Çağın dedikodusu; şiir siyasetin, siyaset şiirin nesi olur?

Şiir/şair-siyaset ilişkileri/çelişkileri söz konusu olduğunda, kopya çekmeden cevaplanması gereken ilk soru; “insan niçin okur, niçin yazar ve daha da önemlisi niçin yaşar”, sorusudur.

“İnsan niçin yazar? (…) İnsan yazdıklarını niçin yayımlar? (…) İnsan yazar; çünkü bir sorunu, yanıtı değilse de bir sorusu vardır. İnsan yazdıklarını yayımlar; çünkü bu sorunu paylaşmak, sorusunu -eğer varsa elbette yanıtını- birilerine iletmek ister. (…) Bu dert örneğin bir şiirde dile getirilmiş olabileceği gibi, son derece mahrem bir dert de olabilir. Yine örneğin bilimsel bir makalede dile getirilmiş olabileceği gibi, son derece kamusal bir dert de olabilir. (…) Her iki halde de, insanı şu ya da bu şekilde kıvrandıran bir dert; her iki halde de, insanın içinde şu ya da bu şekilde kıvranan bir soru işareti vardır ve nihayetinde, işte bu dert, bu soru dile getirilir. Bir anlamda, dert dile gelir ve vücut bulur. Başka bir deyişle dışa vurulur ve nesnelleştirilir. Dolayısıyla, en azından sadece yazarın derdi olmaktan çıkar, kamusallaşır; dile getirilen dert muhatabını bulur ya da hiç değilse aramaya koyulur.” (Şükrü Argın, Aşkla Yazmak)

Şiir/şair-siyaset ilişkileri/çelişkileri söz konusu olduğunda, kopya çekmeden cevaplanması gereken ilk soru; “insan niçin okur, niçin yazar ve daha da önemlisi niçin yaşar”, sorusudur. “Herkesin siyaseti ve şiiri kendine” diye eklemeyi unutmadan şöyle de sorulabilir: İnsanın bu dünyadaki varlığı neyin delilidir? Her biri berceste mısra olan soruları uzatmaya başladığımızda, son tahlilde değil ilk tahlilde, siyasete de adım atıyorsunuz demektir. Son yıllarda devletin sık kullandığı, “sıcak temas sağlandı”, deyiminden el alarak dilleneyim: Şair dille “sıcak temas” sağladığı, şiiriyle sorular sorarak dayatılan dünyadan şüphelendiği anda devletle de, kurulu düzenle de “sıcak temas” sağlar. (Edip Cansever’in “Sordular. Sorular benim insanlarımdır” dizesi, insaninsan’ın sorulardan da yapıldığını anlatmaz mı?)

Dil üzerine ne çok söz söylendi, söyleniyor. Wittegenstein “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” dedi. Heidegger “Dil varlığın evidir” diye bizi başka bir anlam kapısından geçirdi. Pirimitiv anarşistlerden Johh Zerzan ise, “Gelecekteki İlkel” kitabında dili çapraz ateşe tutarak, dilin/sanatın bir kötülük olduğundan söz ederek, en başa, ilkelliğe, dilsizliğe dönmeyi önerir. Dil üzerine dolaşımda olan cümleler üzerine kabullerim, sorularım ve şerhlerim bir yana, şiir/dil bağlamında sormamız gereken temel soru şudur: İnsan/şair dille/şiirle ne yapacak? Kendisi kısa, cevabı uzun bu soruyu sormaya başladığımızda, insana dair dertleri, soru(n)ları şiire yüklediğimizde, siyaset meydanında siyaset yapmaya başlıyorsunuz demektir. Meraklılar, bu soruyu, M. Cevdet Anday’ın, “Dünyada geçirdim çocukluğumu/ İnsanlardan eşya yaparlar” dizeleriyle ilişkilendirip şöyle de sorabilirler: Ey şair, şiirden/dilden/insandan ne yapmak muradındasın? Şıkları siz yazın ve siz işaretleyin!

