kaybolmasının sebebi nedir?
Yokuş Yukarı İstanbul, önceki sorunuzda da belirttiğim gibi, aslında İstanbul öykülerinin toplamından oluşan bir kitap. Bu anlamda semtler, eski İstanbul yaşamına dair izler, kitapta ana izlek olarak ağırlıklı yer tutmakta. Fakat zor İstanbul’u anlatmayı tercih ettim ben. Kıymetli olanı, mücadeleyle kazanılanı, masumların, ezilenlerin, İstanbul’u İstanbul yapanların öykülerini anlatmayı seçtim. Seçtiğim semtler de aslında böyle bilinçli bir tercihin sonucu. Kitapta ilk öyküden başlayarak Beykoz, Paşabahçe, Tarlabaşı, Küçüksu, Kandilli, Beylerbeyi gibi eski semtlerde geçen öyküler anlatılır. Bu semtler Boğaz’ın eski, köklü, kimliği olan semtleridir. Sonradan yapılmış, betona, çok katlı binalara boğulmuş, kimliksiz semtlerden kişilikleri ve tarihi geçmişleriyle farklılık taşırlar. Sosyal dokuları da henüz zamana direnmeye çalışmaktadır. Kitabın ilerleyen kısımlarında olaylar Gülsuyu, Taksim, Kavacık gibi semtlere sıçrar, oralarda geçen öykülere uzanılır. Ancak diğer kitaplarımda olduğu gibi bu kitapta da esas olarak İstanbul’un eski semtleri anılır. Belki de yazar, esas olarak bu semtleri anlatmak istemektedir; meseleler, insanlar, hikayeler buraları anlatmak için seçilmişlerdir. Esas hikaye buraların hikayesidir. İstanbul değişmektedir; her gün doğmakta, her gün ölmekte, her gün yaşlanıp bir kabuk daha soyunup gençleşmektedir. Eski İstanbul filmlerinde fabrikalar, fabrikalı kızlar, ustabaşılar, grevler, lokavtlar görürüz. Fabrika önlerinde bekleyen aşıklar, fabrika bacaları, vardiyalar, sabah fabrikanın düdüğüyle koşuşan insanlar, sabahçı kahveleri… Fabrikalar İstanbul filmlerinden silinmiştir, hayatlarımızdan silindiği gibi. Artık İstanbul siluetinde olmayan fabrika bacalarının dumanı uzun zamandır tütmemektedir. Nostaljisi bile yapılamadan 90’larda başlayan alelacele özelleştirmelerle filmlerden de hayatlarımızdan da çıkıp gitmişlerdir. Yokuş Yukarı İstanbul’un bir öyküsünde de şöyle geçer; “İstanbul’un kenarında bir kasabaydık, bizi zorla şehir yapmaya çalışıyorlardı. Evlerimize, sokaklarımıza fiyat biçiyor, yol kenarında sattığımız sivri biberlere ve kestanelere bayılıyor, ama o kestaneleri topladığımız ormanların kenarından son sürat geçerken kestane ağaçlarını görmüyorlardı bile.” Artık semt, üretim, emek, toplum ya da sorun merkezli değil, birey, yalnızlık, kavga, bunalım odaklı kitaplar, filmler, öykülere eğilim duymaktayız. Çünkü gerçeğimiz buralara doğru kaydı. Bu bir eksen kaymasıdır. Öte yandan iktidarların işine gelen durumlardır. Birlikte bir gelecek tasavvuru etmeden, herhangi bir yere aidiyet hissetmeden, sadece kendi yalnızlığıyla boğuşan bireyler yaratılmak istenmektedir. Semt dediğimiz şey, bizi var eden, kişiliğimize, hayatımıza damgasını vuran, bizi şekillendiren ortamdır. Kendimizi güçlü, güvenli ve çok hissettiğimiz yerlerdir. Balığı balıkçıdan, peyniri kahvaltıcıdan, zencefili aktardan aldığınızda sosyalleşirsiniz, iki laf edersiniz. Her şeyi marketten, reyonlardan almayı tercih etmeyi de sorgulamak gerekir.
Öykülerinizin başından sonuna kadar yer alan fakat doğrudan esere etki etmeyen politik yönüyle, şu an yaşadığımız toplumda yaşanan acıların kavgaların, haksız düzenin karşısında bir tepki ortaya koyabildiğini düşünüyor musunuz? Öykü bir mücadele olanağı sunar mı bizlere?
