
Memleket bu haldeyken edebiyatın da kolay nefes alabileceğini düşünmüyorum ama insan kolay pes etmez. Dağılmış pazar yerlerini el birliğiyle toplayacağız elbet.
Edebiyatımızın son yıllarda en üretken öykü yazarı olan Ahmet Büke yazdığı öykülerle özgün bir kalem olmayı başarmıştır. Onun öyküleri, sokağı, mahalleyi ve gittikçe azalmaya başlayan, özlenen insanın hikâyelerini anlatır. Bu sıcak ve has öykülerin yazarı sevgili Ahmet Büke ile edebiyat, öykü ve yazarlık üzerine söyleşi gerçekleştirdim. Yazdıkları da kendisi gibi olan, sokağı, bizi anlatan Ahmet Büke’ye sorularıma içtenlikle cevap verdiği için teşekkür ediyorum.
Merhabalar, bir öykücü olarak Ahmet Büke kimdir ve kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Kolay yanıtları yok galiba bu soruların. Bazen bir ömrü bu cevapların peşinde koşarak tüketiyor insan. Biraz deneyeyim yine de; Ege’de küçük bir ilçede doğdum, büyüdüm. Çocukken az konuşup çok dinlerdim çünkü etrafımda çok güzel anlatan insanlar vardı. Sözlü geleneğin hâlâ güçlü, insanlar arası iletişimin canlı olduğu yıllardı. Bir de bizim ilçenin delisi meşhurdu. Deliden değil de güya akıllı insandan korkmak gerektiğini çocukken öğrendim sayılır. En sevdiğim oyuncaklarım da kitaplarımdı. İnsan oynayarak öğrenir zaten. Sonra hızla büyüdüm işte herkes gibi.
Ahmet Büke’nin sıradan bir günü nasıl geçiyor, nasıl vakit geçiririyor ve nelerle ilgileniyor?
Epey işsiz kaldım son yıllarda. Şimdi düzenli çalıştığım bir işim var ama çok yoğun. Sabah işe başladığımı bir de mesai bitimini fark edebiliyorum. Arası meçhul oluyor genelde. Vapurda okuyorum. Gece bizim kız uyuduktan sonra da bir kaç satır yazma şansım oluyor. İlk fırsatta arka arkaya film izlemek istiyorum galiba. Yok, kesinlikle eminim bundan.
Yazmaya nasıl başladınız? Ne zamandan beri yazıyorsunuz?
İlk öykümü 2002 yılında yazdım. Otuz iki yaşındaydım. Biraz geç kaldım aslında yazmak için. 2004 yılında da ilk kitabım çıktı.
Bir röportajınızda “Dedem ‘iyi palavra atmak yalancılık değil yetenektir’ demişti, öykücülüğün temelinin bu olduğunu düşünüyorum” demiştiniz. Öyküleriniz kurgu olduğu kadar yaşamınızdan da örnekler taşıyor mu?
Sayısını tam bilmiyorum ama üç yüze yakın öykü yazmışımdır herhalde. Hepsinden yaşamımdan örnekler taşımam mümkün değil ama hayat hayatınıza bir şekilde temas eden karakterlerden kuruludur biraz da. Ben de gördüğüm, tanıdığım ya da izlediğim insanları ve onların hallerini biriktiriyorum aslında. Sonra onlar birbirlerine karışıyor, düşüp kalkıyorlar, yazdıklarıma karışıyorlar ister istemez.
Her öykü yazarına sorulan soruyu ben de size sorayım. Bir öykünüzün yazım sürecini bizimle paylaşır mısınız?
Belli bir sürecim olmuyor. Eskiden daha çok kahvede, ağır ağır, çay kahve molalarıyla yazardım. Bazen de uzun yürüyüşlere çıkardım. Şimdi hiç birisi için vaktim olmuyor. Daha çok gece ve herkes uyuduktan sonra hızla yazmam gerekiyor.
ON8 Blogda “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi” adlı köşenizde yazdığınız hikayeler “İnsan Kendine İyi Gelir” ve ” Gizli Sevenler Cemiyeti” adıyla kitaplaştı. İki kitap birbirinin devamı gibi. İçindeki öyküler yatay bir düzlemde birbirini tamamlar niteliktedir. Bu durum önceki kitaplarınızda yoktur. Bu bilinçli bir tercih midir? Buna haftalık yazmanızın etkisi var mıdır?
İki yıla yakın her hafta bir öykü yazdım On8 blog’da. Biraz da bu yüzden iki kitap birbirinin devamı gibi ama öyküleri kitaplardaki sırayla yazmadım. Derlerken sıralama üzerine çalıştık biraz.
Herkes gibi ben de Arap Hatçam Teyze’yi merak ediyorum. Arap Hatçam Teyze kimdir? Ahmet Büke için neyi ifade eder?
Arap Hatçam Teyze, çocukken bizim komşumuzdu. Rahmetli babaannemim de yakın arkadaşıydı. Tam kitaptaki gibi birisi değildi elbette ama hem sert hem neşeli, dirayetli, biraz da korkulan bir kadındı. Şifacı yanı da vardı. Duvardan, ağaçtan düştüğümüzde doğru onun yanına koşardık. Ağzında ekmek çiğneyip acıyan yerimize bağlardı. Çok iyileştirdi beni. Nur içinde yatsın.
Öykülerinizde sıradan insanları ve değersiz görünen olayları anlatıyor, buna politik sorunları da ekliyorsunuz. Bu denge bilinçli bir tercih mi ve bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Özellikle birilerini ve bir şeyleri anlatmalıyım diye kaygı duymuyorum ama kendimi alamadığım mevzular oluyor. Ait olduğumuz yer içimizdeki yaradır aynı zamanda. Geldiğim, yürüdüğüm, dahil olduğum sokaklar ve insanlar öyküde de yoldaşlarım oluyorlar.
Önceki sorudan hareketle sizce edebiyat, romanı, şiiri ve öyküsüyle politik bir duruş gerektirir mi?
Esasen politik olmayan bir dal bile kımıldamaz dünyada. İyi edebiyat da politiktir bence.
Virginia Woolf, “Ritm, yazıda herşeydir” der. Sizin öykülerinizde ritm kısa cümleler, yalın ve etkili anlatımla sağlanır. Bu kurgulanmış bir şey midir? Yazar için dil ne kadar önemlidir?
Biraz zamanla oldu galiba. İlk yazdığım öyküler daha uzun; meramımı ağır ağır anlatmayı denemişim. Zamanla değişmiş. Kurguladığım ya da planladığım bir şey değil bu. İnsan değişir, hayat ve öykü de öyle.
Biliyoruz ki öykülerden ayrı bir de “Rüzgarın Hatıraları” adlı senaryonuz var. Bundan sonra öykü yazmaya devam edecek misiniz veya başka türlerde yazmak için bir düşünceniz veya tasarınız var mı?
Rüzgârın Hatıraları’nı Özcan Alper ile birlikte yazdık. Ardından bir senaryo yazımına daha katkım oldu. Tiyatro oyunu yazmaya heves ediyorum ama çok çok zor olduğunu görüyorum.
Edebiyatımızın şimdiki durumu ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Ayrıca öykü yazarı olmanızdan dolayı günümüz edebiyatındaki öykünün yerini nasıl buluyorsunuz?
Memleket bu haldeyken edebiyatın da kolay nefes alabileceğini düşünmüyorum ama insan kolay pes etmez. Dağılmış pazar yerlerini el birliğiyle toplayacağız elbet.
Öykücülüğünüz dışında bir okur olarak başucu kitaplarınız ve dönüp dönüp okuduğunuz yazarlar kimlerdir? Edebiyatımızda kimleri okuyorsunuz?
Son günlerde Melih Cevdet’in oyunlarını okuyorum. Kayıp hazineler gibi. Öykücü arkadaşlara bol bol oyun okumalarını öneririm naçizane. Karakterleri doğru ve yerinde konuşturamazsak öykü topal ördek olur.
Bana zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Sevgiyle kalın. Kolaylıklar…
Ahmet Büke’nin izniyle “İnsan Kendine De İyi Gelir” kitabından Yüklük’ten adlı öyküyü sizlerle paylaşıyorum:
Yüklük’ten
Bizim evin en büyük odası babaanneme aitti ve kapısının ardında bir tırkaz vardı. Odadan çıktığı zaman kilit istemezdi ama içerideyken, istediği zamanlarda yalnız kalmayı garantiye alırdı.
Odanın mevcudu; çeyizliği cevizden aynalı konsolu, büyük pirinç yatağı, pencere önünde yumuşak minderli divanı ve büyülü olduğunu düşündüğü gömme yüklüğünden mürekkepti.
Bütün bu ağırlık benim için müthiş keşifler kıtası kadar büyüktü.
Aynalı konsolun kilitli bölmesinde tahta kutuda, kokulu Ali Galip lokumları olurdu her zaman. Babaannem yokken odaya sızmak ve o hazineye ulaşmaya çalışmak en büyük uğraşlarımdandı. Kilit tornavidaya dayanıklıydı.
En iyi yol, bir parçası kırılmış camdan iki parmağı içeri uzatıp lokumları teker teker çekmekti. Acılı ve zor dakikaların sonunda mutluluk gelirdi. Ya da iyice uzağa itilmiş lokum kutusunun hüznü kalırdı.
Sonra pirinç yatağa atlar, biraz zıplardım.
Yorulunca uzanıp tavana uzun uzun bakardım.
Sıva ve badana izlerinden doğan şekiller her defasında acayip gelirdi bana. Tıpkı bulutlar gibi: Savaşan devler, okul yolunda düşürülmüş bir mendil, annemin eşarbı, dedemin köylü kasketi, iri memeli Arap Hatcam Teyze, Arap Hatcam Teyze’nin iri horozu, horozun ibiği, Kıprıs haritası, Amerikanya, Çelik Bilek’in tokalı kemeri.
Böyle böyle uykum gelirdi –Uykuya düşmeden hemen önceki saniyeler öykü için büyük malzemedir ama neredeyse hiç hatırlanmaz.
İşte tam koynuna düşerken rüyaların, dış kapı sesine sıçrardım.
Babaannem geliyor!
Yakalanmak –ağzım yüzüm lokum tozu ve dağınık bir yatağın üzerinde– ölümden ziyade idi.
Derhal yüklüğe sızardım. Yatakların ardına, yastıkların ve hanımeli kokan çarşafların altına.
Yaramazlıklarım unutulana kadar orada uyurdum.
- Geçmişin hesaplaşması: Bir Eylül Yarası - 8 Mayıs 2019
- Levent Yanlık’ın “Sürgün Ruhlar” Romanı Üzerine - 23 Nisan 2018
- “Ait Olduğumuz Yer İçimizdeki Yaradır Aynı Zamanda” - 1 Kasım 2016