Şiir bir dil siyasetidir. Şair dil ile arkadaşlık eder, yer-içer, oturup kalkar… Şiir yeryüzü ve gökyüzü iktidarlarının söz/dil/kamu düzenine karşı alternatif bir söz/siyaset ve söz/dil düzenidir. Dilin anahtarlarını kaybeden ya da dilin anahtarlarını egemenlere teslim eden şair, sadece “devletlü!” değil aynı zamanda “şüpheli!” şairdir. Tünelin ucundaki âşıklar için cümle şöyle olmalıdır: Politikanın şiirleşmesi, şiirin politikleşmesi… Şair, dilden dolayısıyla şiirden ne yapacağının siyaseti üzerinden dünya ile ve dünyalılarla ilişki kurar. Şairin, dilin ve şiirinin dünyaya ve dünyalılara değdiği yani “nesnelleştiği” yerde siyaset dahil insana dair hallerle temas eder. Sözün burasında, Can Yücel’in; poetik-politik bir dünya/dil ve insan tasavvuru olan “Eytişim” şiirini siyasi savunmamıza delil olarak ekleyelim: “Adam gibi yaşam isteği/ Adam gibi çalışma/ Adam gibi sevişme/ Adam gibi yaşama isteği/ Ve bunlara aykırı düşene karşı/ Direnme istemi ve giderek/ Devrim de değil, Devrin/ Yâni Dâva, Aksidâva ve Dâvalaşma,/ Eytişim budur işte eylem/ Bitirin demek bu işi/ Yâni Diyalektik/ Yani Aleyhistanda yeni bir Lehçe” Bu şiirdeki “Aleyhistan’da yeni bir lehçe” dizesi bir poeteik-politik dünya tasavvurudur ki, genel olarak dil değil, “karşı dil”, genel olarak şiir değil bir “karşı şiir” fısıldar kulağımıza.

Dil meselesini dert edenlerden Jacques Ellul’un, “İnsanlığı kurtarmak isteği duyan herkes günümüzde, öncelikle sözü kurtarmalıdır” cümlesiyle sürdürelim. Dil siyasetine kayıtlı olan şair/şiir, poetik-politik olarak diyalektik bir varoluştur. Ama her nedense, ben/biz “Şiir, esir alınmış dili, dilleri, anlamı ve sözü kurtarmanın hevesidir” derdemez “Bir uğultudur başlar rüzgarda/ Kökü dışarda, kökü dışarda…” (M. Cevdet Anday) Böylece, şiirin siyaset dışı olduğunu vazeden saray/köşk kurnazları tersinden, dil siyaseti dahil resmi siyasetin merkezinde icrayı sanat, icrayı siyaset eylerler. Farklı enstrümanlara sahip olan ve kendini “imge” üzerinden kuran şiirin, kendini “kavramlar” üzerinden kuran siyasetin ruh ikizi olduğunu söyleyenleri çok siyasi, çok ideolojik bulup şiire siyaset, siyasete şiir karıştırmamayı vazedenlerin, kötülük toplumunun, onun üst yapısı devletin, resmi tarihin ve resmi edebiyatın “anlam” kayığına binip açıldıkları bilinir. Siyasetsizliği önererek siyaset yapan böylece ulus devletlerin, teolojik algıların kutsallarına dille, şiirle itiraz etmek yerine teslim olanlar, kötülükleri su içtikleri yere kovalamak yerine, zalimlerin makamına/mekanına şiir taşıyanlar ilk ve son tahlilde eşitsiz, adaletsiz bir dünyanın şiirkulu olarak tarihin kütüğüne çakılırlar. Onların, benim gibi kötü yola düşmüş siyasileri davet ettikleri dünye, M.C.Anday’ın “Bayılırım şu düzenli dünyaya/ Üstte ölüler/ Altta diriler/ Gel keyfim gel…” dizeleriyle hicvettiği dünyadır. Üstte egemenler, altta mazlumlar, gel keyfim gel. Bizim mahallenin çocukları, şiiri ve siyaseti eş zamanlı-art zamanlı olarak, esir alınmış dilin, sözcüklerin ve anlamların kurtarılması olarak dillendirince, şiirden çıkmış ak kaşık edasındaki şuara, yanlış yaşayan ve yanlış yaşlanan insanların çoğunluk olduğu “düzenli dünyayı” kutsamakla kalmaz; bando-mızıkalarla resmi gürültü başlatıp, devletin dilinin altına saklanarak dil parsası toplar. Freud’un, “Ne zaman bilinçaltına insem, oradan benden önce bir şairin geçtiğini görürüm” cümlesi bana suçüstü imkanı verir: Ne zaman yolum siyaset meydanına düşşe, orada şiiri siyasetten koparanların, siyaset yaptıklarını görür ve onlara Can Yücel’in şu dizelerini hatırlatırım: “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi…”

