Kırk bir yıllık ömründe üç roman, beş öykü, bir şiir kitabı yazan, yedi kitap çeviren, değişik dergilerde onlarca makale yazan yeniden öğrenilmesi gereken bir tarihsel-siyasi-edebi figürdür Sabahattin Ali…
“İlk’ler yaşlandıkça heyecan vermekten çıkıyor mu acaba? Daha doğrusu, zorla başıma gelmedikçe bu yaşta artık hiçbir ‘ilk’ istemiyorum. Neredeyse kaçıyorum ilk olabileceğini sezdiğim şeylerden. Galiba ilk’ler değil önemli olan. Koşullar. Bir yaşta herkes dünyayı kendine göre görür, kendine göre yorumlar. Bu gördüğü, kurduğu, yorumladığı genellikle doğrudur, yaratılışı doğrultusundadır. Ne var ki, bu kurgulamayı belirleyen, kişinin içinde bulunduğu koşullardır. ‘Her şeyden biraz kalır’ diyor bir İtalyan atasözü. En inandığım doğrulardan biri. Söylemeden edemeyeceğim bir doğru da şu: Aşk söz konusu olduğunda, ikinci de üçüncü de sonuncu da bir ilk’tir. İlk’lerde her zaman şakalı bir hüzün Son’larda hep acı var galiba. Şimdi bilmiyorum, bakalım, ilk ne zaman ölürüm…” Turgut Uyar, Yaşamımda İlkler
İnsan hayatında “ilk”ler önemlidir. İlk, bir anıyı anlam boyasıyla boyamaktır. İlk pişmanlık son pişmanlıktan farklı olarak fayda bile edebilir insana. Söz kumaşından hâl elbisesi giyer ilk’lerde insanlar. Söz hükmünü tüketip, hâl elbisesi eskiyip geçip çıkarmak gerektiğinde bile geriye hatırı olan bir hatıra kalır. İlk olan, hızlı eskir ama bellekten hiç çıkmaz. Bellekten çıkan ilk’ler, genellikle hayatımızda iz bırakmayanlardır. Sahaf sahabelerinden kitap kavminden şair Hulki Aktunç’un, “Şaraba gecikenler üzümü sevmez” cümlesinden mülhem, ilk’e gecikenler müjdeleri sevmeyenlerdir. Gecikmişler ve/veya üşengeçler taifesinin hayat bilgileri dar, şimdileri hamdır. Sonrasına da gecikirler, üşenirler çoğu zaman. İlk, an’dır çoğu kez… Sıkıştırılmış, yoğunlaştırılmış zamanın an’ı. An’ın içinde uzun bir anı. Uzun yaşansa da, sürece kayıtlanıp eskise de her daim an’dır. Bu nedenle hep an(ı) tadı kalır kişinin hafızasında. Marifet, an’da süreci yaşayabilmektir. Yaşlanan ilk’ler hep yeni bir ilk’i önerir. Vakit oraya eriştiğinde iş/düş kişiye kalmıştır. En kötüsü, taklit hakkını kullanıp, başkalarının ilk’ini kendi ilk’imiz sanmak/sunmak yanılgısıdır. Bu bağlamda kendi ilk’lerimiz dâhil, ilk’lerin taklidinden sakınmak gerekir. Sözün burasında bir uyarı yapmak gerekir: İlk’te heves makamı geçerlidir; çat kapı girer içeriye duygular. Son’da ise naz-niyaz makamı yürürlüktedir.“İlk” üzerine bu küçük gezintiden sonra, ilk’lerin kalbini kırmadan, sözü Sabahattin Ali ile Filiz Ali’nin ilk’lerine getirmek isterim…
Sabahattin Ali ve ilk
“Rüzgar! Sana, yalnız sana benzemeliyim”