Hepimizin –yazanların da- gerçeklere karşı sorumluluğu var bence. Kendimize saygı, hayata ve insana saygı gereği, gerçeklerle ilgili bir derdimizin olması gerekiyor. Yazdıklarımız bizi ele veriyor. Toplumdan, etrafımızı saran gerçeklerden soyutlanmış, sadece kendi dünyasında yaşayan insanın yazdıkları ister istemez bireyseldir. Evet, yazmak bireysel bir eylemdir, ama yazan insanın bir derdi vardır. Bu dert sadece ve sadece kendisiyle ilgiliyse, bir okur ve yazar olarak bir yerden sonra benim pek ilgimi çekmiyor. İnsan yazarken elbette kendisiyle uğraşır, hatta başta kendisiyle uğraşır. Ancak bütün o etrafımızda olup bitenlere karşı da bir tutumu vardır, durduğu yer yazdıklarına yansır. Cihangir edebiyatı, Beyoğlu edebiyatının devri kapandı bu ülkede. Gerçekler, edebiyatı da politik olmaya, tavır almaya, tutum sahibi olmaya zorluyor. Olağanüstü günlerden, olağanüstü bir dönemden geçerken edebiyatın kendine kapanmaya hakkının olmadığını düşünüyorum. Ülkemizde geçmişte de bazı zor dönemlerde çoğu edebiyatçının bu sözü edilen “görmeme” tutumunu sürdürdüklerine, hatta olması gereken gibi lanse ettiklerine tanık olduk. Apolitik bir yazma eyleminin bir kural niteliğine büründürüldüğü, sansürün içselleştirildiği, edebiyatın bir kaçış alanı olarak ele alındığı, politik olanın edebiyattan dışlandığı süreçleri yaşadık. Örneğin seksen sonrası yoğun olarak bunalımın, yenilginin, umutsuzluğun, bireyselliğin edebiyatı yapıldı ve baş tacı edildi. Politik dertleri, meseleleri olan eserler bizzat edebiyat dünyası tarafından görmezden gelindi, yok sayıldı, aşağı görüldü. Oysa hayat farklı aktı. Bir edebiyat metninin niteliğini belirlerken ideolojik komiserlik yapmanın kendisinin bizzat ideolojik bir tutum olduğu kısmen anlaşıldı. Bezirgâncının katırlarını ürkütmemek üzerine kurgulanmış bir metin kurma işinin memurluktan farklı olamayacağı ve özgürlük tutkusunun eşlik etmediği bir edebiyatın gelişemeyeceği ortaya çıktı. Hele söz konusu metin öykü ise, şunu net olarak söylemekte beis görmüyorum; öykünün ruhu devrimci olmak zorundadır. Ele aldığı mesele ne olursa olsun öykü, sarsıcıdır, dönüştürücüdür, akıldan çok duyguya yakındır. Edebiyatın öncü gücüdür, gelişimi, çoğalmayı, zayıflamayı öykü türünde hissedersiniz, edebiyatın okuludur, ele avuca sığmaz haşarı çocuğudur. Gerçeklere gözü kapalı, statükodan, güçlüden, “normal” kabul edilenden yana bir öykü düşünebiliyor musunuz? Ben düşünemiyorum. Öykünün meselesi ne olursa olsun, ruhu politiktir ve mücadelecidir.
İlk öykünüz “Yatılının Son Günü”nde Hasan amcanın birden ortadan kaybolmasıyla başlayan ve mahallenin gençlerinin bu vesileyle birlikte Gezi yoldaşına dönüştüğü görülüyor. Sizce öykünüzde gibi eyleme geçilmesi gereken konularda illa ki bir olaya müdahil olunması için çevremizdeki halkın da Hasan amcalarının kaybolması mı gerekiyor ya da ne olması gerekli?
Her önemli toplumsal olay öyle ya da böyle insanları etkiler. Ancak etkileri bugünden yarına değil çok daha uzun vadede ortaya çıkar. Yatılının Son Günü öyküsünde dolaylı olarak Gezi sürecini ele aldım. Ancak yer olarak Gezi olaylarının kalbi olan Taksim’i ya da o süreçte daha hareketli yerler olan Kadıköy, Beşiktaş, Şişli gibi semtleri anlatmayı tercih etmedim. Gezi olaylarının Beykoz’daki yansımalarını merak ettim. Aslında genel olarak da böyle bir tavrım var. Olayların merkezindeki insanların gördükleri, yaşadıklarından ziyade, olaylardan uzak insanların ne düşündükleri, onların hayatlarının nasıl etkilendiği, nasıl bir dönüşüm geçirdikleri daha çok ilgimi çekiyor. Gidenin değil kalanın öyküsü, yaşayanın değil de izleyenin dönüşümü, yolcunun değil de yolun hikayesi benim için önemli. Yatılının Son Günü öyküsü, kitabın en çok ilgi çeken öykülerinden oldu. Her kitapta, okurların “Gerçek mi?” gibi sorularına muhatap olurum. Hatta bir önceki kitapta yer alan kurmaca bir mektubun peşine düşen gençler beni bulmuştu. Bu kitapta da özellikle bahsedilen öykü için, “Hasan amca gerçek mi?” diye soranlar çok oldu. Hasan amcanın gerçek olduğunu, bir yerlerde yaşadığını, ona benzer pek çok insanın Gezi’de var olduğunu biliyorum. Ben de zaten onlara yazıyorum, inandığım insana… Sorunuza gelirsem, merkezden uzakta olmak önemli bir durum. Merkezde yaşanan gündemin, merkezin uzağında yaşayanlara taşınması zaman alıyor ya da öyküde olduğu gibi bir vesile gerekiyor. Bunun gerekmediği durumların çok daha büyük toplumsal hareketlerle gelişebileceği ortada. O zamana dek inandığımız insana yazmaya, onu aramaya devam edeceğiz.
Bir öykünüzde “Ben Nedret. Susmak nedir bilirim. Ama madem mahkeme kurulmuş vicdanlarda, bu saatten sonra konuşmak gerek. Ne de olsa artık sanık sandalyesi boş, hâkim mevkiinde ise sadece zaman,” diyorsunuz. Yazmak için de vicdanlarda kurulmuş bir mahkeme diyebilir miyiz?
Yazmak bana göre bir direnme biçimi. İnsanlığın başlangıcından beri de böyle. Mağara duvarlarına çizilen resimler, o ağır taş tabletlere yazılanlar, hepsi ölüme, adsız kayıtsız yok olmaya direnmenin bir biçimi. İnsan, bu dünyadan geçip gittiğine dair bir iz bırakmak istemiş tarih boyunca. Yazı, bunun en gelişkin ifade araçlarından biri olmuş. Yazarken insan kendisiyle baş başadır. En dürüst olabileceğiniz ya da tam tersi en çok yalan söyleyebileceğiniz yerdesinizdir yazarken. Tek tanık, tek fail yazardır. Ve sadece vicdanına karşı sorumlu olmak durumundadır.
Yokuş yukarı olan İstanbul’un arka sokaklarından gidenlerinin öykülerini yazdınız. Sizce bunun dışında İstanbul’un bir düzayak yanı da var mı? Varsa bu kolay İstanbul yazılmaya değer mi?
Düzayak bir İstanbul var tabi. Güçlülerin, zenginlerin, sonradan görmelerin, parasının hesabını bilmeyenlerin İstanbul’u. Kahvaltısını Boğaz’daki evinde denize karşı yaparken, kitapta anlattığım eski bir Şişecam işçisi kadar İstanbul’dan sorumluluk duymayan, bu şehirden hınç almak isteyen, çocuklarını burada büyütmek gibi bir hayali olmayan, elinden gelse rant uğruna bir avuç çayır, yeşil bırakmamaya ant içmiş olanların İstanbul’u. Şehirle birlikte nefes almayan, ruhen bu şehirde yaşamayan, şehri tüketmeye çalışan bu sınıfın insanları İstanbul’u düzayak değil, yokuş aşağı yaşıyorlar ve kendi tükenişlerine koşuyorlar. Bizim hayatlarımız yokuş yukarı olsa da, biz o yokuşları da çok seviyoruz. Kırk merdivenleri de, çeşmeleri de, çınarları da, su gözelerini de… Yokuş aşağı koştuklarını fark ettiklerinde duramayacaklar, bu koşunun ölümden, tükenişten başka varacağı yer olmayacak. İstanbul yine bize kalacak. Orhan Veli’ye, Sait Faik’e, Orhan Kemal’e… İstanbul’u yaşarken İstanbul olmuş yazarların o çok sevdikleri insanlarına kalacak bu şehir…
Anlamlı sorularınız için teşekkür ederim.
- Yokuş Yukarı İstanbul
- Yazar: Sibel Öz
- Türü: Öykü
- Baskı Yılı: 2015
- Sayfa Sayısı: 112 Sayfa
- Yayınevi: NotaBene Yayınları
- Yokuş Yukarı İstanbul - 26 Kasım 2016
FACEBOOK YORUMLARI