Kuramsal ve edebiyat kategorilerinde nitelikli bir yayıncılık anlayışına sahip olan Yordam Kitap 7 yeni kitabı okurlarıyla buluşturdu.
Yordam Kitap ve Yordam Edebiyat etiketiyle yayımlanan kitaplar raflardaki yerini aldı…
Eski Tanrılar, Yeni Bilmeceler – Marx’ın Kayıp Teorisi
Marx geri döndü, ama hangi Marx? Yakın geçmişte yayımlanan yaşam öyküleri, onu bir 19. yüzyıl figürü olarak konumlamakta ısrarlı. Mike Davis’in Marx ve Marksizm hakkında tezlerini ilk kez doğrudan kaleme aldığı bu kitapta ise, sadece geçmişe değil bugüne dair de konuşan bir düşünür çıkıyor karşımıza.
Bir dizi araştırıcı ve kışkırtıcı makaleyi bir araya getirdiği kitabında Davis, Marx’ın zamanımıza dönük iki temel sorgulamasını keşfe çıkıyor: “Toplumun devrimci dönüşümüne kimler önderlik edebilir” ve “Gezegenimizdeki çevresel krizin nedeni ve çözümü nedir?”
Davis, Marx’ın kuramsal metinlerinin ve siyaset yazarlığının yeni boyutlarını aydınlatmak için emek tarihinin o geniş arşivine başvuruyor. Bize “kayıp bir Marx” öneriyor. Bu Marx’ın, tarihin aktörlerine, milliyetçiliğe ve sınıf mücadelesinin “arada kalan sınıflarla ilgili görünümü”ne dair çözümlemeleri, bizim karanlığa gömülmüş çağımızda devrimci düşüncelerin yeniden canlandırılması için kritik önemde. Davis, küresel istihdam krizi ile giderek bozulan iklim şartlarını da ele aldığı çözümlemesinde kapitalizmin insanlığın devamını sağlama konusundaki başarısızlığına dikkat çekerken, “insanlık çağına” dair fetişizmi de kıyasıya eleştiriyor.
Eski Tanrılar, Yeni Bilmeceler’in son bölümünde, artık unutulup gitmiş eski bir tartışmaya, “alternatif sosyalist kentçilik” (1880-1934) tartışmalarına bakan Mike Davis, sürdürülebilir bir çevrede evrensel ölçekte yüksek nitelikli bir yaşamın temel kavramlarını aramaya koyuluyor.
Tarihsel sosyoloji, kültürel analiz ve strateji alanında bir el kitabı olduğu kadar, Marksist tartışmalara mükemmel bir giriş de olan Davis’in bu kitabı, eyleme geçirici bir silah özelliği de taşıyor. – Robert Brenner
Marx’ın Manifesto ve 18 Brumaire’de ortaya koyduğu o derin ve yoğun siyasi analiz mirasını inşa etmede, Mike Davis kadar başarılı bir isim daha yok. – Leo Panitch
Sovyet Deneyinden Siyaset Dersleri
Belki genç kuşak tanık olmadı ama 74 yıllık sarsıcı bir deneyim yaşandı dünyamızda. 1917’den 1991’e dek süren ve “Sovyetler”, “reel sosyalizm”, “sosyalist blok”, “demir perde” gibi adlarla anılan bu deneyimi, özellikle ilk ve son dönemlerindeki kimi yönelimleriyle ve buradan çıkarılması gereken “siyaset dersleri”yle anlatan bir kitap Sovyet Deneyinden Siyaset Dersleri.
İlk olarak 1989’da yayımlanan bu çalışmasında Metin Çulhaoğlu, önce 1920’lerden 1930’lara uzanan kesitteki NEP ve kolektivizasyon uygulamaları ile sanayileşme hamlesine, ardından da 1985’ten 1989’a uzanan kesitte glasnost ve perestroyka politikalarına yoğunlaşıyor.
Ekonomik hamleler, zorunluluk ve açmazlarla birlikte, ideolojik hamle girişimleri ve zaaflar ön plana çıkıyor en çok Çulhaoğlu’nun anlatımında.
Farklı dönemlerdeki sağ ve sol “sapma”lar; Buharin, Preobrajenski, Lenin, Troçki ve Stalin gibi Bolşevik önderlerin sosyalizmin belli sorunlarına farklı yaklaşımları; dönemsel politikalara “kitlesel destek” arayışları; bir dönemin siyasetinde öne çıkanların bir sonraki dönemin politik ikliminde “harcanması”; “işçi-köylü ittifakı”nın çözülmesi; Parti yönetimindeki ve “bilim akademisi” gibi kurumlardaki kadroların ideolojik zaafları vb. Sovyet Deneyinden Siyaset Dersleri’nin öne çıkan diğer konuları…
Yazarın sözleriyle “Özellikle Sovyet deneyinde, uç uğraklara bütünüyle angajman büyük riskler içeriyor ve tarih hep bunu gösteriyor” iken, “son uç uğrak” diyebileceğimiz glasnost ve perestroyka döneminin muhasebesi ile tamamlanıyor kitap.
Dünyamızdan geçip gitmiş 74 yıllık bir deneyimi anlamak ve olası yeni deneyimleri onun zaaflarından korumak için…
Yeni Paradigmayı Oluşturmak
Mevcut kapitalist-emperyalist sistem ve onun neoliberal uygulamaları sürdürülebilir midir?
Fikret Başkaya, “sürdürülemeyeceği” kanaatinde ve Yeni Paradigmayı Oluşturmak’ı yazma amacını şöyle dile getiriyor: “Bu kitap, neden böyle olduğuna, neden bir ‘sürdürülemezlik’ durumunun ortaya çıktığına dair bir netleşme sağlama amacı taşıyor”.
Ardından, “Eğer sürdürülemeyeceğini kabul ediyorsak, radikal bir düşünce devrimine, yeni bir Rönesansa ihtiyaç var” diyen Başkaya, bu Rönesansın unsurlarını tartışmaya başlıyor.
Önce “muasır medeniyet seviyesi”, hemen peşinden de ilerleme, modernleşme, çağdaşlaşma, büyüme, kalkınma ve sürdürülebilir kalkınma kavramları enine boyuna sorgulanıyor.
“Türkiye’de yaklaşık 90 yıldır ‘muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma’ şarkısı söyleniyor. Oysa üzerine çıkılması gereken ‘muasır medeniyet’, kapitalist yıkıcılıktan ve barbarlıktan başkası değil” diyen Fikret Başkaya, söz konusu “muasırlaşma” hedefiyle örtüşen “Avrupa”yı da, bir büyük sermaye ve Atlantik projesi olan Avrupa Birliği’nin bugün geldiği nokta itibarıyla ele alıyor.
“Sürdürülebilir kalkınma” kavramının oksimoron niteliğine, büyüme mitine, tarımın bugün gelip dayandığı çıkmazlara, toprağın öldürülmesine vb. değinen çalışmasında, doğayı ve canlıları yok eden “kalkınma” anlayışını bütün boyutlarıyla ortaya koyuyor Başkaya. Demokrasi, STK’lar, kültüralizm ve “Politik İslam” tartışmalarının ardından kapitalizmden çıkışın alternatiflerini, komüncü mülkiyet biçimlerini ortaya koyarak ve “Yeni bir paradigma için 12 öneri”sini paylaşarak tamamlıyor kitabını.
Yine Başkaya’nın sözleriyle; “Ya geçerli paradigmadan, kapitalizmden vakitlice çıkılacak, ya da insanlığın bir geleceği olmayacak…”
Canavarın Ağzında
Haluk Gerger’in, emperyalizmin merkezinde, yani tam da canavarın ağzında ABD Komünist Partisi’nin 40 yıllık olağanüstü macerasını anlatan özgün ve kapsamlı eseri üçüncü kitabıyla birlikte tamamlanıyor.
ABD Komünist Partisi tarihi anlatısı, bu kitapta, yıkıma sürüklenişin hikâyesine, “çürümenin farklı hallerine” odaklanıyor.