Kırk bir yıllık ömründe üç roman, beş öykü, bir şiir kitabı yazan, yedi kitap çeviren, değişik dergilerde onlarca makale yazan yeniden öğrenilmesi gereken bir tarihsel-siyasi-edebi figürdür Sabahattin Ali… 1948 yılında, “görülen lüzum üzerine” devlet dersinde öldürülmesinin yarattığı korkunun yanı sıra, trajik ölümün her şeyin önüne geçmesi onun kişiliğini ve hayatını belirleyen şeyleri unutturmuş gibidir. Uzun yıllar süren yazma, konuşma yasağı, 1965’lere kadar kitaplarının basımının yapılamaması nedeniyle Sabahattin Ali’nin hep eksik algılandığı söylenebilir. İnsanların onu ismi etrafında yaratılan korku ve öldürülmesinin bilgisi üzerinden öğrenmeleri bu büyük yazarın hayatının önemli detaylarını unutturuyor gibidir. Bilgi, belge eksikliği üzerinden kurgulanan Sabahattin Ali imajının, içerdiği entelektüel, edebi ve siyasi değerleri gölgelemesi sürmektedir. Tarih içinde oluşan bu çarpıklık, bilgi yerine akıl yürüterek kendince bir Sabahattin Ali tasavvuru yaratmıştır. Aydın Hapishanesi’nde (üç ay), Konya Hapishanesi’nde (beş ay), Sinop Hapishanesi’nde (beş buçuk ay), Sultanahmet Hapishanesi’nde (bir ay), Paşakapısı Hapishanesi’nde (üç ay), Sultanahmet Hapishanesi’nde (on iki gün) yattığı halde, yıllarca hapishanelerde yattığının zannedilmesi yaratılan bu imajla da ilgilidir. Öldürüldüğünde 41 yaşında olmasına karşın kamuoyu bir yana ortalama bir sosyalistin muhayyilesinde o, çok daha yaşlıdır! 1.62 boyunda olmasına karşın o hep uzun boyludur. Ez cümle; uzun hapisler yatmış, uzun yaşamış, uzun boylu bir Sabahattin Ali portresi yürürlüktedir. Hal böyle olunca, onunla tanışmak her seferinde bir ilk olmaktadır.
Bu özgün tarihsel-siyasal kişiliğin hayatındaki bazı ilk’lerle sürdürelim yazımızı.
İlk, Gümülcine’ye bağlı Eğridere’de 1907’de doğar. 1921 Aralık ayında ilk, Balıkesir Öğretmen Okulu’na girer, ilk yazıları yayımlanır. Balıkesir Çağlayan dergisinde ilk şiirleri çıkar.1927’de ilk, İstanbul Muallim Mektebi’ni bitirir. 1 Ekim 1927’de Yozgat Cumhuriyet İlkokulu’nda ilk öğretmenliğe başlar. 1928 Kasım sonunda sınav kazanarak Almanya’ya öğrenci olarak yurtdışına çıkar; ilk. Dönüşte, 24 Eylül 1930’da ilk, Aydın Ortaokulu Almanca öğretmenliğine atanır. Resimli Ay dergisinde düzeltmen ve sekreter olarak çalışan Nâzım Hikmet ile ilk kez karşılaşır, ilk tanışır, ilk etkilenir. Nâzım’dan söz açıldığında, onunla aynı çağda yaşamaktan onur duyduğunu her seferinde ilk’indeki heyecanla söyler. 1931 Mart’ında ilk ihbar edilir, öğrenciler arasında yıkıcı propagandadan üç ay hapis yatar. İlk hapisliğinde üç ay sonra ilk aklanarak Mayıs’ta tahliye olur. 30 Eylül 1931’de Konya Ortaokulu Almanca öğretmenliğine atanır. Bir eğlencede okuduğu şiir yüzünden sonradan ünlenecek Cemal Kutay ile CHP milletvekili Mehmet Emin Soysal tarafından ihbar edilince, 26 Aralık 1932’de ikinci kez tutuklanır. Hapishaneye ikinci, Konya Hapishanesi’ne ilk girişidir. 7 Ocak 1933’te, ilk; on iki ay ceza alır. Temyiz mahkemesi cezasını on dört aya çıkarır. 