Şair İlhan Berk’in, “Şiir dünyayı kurtaramasa da, dünyayı kurtarmak/ değiştirmek isteyenlerin ellerin de tutamaz mı” mealindeki cümlesi de geçsin kayıtlara. Şiirin/şairin poetik-politik diyalektik varoluşu, diller ve iktidarlar karşısında meşru savunmaya, pasif direnişe indirgenemez. Benim hevesim olan şiir, cinsler, uluslar, sınıflar arasındaki tüm ezme-ezilme ilişkilerine, mikro-makro iktidarların kurulu düzenine karşı topyekün saldırıdır… E. Cansever, “Şiir yürür, şiir sever, şiir içer mi/ Şiir mi/Yürür de sever de içer de elbet” dizelerini “şiir olsun”, “edebiyat yapalım!” diye söylememiş. Biz ekleyelim, şiir, siyaset de devrim de yapar. İçi açılmamış insanın içini açar, “kavramsal insanı” “insaninsan” olarak yeniden inşa eder. Yeni insan şiir değilse, siyaset değilse nedir, deyip siyasetin dozunu artıralım: Bana sorarsanız, şiir devrimdir, devrimcidir, anarşisttir, feministtir, çevrecidir, yeryüzü ve gökyüzü iktidarlarına esatan ve usulden karşıdır.

Öte yandan bu sorun, “siyaset” sözcüğüne ulus devletlerin ve ondan el alan şairlerin yükledikleri klişe anlamlandırmayla da ilişkilidir. Siyaseti sadece, seçme seçilme temsil, parlamento, “politikacılık!” olarak tarif edenler bu tanımı divanda, dergahta yeniden üretir. Oysa siyaset, insana dair her alanda dünyayı, yorumlama ve değiştirme çabalarının toplamadır. Bilgiden el alıp mecazlarla ilerleyelim: Seyislikten gelen “siyaset” sözcüğü; at eğitimi, bakımı, demektir. Şair dil bakıcısdır. Dilin çobanıdır şair. Şair dili, dil de şairi, devlet, ulus, bayrak, din adına değil, özgürlük vaadiyle güder. Öte yandan “siyaset etmek” Osmanlı’da hizaya geçmeyenlerin cezasını vermek için şiddet kullanmak demektir. Şairler, muhalifler için “siyasete uğramak”, boyunlarının “siyaset çeşmesi”nde vurulması dahil cezalandırılmaktır. (Pir Sultan, “Siyaset Meydanında” bugünkü Mezbaha Meydanı asılarak idam edilmiştir. Bugün pek çok şehirde bazı ağaçların, “idam ağacı”, “siyaset ağacı” olarak isimlendirilmeleri de şiir/siyaset ilişkilerine dahildir…)