Komünist Parti tarihi olduğu kadar kapitalizmle mücadelenin tarihi, bir o kadar Üçüncü Enternasyonal’in ve ideolojik tartışmaların tarihi olan bu anlatı, yenilginin nesnel nedenlerini bilimsel sosyalizmin ışığında arıyor.
Daha önce büyük bunalımın ve “cephe faaliyetleri”nin verdiği moralle güçlenen Komünist Parti, İkinci Dünya Savaşı, Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırısı, ABD’nin savaşa katılması, peşinden Soğuk Savaş, Stalin’e dönük “algı”nın değişmesi, Kore Savaşı vb. tarihsel olayların yaşandığı dönemde tasfiye sürecine girecek ve önce partiden derneğe gerileyecek, ardından yeraltına inerek yok olacaktır.
Bu sürecin analizini yine tarihî belge ve kişilerin tanıklığında yapıyor Haluk Gerger. Yıllarca içeride ve dışarıda yargılanmaktan kurtulamamış kahramanları, tartışmaları, eylemleri şimdi okurun yargısına teslim ediyor; adalet için. Ancak burada adalet, gelecek için ders çıkarmak demek.
Zira Gerger’in de belirttiği gibi, “Öğrenmek, sorgulamak, eleştirmek, yenilgiden dersler çıkartarak kazanmaya yeni baştan koyulmak için gereklidir…”
Basel’in Çanları
20. yüzyılın en büyük şairlerindendir Louis Aragon. Dadaist olarak başlayıp sürrealist olarak sürdürdüğü yazın serüveni, 1927 yılında Fransız Komünist Partisi’ne girmesiyle toplumcu gerçekçi anlayışa yönelir. Bu anlayışın ürünü olan Basel’in Çanları, “Gerçek Dünya” başlığıyla yayımlanan dört ciltlik dizinin ilk romanıdır.
Romanda, burjuvazinin şaşaalı kent yaşamının yanı sıra yoksulların, işçi sınıfının en zorlu yaşam koşulları ve “hem coşturan, hem bezdiren” entelektüellerle örülmüş geniş bir panorama çizilir. Düzenin çok yönlü eleştirisi hâkimdir Basel’in Çanları’nda. Öyküleme ve tarihî motifler paralel akar. Güncel politik ortam ve tarihî olaylar uyum içinde aktarılır.
Sermaye sahipleri, burjuvazi, siyasiler çirkin yüzleriyle sergilenir; çıkarlar söz konusu olduğunda aniden yön değiştiren politik görüşler, grev entrikaları oyunun bir parçasıdır. Bütün pespayeliğiyle politika ve burjuvazi el eleyken aşk, para ve iktidar ekseninde yerini alır.
Yazar romanın akışı içinde ufak ufak çan seslerini duyursa da, Basel’in çanlarını asıl olarak son bölümde duyarız; Basel’deki Büyük Konsey’i, konseydeki Clara Zetkin’i buluruz birden karşımızda: “O gözler ki, tam da Hitler fırtınasının arifesinde, Reichstag Başkanlık kürsüsünden, tıklım tıklım düşman sıralarını bir bir dolaşıp yapılacak işin büyüklüğünü hesaplamışlardır… O gözler ki, gerçekten bu yaşlı kadının gözleriyle, aynı zamanda geleceğin bütün kadınlarının gözleri ve geleceğin gözlerinin gençliğidirler…”
Kalemini “gerçek dünya” ve anti-faşist direniş için kullanan Aragon’un bu eşsiz romanı, Attilâ İlhan’ın şiirsel çevirisiyle Yordam Edebiyat’ta
İçimizdeki Hayvan
Emile Zola, iki ailenin beş kuşak hikâyesi üzerinden Fransa’nın İkinci İmparatorluk dönemini (1852-1870) anlatan yirmi kitaplık bir dizi üzerinde çalışmaya başladığında yıl 1869’dur. Zola, hayatını yalnızca kalemiyle kazanmaya karar vererek ilk romanlarını yayımlamış olan 29 yaşında bir yazardır ve imparatorluk, kaçınılmaz çöküşüne doğru giden son çılgın günlerini yaşamaktadır. Sonrası, hakikate ve yazının gücüne inanan bir edebiyatçının çeyrek asır süren ağır işçiliğidir.
İçimizdeki Hayvan, Zola’nın “Rougon ve Macquart Aileleri: İkinci İmparatorluk Döneminde Bir Ailenin Doğal ve Toplumsal Tarihi” adını verdiği dizinin on yedinci kitabıdır ve Zola bu romanda, İkinci İmparatorluk döneminde olağanüstü bir gelişme gösteren ve kendisini büyüleyen demiryolu dünyasıyla imparatorluğun en yozlaşmış kurumlarından olan yargıyı karanlık bir cinayet öyküsü üzerinden bir araya getirmeyi tasarlar.
İhtirasın ve suçun sınırında yaşayan karakterleriyle, demiryolunun simgelediği gelişmenin, insanın içindeki hayvani, acımasız ve ilkel yönü yok edemediğini gösteren Zola, toplumun hiçbir kesimini bu keskin eleştiriden muaf tutmaz. İşin kötüsü, adaleti sağlaması gereken yargı, gücün yanında saf tutup hakikate gözlerini yumarak kendi kendisinin karikatürüne dönüşmüştür.
Romanın dramatik gücü sinemacıların da ilgisini çeker, büyük yönetmenler kuşağından Jean Renoir’ın aynı isimle 1938 yılında çektiği film Fransız sinemasının ilk kara filmlerinden sayılır.
Yordam Edebiyat, Emile Zola’nın romanlarını ülkemizin en yetkin Zola çevirmeni Hamdi Varoğlu’nun lezzetli Türkçesiyle okurlara sunuyor.
Yıkılış
Emile Zola, Fransa’nın İkinci İmparatorluk dönemini siyasetteki, toplumdaki, ekonomideki, birey yaşamındaki yansımalarıyla anlatmayı tasarlayarak yirmi kitaplık bir dizi oluşturmuş ve bu diziye “Rougon ve Macquart Aileleri: İkinci İmparatorluk Döneminde Bir Ailenin Doğal ve Toplumsal Tarihi” adını vermiştir.
Yıkılış, bu dizinin son kitaplarından biridir ve imparatorluğun çöküşünü anlatır. Zola’nın, kitapta kahramanlarından birinin ağzından “zincirlerinden kendisinin boşandırdığı açgözlülüğü, zevk düşkünlüğünü doyuramadığı an yerle bir olmaya hazır, kocamış bir imparatorluk” olarak tarif ettiği imparatorluğun çöküşü sırasında Fransız halkının yaşadığı acıları, Sedan Savaşı’nı, Paris kuşatmasını ve halkın bu acılara isyanı olan Paris Komünü’nü anlattığı Yıkılış, Türkçeye ilk kez çevriliyor.
Bu kitapta okurlar, Paris Komünü sırasında gazeteci olarak zaman zaman Paris’te bulunan Zola’nın Komün izlenimlerini, değerlendirmelerini ve eleştirilerini de okuma fırsatını bulacaklar. Tarihteki ilk işçi iktidarı deneyimi olan Komün’e yol açan koşullar, aslına bakılırsa Zola’nın yirmi kitaplık “Rougon-Macquart” dizisi boyunca anlattığı koşullardır.
Çağının tanıklığına ömrünü adamış olan Zola, büyük eseri boyunca olağanüstü bir gayret, azim ve ayrıntı zenginliğiyle bizlere çizdiği toplum resmini, bu kitapta bir Komüncünün ağzından dökülen şu cümleyle özetlemiştir sanki: “Çünkü çok fazla acı, çok fazla haksızlık, çok fazla utanç var!”
- Netflix Türkiye mayıs programı belli oldu - 23 Nisan 2022
- Halsey’den İstanbul konseri - 23 Nisan 2022
- Sepultura Türkiye’ye geliyor - 23 Nisan 2022
FACEBOOK YORUMLARI