29 Nisan 1933’te ilk, memuriyet kaydı silinir. Konya Hapishanesi’nden ilk sevki Sinop’a çıkar. İstanbul’a getirilen Sabahattin Ali, Sinop’a gönderilir. Vapurdan, “İki Gözüm Ayşe”ye 10 Mayıs Çarşamba günü yazdığı, “Senden ayrılalı bir saat bile olmadı Ayşe, bu kadar kötü olduğum, yaşamaktan bu kadar bıktığım bir gecem daha yoktur” cümlesiyle başlayan on beş sayfa mektup “10.5.1933-Gece/ Karadeniz Vapuru” tarihini taşır. Hükümlü Sabahattin Ali’nin üstüne başına yakışan ilk uzun mektuptur bu. “Fakat beni yalnız bırakmayın. Beni kendi kendimle bırakmayın… (…) Otur benimle konuşuyormuş gibi bana mektup yaz” cümlesi, psikolojisini ele verir niteliktedir. Karadeniz’in ortasında, jandarmalar arasında bilmediği bir şehre, o şehrin zindanına gönderilen bir ilk ve tek siyasi mahpusun lirik iç dökmeleridir her cümlesi. Sabahattin Ali’nin Sinop’tan gönderdiği “İki Gözüm Ayşe” başlıklı “15.5.1933-Sinop” tarihli ilk mektup şöyle başlar: “Sana vapurda uzun bir mektup yazdım. Buraya gelince kardeşini sokakta görerek ona verdim. Kardeşin esbabını (nedenlerini) anlayamadığım endişelerle olsa gerek geldim geleli hiç uğramadı. Bugün pazartesi, öğleden sonra belki gelir, bu seferde gelmezse artık beklemeyeceğim.” Sinop şehrine ilk ayak basışını tahliye sonrasında yazdığı bir başka içli mektubunda tarihe şöyle not düşer: “Ayşe, ben tam bugün ‘12’ Mayıs gecesi saat birde Sinop’a çıkmıştım…” 1933 yılının 12 Mayıs gecesi Cuma’dır. Sabahattin Ali, günün ilk saatlerinde saat 00.01’de, kale/sur şehri Sinop’a ilk ayak basar…
“Candarmalar bir müddet sonra uyandırdılar. Sinop’a geldiğimizi söylediler, bir motora binerek şehre çıktık. (…) Gece yarısından sonra çıktığımız bu küçük şehirde kimseler yoktu. Yalnız büyük surlar, ahşap evler, tahta kepenkli ahşap dükkânlar vardı. (…) Ve ben, yanımda iki candarma ellerimde bavulum ve çantam, kalbimde dizlerimi bükecek kadar büyük bir ağırlıkla bu bilmediğim şehrin karanlığının içinde ilerliyordum. (…) Hafif kumlu bir yolda, bahçe gibi bir şeyin içinde yürüyordum. Burasının park olduğunu söyledilerdi. (…) Ah yarabbi, o akşam ne kadar ıstırap çekiyordum? Ne kadar kederli idim!.. (…) içimde bir ağlamak ihtiyacı vardı. (…) Dudaklarım titriyordu. O gece annemi çok istemiştim, o yanımda olsa, benimle beraber yürüse, candarmalar beni candarma dairesine sokarlarken o boynuma sarılıp öpse ve yarın tekrar görmeye geleceğini söylese bu kadar yüreğim ağırlaşmazdı, diyordum. Sonra seni de çok düşünmüştüm. Şerif, Halide ve sen vapura gelmiştiniz. Üçünüzün de hayali, bilhassa seninki hep gözümün önündeydi. (…) Şimdi burada olsa muhakkak daha hafif olurdum, hiç olmazsa ona zayıf görünmemek için kendimi bu kadar koyuvermezdim diyordum. O zaman dünyada hiç kimsenin beni annem kadar sevemeyeceğini ve hiç kimsenin beni senin kadar anlayamayacağını düşünüyordum. Elimde ağır çantalar, başım yıldızlara doğru kalkmış, kafamda bunlar dolaşıyordu. Cebimde sana vapurdan yazdığım son mektup vardı.”
Sabahattin Ali Sinop’taki ilk gecesini sahildeki Jandarma Dairesi’nde geçirir. Vapurda yazdığı 10 Mayıs tarihli uzun mektubunu ilk orada, Ayşe İlhan’ın kardeşi Fatma İlhan’a vererek göndertir. 12 Mayıs 1933 Cuma günü ilk, hapishanelerin Fizan’ı Sinop Zindanı’na ayak basar. Abdülhamit döneminde sarayda çalıştığı söylenen Hapishane Müdürü Cevdet Bey onu Karadağ namıyla ünlü bölümdeki on beş kişilik koğuşa getirir. Gardiyanlar kapıyı açar. Müdürün yanındaki bavullu kişi mahpusların dikkatini çeker. Müdür, efendiden bu gözlüklü şahsı, öldürmeye iştirakten on yıla hükümlü Sinop eşrafından Mustafa Kuşüzümüne “emanet” eder. Mahpuslar, adının Sabahattin Ali olduğunu, şiir yoluyla “Reisicumhura hakaretten” ceza aldığını öğrenirler. Birinci kısımda isyancı Kürtler, ikinci kısımda Lazlar, “Karadağ” namıyla ünlü üçüncü kısımda yerliler; “Şapka Kanunu”na karşı çıkan Erzurumlu hacı-hoca tipli yaşlılar, Hamidiye Zırhlısı limana girince, “Şapka da giyeceğiz… Paşa da diyeceğiz!” diyen Doğu Karadenizliler, yatmaktadır…
Sabahattin Ali, beş ay yattığı bu hapishanede de pek çok ilk yaşar. 1933’teki Cumhuriyet Affı’ndan yararlanarak 30 Ekim’de hayatında ikinci Sinop’tan ilk tahliye olur. Sonrası mı? Sonrasının hülasası, su uyur devlet uyumaz, geleneğinin sonucu olarak taammüden öldürülmesidir. O gün bugün sırlarla örtülen, devlet ermiş muradına, biz bakalım hikâyemize, cümlesiyle özetlenebilecek bir hazin hikâyedir bu… Sabahattin Ali’nin tarihin içinden “Ben ilk ne zaman öldürülmüştüm?” diye seslendiği bir hazin hikâye…
Filiz Ali ve ilk
“Babamı ziyarete Paşakapısı Cezaevi’ne nasıl gittik hiç ama hiç anımsamıyorum. Cezaevi avlusunda üçümüzün birlikte göründüğü iki poz fotoğrafa ne zaman baksam içim feci burkulur. Babamın saçları bembeyaz olmuş, besbelli epey kilo vermiş ki o benim tombul babamın beyaz keten elbisesi üzerinden dökülüyor sanki. Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel’in anılarını okuyunca neden o günleri anımsamak istemediğimi daha iyi anlıyorum şimdi. Cezaevi Müdürü’nün odasında karşılıyormuş bizi babam, sonra da beni kucağına alıp öpüyor, kokluyor, ağlıyormuş. Benim çocukluğumun tek kahramanının, dünyadaki tek hayran olduğum adamın ağlaması, tutsak bir kuş gibi demir parmaklıklar arkasında hapsedilmesi, saçlarının bembeyaz olması, zayıflaması kim bilir beni ne kadar etkiliyordu ki artık iyiden iyiye hayal dünyamda yaşamaya başlamıştım o yaz.” (Filiz Ali, “Filiz Hiç Üzülmesin”)
Aradan yıllar geçer… Sabahattin Ali devlet dersinde taammüden ilk, öldürülür. “Benim meskenim dağlardır” dizelerindeki dağlar mezarı olur. Dağlara gömülür, tarihe. Eşi Aliye Hanım ve biricik kızları Filiz bir acıya kiracı olurlar. Devlet eliyle ve devleti taklit edenlerce sürdürülen solo-koro bir yalnızlaştırma, siyasi-insani kuşatmaya direnirler. Anne-kız, acılarını uykuya yatırıp sabrı denerler. Aradan zor yıllar, uzun yıllar geçer… Sabahattin Ali’nin isminin zikredilmesinin, kitaplarının yayımlanmasının yasak olduğu yıllar. 1965’te bir ilk gerçekleşir, bütün eserleri yayımlanmaya başlar. Aradan yıllar geçer. “Filiz hiç üzülmesin” dediği küçük kızı büyüyerek, piyanist ve müzikolog olur…
Ve babasının Sinop Hapishanesi’ne ilk ayak bastığı tarihten 76 tarih yıl sonra, 13 Haziran Cumartesi (2009) günü Sinop’a gider. Dile kolay, yola kolay ama yolcuya zor geçer yıllar. Filiz Ali, Sinop Kültür ve Turizm Derneği’nin “Buradaydılar” etkinliği için saat 11.00 sularında Sinop’a ilk ayak basar. Sinop şehri ve tarihi hapishanesi babasının tarihe emaneti Filiz Ali’yi de konuk eder. Diyojen şehrinin onunla, onun Sinop ile ilk tanışmadır bu. Bir ilk açık görüş… Babasına âşık bir çocuğa gecikmeyle nasip olan ilk “âşık görüş…” Bu tarihsel buluşmaya, ilk’e tanık olanlar için de bir ilk’tir bu. Babasının vapurla geldiği şehre o, uçakla gelir. Babası saçlı bir kadın iner uçaktan. Sinop’a ayak basar, ilk. Sözcüğün iyi kalpli anlamıyla gözaltına alınır bekleyenlerce. Göz ve gönül ucuyla uçaktan inişinden itibaren yakın takibe alınır. Merak, kaygı ve sevinç karışımı bir makamdadır Filiz Ali… Belki bilinçaltının bilinç üstüne çıkması belki de bastırılanların geri dönüşü…
Kapatıldıktan sonra “turistik bir mekâna!” dönüştürülen hapishaneden söz ederek onun ilk muhabbetidir bu. Babasının hatırasıyla ve imgesiyle yaptığı bir tarihi ilk açık/âşık görüş… Böylece Filiz Ali, tam 76 yıl hasret yılı sonra, babasının mektuplarından okuduğu hapishane ile ilk tanışma. Tarih ile coğrafya, mekân ile insan, madde ile mana, gerçek ile hayal, unutmak ile hatırlamak ilk sıcak temas. Cümle kapısından ilk giriş… 2 Eylül 1983’te sorgu/işkence için götürüldüğüm kale hapishanede Filiz Ali’ye ilk rehberliğim. İlk bilgilerin ilk görüntülerin şaşkınlığı. Kapı altından ilk geçiş… Babasının voltaya çıktığı avlunun duvarlarında “Bir Fotoğraf Camı, Çektiği ve Çekemediği Fotoğraflarla Sabahattin Ali” başlıklı ilk fotoğraf sergisi. Fotoğraf sergisinin açılışı için ilk konuşmam. Babasının fotoğraflarını başka bir gözle ve duyguyla izleyen, beyaz ve dingin bir kadının ilk ağlamaklı oluşu. “Sanki ilk gözyaşının tarihini buldum” dizesindeki hal… “En yaşlı mevsim kış gibisin beyazların tarih” dizesine kafiye bir hüzün kadın. Bir zamanlar tersane olarak kullanılmış avlunun duvarlarına dizilmiş fotoğraflara bakarken, “Anılar. Anılar hepsi tek kelime” dizesinin hükmünü sürdürdüğü bir an. An içinde süreci, süreç içinde tarihi bir an’ı sessizce adımlayan bir siyasi mahpusun çocukluğuna büyüyen kızı. An içinde anılar, anılar içinde uzun hüzün bir tarih…
Kadim duvarlara tarih süsü fotoğraflar bitti… Artık yolculuk bir başka yere… Deli dalgaların duvarlarını yaladığı deniz kıyısındaki kalenin birkaç metre uzağındaki ünlü Karadağ Koğuşu’nun nam-ı diğer Üçüncü Daire’nin önündeyiz. Hapishanenin duvarlarında bürümüş yaban/asi otlar tarihin tadını çıkarıyor. Filiz Ali, cümle kapısından giriyor ilk. Tedirgin pencere önü serçeleri gibi yürüyor, ilk. Belki de “Kuşyemi gibi yalnızdı” duygusu. Nice sırlarla gizli merdivenleri çıkıyoruz. Koğuşta bir sürpriz bekliyor onu; ilk. Babası tahliye olalı 76 yıl olmuşsa da anılar hâlâ canlı. Babasının, “Koğuşumuz aristokrat koğuşudur” dediği, mektuplarına göre düzenlenmiş bir küçük koğuştayız. Yer yatağı, duvarda bir halı, içinde kitaplar olan bir sandık. Duvarda, “Hapishane Şarkısı V”in Türkçesi ve Osmanlıcası asılı. Filiz Ali ve konuklar koğuşa girer girmez, Sinop Musiki Cemiyeti’nden iki sanatçı ut ve kemanla, Hacı Faik Bey’in rast makamındaki “Bir dame düşürdü ki beni bahtı siyahım/ Vallahi bu sevdada benim yoktur günahım/ Etmesem inayet bana ol çehresi mâhım/ Mutlak onu da mahvedecek ateş-i ahım” şarkısına başlıyor. Sırtını ilk kez duvara verip ilk kez ayak bastığı koğuşta ilk kez babasının sevdiği bir şarkıyı tarih kulağıyla dinliyor. Yozgat’ta bir kahvehanede bir saz heyetinin eşlik ettiği Melek isimli bir hanendeden babasının istediği bir şarkıdır bu. Heyecan, üzüntü, sevinç iç içe. Beyaz bir dinginlik… Evet, beyaz. Arada sırada gözyaşlarının tozlarını siliyor.
Bahçeye iniyoruz… Sabahattin Ali döneminde muhtemelen çocuk olan avludaki yaşlı ağacın altındayız… Müzisyenler bu kez, “Bir dâme düşürdü ki beni bahtı siyahım” şarkısının yanı sıra, Şükrü Tunar’ın, uşşak makamındaki “Geçti muhabbet demi ağla gönül yan gönül/ Ağla gönül yan gönül mihnete katlan gönül/ Dökme sakın gözyaşı kopmaya tufan gönül/ Ağla gönül yan gönül mihnete katlan gönül” şarkısını meşk ediyorlar. Filiz Ali, Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Sekreteri Tevfik Taş ile birlikte Sabahattin Ali’yi ilk konuk ediyoruz tarihi avluda, tarihi ağacın altında. Belki de tersinden, biz konuk oluyoruz Sabahattin Ali’ye; ilk. Can Yücel’in, “Sözüm size, ey Başı-dardakiler,/ sizin de Kurtuluş Olsun Çayınız!” dizeleri eşliğinde siyasi/adli çaylar geliyor… Filiz Ali ilk konuşmaya başlıyor:
“Sinop’a ilk defa geliyorum. Sinop Hapishanesi Sabahattin Ali’nin hayatında önemli bir yer tutuyor. Şiirlerinde daima dalgaların kalenin duvarlarına vurduğundan bahseder. Ben de gerçekten bu mekânı çok merak ediyordum. Bunca yıl sonra onu anmak için bu hapishanede olmak benim için anlatılmaz gerçekten. Gördüğünüz gibi gözlerimdeki yaşlar hiç dinmiyor. Aynı zamanda da çok mutluyum. Çünkü böyle bir toplantıyla Sabahattin Ali mahkûm olduğu hapishanede anılabiliyor… (…) Sinop Cezaevi’nde yazılan Aldırma Gönül şiirinin şarkısını Türkiye’de bilmeyen yoktur ama onun Sabahattin Ali tarafından yazıldığını bilmeyen var.” (Filiz Ali)
Avludaki kuşlar kâh ağaca kâh kadim duvarlara konup neler olduğunu anlamaya çalışıyorlar sanki. Kuşlar için de bir ilk’tir bu. Devletin, resmi tarihin yüzüne karşı konuşmalar. Sorular, cevaplar… Muhabbetin sonunda, Edip Cansever’in, “(…)/ Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Ama daha korkuncu da var: utancı bilerek yaşatmak/ Gördük hepsini işte, daha da görüyoruz./ (…)/ Nerede okumuştum, hatırlamıyorum şimdi, / biri mi anlatmıştı yoksa/ mahpusunu kıskanan bir gardiyanı/ Ve düşün sevgilim,/ mahpusunu kıskanan bir gardiyan düşün/ Ne kadar acı bunlar/ Kıskanıyorlar hepimizi ve kıskanacaklar/ Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak/ Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir// Birazdan akşam olacak sevgilim/ Bütün heybetiyle akşam olacak/ Sevgilim, diyorum oysa kimsecikler yok yanımda/ Bilmiyorum kime sevgilim dediğimi/ Bildiğim bir şey varsa/ O kadar yeni anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi/ Unutup birden zamanı ve yeri/ Onunla bir günü kutluyorum coşarak/ Onunla bir günü kutluyoruz sanki./ (…)/” dizelerini okuyorum ve “Hapishane çeşmesi” türküsüne bağlıyorum muhabbeti…
Akşam Orta Daire’nin avlusunda konser yapılıyor. Sanatçılar sırayla sahneye çıkıyorlar. Türküler, şarkılar… Suavi’yi bekliyoruz. Kuşlar çoktan uyumuşlar. Filiz Ali avluda, “papatya gibi yalnız” duruyor sanki. Babası gibi hem çok kalabalık hem de çok yalnız. Seçilmiş bir yalnızlık bu. Sıkça içine kaçması, düşüncelere dalması insana dâhil; tarihten güncele acılarına delil… Bir ara usulca yerinden kalkarak babasının yattığı bölüme geçiyor. Emanet duygusuyla ardından süzülüyorum. Sessizce avluya geçiyor. Babasının hatıralarıyla baş başa kalma duygusu olmalı. Görmezlikten, bilmezlikten gelerek duvarın duldasında bekliyorum. Bir zaman sonra, yine sessizce, beyaz siluetiyle dönüyor. Şarkılar, türküler dinliyoruz. Sabahtan beri açık/âşık görüşü izleyen, kalenin, surların ve hapishanenin kadim sahipleri merak kuşları düş uykusundan ilk uyanıyor. Görülmüştür damgası olmayan zarfsız kuşların bir kısmı türkülere eşlik edercesine sesler çıkarıyor; ilk…
Hep birlikte; Sabahattin Ali’ye kayıtlanıyoruz…
Hep birlikte; tarihe, hatıralara ve kuşlara kayıtlanıyoruz…
Hep birlikte ve ilk, ilk ve hep birlikte…
“Babamın sözünü tuttum ve uzun zaman hiç üzülmemiş gibi yaptım. Yıllar boyu onun öldüğüne inanmadım. Geri gelecek diye bekledim. Kalabalıklarda ona benzettim insanları, yabancı ülkelerde beyaz saçlı, kısa boylu, tombulca adamları takip ettim, odur diye. Rüyalarıma girdi sık sık, hiç konuşmadan, gözlerini hafif kısarak, gülümseyerek baktı bana rüyalarımda, ben hep peşinden koşup onu yakalamak istedim ama hiç başaramadım. Babam için uzun yıllar hiç gözyaşı dökmedim, çünkü o ‘Filiz hiç üzülmesin’ demişti. Ama Denizler asıldığında, Sinanlar Mahirler öldürüldüklerinde çok ağladım, yıllarca gözpınarlarımda babam için biriken gözyaşları durmadan aktı, aktı, aktı… Türkiye’de siyasal cinayetlere kurban giden değerli insanların ne ilki ne de sonuncusuydu babam. Tanrılar kana doymayacaklar mıydı? Babamın ölümü gerçeğiyle ilk kez 19 Haziran 1993 günü yüz yüze geldim. Sabahattin Ali’ye Kırklarelililer sahip çıkıyordu. Kırklareli’nin köylüsü, kasabalısı, okumuşu, okumamışı, askeri, polisi, eşrafı, fabrikatörü, politikacısı, öğretmeni, öğrencisi, yanı kısacası Kırklareli halkı 1992 yılı Haziran ayında başlatılan Sabahattin Ali günlerinde bir araya geliyor, Sabahattin Ali’yi içlerinden biri ama neredeyse ‘evliya’ gibi anıyorlardı. Sabahattin Ali, Kırklareli köylerinin folkloruna çoktan girmiş, bir halk kahramanı, bir efsane olmuştu. 19 Haziran 1993 günü köylülerin kırk beş yıl önce babamın ölüsünü buldukları çatağa gittim. Cesedi bulan çoban hala yaşıyordu ve olayı da kim bilir kaçıncı kez anlatıyordu. Çobanın buluğdu cesedin babamın cesedi olup olmadığı yıllar boyu tartışıldı, durdu. Her neyse, ne, ama benim asıl içimi yakan onun bir mezarının bile olmamasıydı. Madem meskeni dağlar’dı Sabahattin Ali’nin, biz de ona dağlarda bir işaret bırakacaktık. Çatağın yakınındaki düzlükte arkasını Istranca ormanlarına dayamış koskoca bir kayanın üzerine gömdüğümüz mermer parçasına, ‘Başım dağ/ Saçlarım kardır/ Benim meskenim dağlardır” diye yazdık. O günden beri artık babamı rüyamda görmüyorum ve inanıyorum ki artık ruhu huzura kavuştu ve dağlarda özgürce dolaşıp duruyor.”
(Filiz Ali, “Filiz Hiç Üzülmesin”)
- Evinin duvarına gömülen şair - 28 Temmuz 2018
- Çağın dedikodusu; şiir siyasetin, siyaset şiirin nesi olur? - 26 Haziran 2018
- Gitmek Ama Varamamak, Uçmak Ama Konamamak - 8 Nisan 2018
FACEBOOK YORUMLARI