Siyaseti dışlayan estetik(şiir) merkezli kavrayışlar bana hem sorunlu hem de “yalan” gelmiştir. Mülkiyet ve iktidar kervanlarına, yatay ve dikey “yalanlar” yükleyenler, kendinden menkul salt şiiri merkeze alıp politikayı hariç kılarak sistemin tabularını-tapularını yeniden üretirler. Bu, şiire/şaire resmiyetin yardım yataklık rolünü reva görerek, “üç oh!” çekerek ve “alkışlarla” statüye zar atma pasifizmidir. Hal böyle olunca şair işaret ve itiraz parmaklarını yitiren kapıkulu, partikulu, devletkulu, tanrıkulu nesneye dönüşmekle kalmaz, şairine “rağmen” yürürlükte olan şiirler bir yana, şiir de bir “edebiyat yapmak”, “güzel söz söylemek” ötesine geçemez. Her şair kendi ideolojisine ve dünya görüşüne göre şiir yazar. Her ideolojik konumlanış kendi temsil biçimlerini de yaratır. Bu dünya görüşünü şairin algılama/üstlenme kapasitesi ve bunu şiire yedirme, dönüştürme kapasitesi arasında “aralıklar” mesafeler olmuştur, olacaktır. Bu, şiir yazarken tarih, felsefe, ideoloji, politika bilmenin ama bilmezlikten gelmenin poetik görgüsüdür. Bu nedenle bir soyutlama olarak “şiir” adlandırmasını, “hangi şiir, hangi dert, hangi şair” sorularıyla ilişkilendirmeden, verili “şiir” tanımından şüphelenmeden her şairi/şiiri soyut bir “şiir çadırı” altında toplamak ne mümkün ne de gereklidir. Bize gerekli olan, klişeler değil, ezber bozacak yeni anlam kapılarını açmaktır. (Çağımızın önemli düşünürlerinden Zizek’in, “Bosna’da etnik temizlik, bazı şiirler yoluyla savaşın sürdürülmesiydi” mealindeki cümlesi de geçsin zapta ve bizdeki Radovan Karadyiç benzeri şairleri ldüşünelim[mi?])

Şiirin siyasetten, siyasetin şiirden ayrı olduğuna dair “dedikodu” hala yürürlükteyse, bu cümleye secde eden gayrisiyasi şairler şiirleriyle siyaset yapmayı sürdürüyorsa, iflaf ve ıslah olmaz bir siyasi olan Can Yücel’i kendime ve yazıma suç ortağı (cürüm) yapayım: “Devrimcilik gibi Şairlik de/ İnen darbeyi duyabilmektir./ Kasların liflerinde,/ İster copların darbesi olsun/ İster bilincin…/…/ İşte böyle bir şiir bizim yazmak istediğimiz..” Bu peetika-politika bize, verili muvazzaf şiire karşı, “karşı şiir”, verili, muvazzaf dile karşı, “karşı dil” önerir. Şiiri ve toprağı bol olsun Hulki Aktunç’un; “Öç, zamanı yarım kor yarım kaldığı zaman/ Bana soracaktır: şiir mi yoksa aks-i şiir mi// O şiirden bazen de aksi kalacaktır, o gölgeden/ Bazen de gövdem kalır, akşam güneşidir ışığından/ ürperip gülen, şiirin aslıdır bazen karşı şiir” dizeleri de bu bağlamın fikri takibidir. (Ece Ayhan’ın; “Halk kendi sürecini yaratmak üzere ırmak ağızlarında toplanmaya başlamıştır, deltalarda yatıyor çoluk çocuk. Şairler de şiirlerin denize döküldükleri bu yerlerde, ayakta. Irmaklar tersine akıtıldığı sabah, ayaklar baş olacak, başlar ayak, hangi kaynaklara gidileceğini biliyor halk.” cümlesini de yazımıza suç ortağı yapalım…)

“Yaşlanan şairler hikmete yaslanır” demişti Hulki Aktunç… Ne hikmetse, bu topraklarda genci, yaşlısı devlete yaslanarak yanlış yaşlanıyor…

2 Temmuz 2012/NAR’istanbul

Sezai Sarıoğlu
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Başarılı bir ilk roman: Gök Kuşaksız

Read Next

Ödüllü çizgi roman Kırışıklıklar raflarda

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *