KRİZ VAAR!

Berna Durmaz’ın Metal Hayatlar’ında da gerek iş ortamında gerek ailenin oluşturucusu olduğu ev içi ortamda gerekse özel bir ilişki içinde çırpınarak bir tür krize işaret eden insanların öykülerine tanık oluyoruz.

Hastalıklı sistemler, hastalıklı insanlar, hastalıklı ilişkiler, hastalıklı toplumlar ve tabii ki kaçınılmaz olan hastalıklı hayatlar… Bu döngü içinde bazen fark edilen, ama genelde, fark edilse bile, üzeri bir an önce kapatılmak istenen ya da hiç fark edilmeyen çırpınışlar…

İşte, Berna Durmaz’ın Metal Hayatlar‘ında da gerek iş ortamında gerek ailenin oluşturucusu olduğu ev içi ortamda gerekse özel bir ilişki içinde çırpınarak bir tür krize işaret eden insanların öykülerine tanık oluyoruz. Kitaptaki öykülerin her biri âdeta “Kriz vaar!” diye bağırıyor. Gelin, bu bağırışın sesini daha yakından duyalım isterseniz.

“Metal aksamların etten bir uzantısı olarak iş görme”: Makineleşen insan

Çivisi çıkmış dünyadan kriz okumaları olarak da görülebilecek kitapta ilk öykü Demir Çağı. Öyküde güçlü kollarından adını alan bir karakter karşımıza çıkıyor: Çapa. Çapa, çocuk yaşından beri, görevinin bilincinde, çalışan bir fabrika işçisi, makine başı insanı. Yalnız, bu tempoda çalışmanın bedelini kopan el parmaklarıyla ödüyor. Durumu bildirmek için odasına gittiği şefiyse o anda sadece Çapa’nın makinesinin işlemesinin aksamasından kaynaklanacak geciken maliyet raporunu yazma derdinde. Hâl böyleyken çıkacak rapora yazılmak üzere ne yaşadığını tek kelimeyle anlatıyor Çapa: “Yapamadım.” Öykünün anlatıcısının ifadesiyle “yıllardır makinenin arkasından çıkmayan bir insan olarak varlığı da neye benzediği de çoktan unutulan” Çapa’nın basitçe dile getirdiği yapamaması aslında zaten yapabilmeye tepkisi olarak anlaşılamaz mı?

Bir tepki de Kapan adlı öyküdeki kadınla gözlerimizin önüne geliyor. Öykü, kadının, kitabın tanıtımında kitaptan bir alıntı olarak kullanılmış hâlde arka kapakta da bir kısmını gördüğümüz, şu sözleriyle başlıyor: “Pencereden bakıyoruz kedimle. Dışarısı bir dünya curcuna. Ne acelesi varsa, açılmış kabak çiçeği gibi, soyunmuş dökünmüş pirüpak sabah. Şehrin çocuğu, yaşlısı, çalışanı dökülmüş sokaklara. Kimi okula, kimi işe, kimi kapı önlerine. Kimi işte yel yepelek yaşamalara. Gün başladı ya, durmayın evlerinizde. Doldurun sokakları, otobüsleri, binaları. Akın akabildiğiniz kadar oluk oluk. Delin, deşin, parçalayın yerin yüzünü. Derinine temel atıp bıçak gibi saplayın toprağın karnına binalarınızı. Camlar, metaller giydirin üzerlerine ki ışısın. Girin çıkın o binalara, girin çıkın, bütün gün. Bahçe zararlıları gibi kıymık kıymık, parça pinçik her gün, her saat, düzenli yiyip bitirin dünyayı. Bu yüzden bu sabahın erkeninde kalkmalar”.

Bu sözler, yine hep birlikte distopik bir ortamın temellerini nasıl oluşturduğumuzu, her birimizin sistemin dönen çarklarına ayak uydururken aslında nasıl da soluklaşan, silikleşen, bir ateşten kaçarken başka bir ateşte çoktan yanan varlıklara dönüştüğümüzü gösteriyor. Öyle ya, her yeni gün adım adım zorlaşıyor insan oluşumuzun gerektirdiklerini koruyabilmemiz; sıkılmışlıktan, boğulmuşluktan, kaostan, karmaşadan, ilk önce kendimizi yatıştırma telaşından, her gün bizi daha sıkı kavrayan cendereden kurtulup gerçekten umutla dolu güzellikleri yakalayabilmemiz ve bu güzelliklerin oluşturucusu olabilmemiz… Çok gereksiz, safça tercihler olabilir bunlar ancak zaten… Hayatın ritmi bunlarla örülemez ki, hatta kim bunlarla örülü bir dünyaya katlanabilir ki (!)

“Dört duvarın, çatının, camın nasıl cendere olup çıktığını bilmezler…”

Ama, işte, yukarıda söz ettiğim kedisiyle birlikte yaşayan evli kadın, kendisinin içinde bulunduğu sıkılmışlıktan, boğulmuşluktan kurtulabilmek için çareler aramakta; dolayısıyla kendi sıkılmışlığının, boğulmuşluğunun bilincinde de tabii. Aklına birden kedisiyle birlikte camdan atlamak geliyor. Atlayıp atlamamakla ilgili bizimle paylaştıklarıysa gerçekten bir insan için arada kalmanın, kararsızlığın, memnun olmamanın ve, en basit anlatımla, yaptıklarıma değecek mi endişesinin nasıl bir şey olduğunu çok iyi gösteriyor, benim de burada en çok altını çizmek istediğim bu zaten: Yaptıklarıma değecek mi endişesi! Hemen, yine, kendisine kulak verelim: “(…) Atlasak, benim kafam patlar, kedimin karnı. Görenler bunu görür yalnızca. Oysa, o kafadan neler geçti az önce. Bilmezler. Kedimin karnı, heyecanla, deli gibi indi kalktı. Bilmezler. Dört duvarın, çatının, camın nasıl cendere olup çıktığını bilmezler bu iki gövdeye. Demirden, dikenli, kanlı. Sıkılmışlığın cana ve canla birlikte her şeye kastını. Atlamasak, camın gerisine, zamana tutsak bir yaşamı sonuna dek yaşayacağız birlikte”.

“Sadece sorularımız var her gün birbirimize soramadığımız.”

Biz Meydandaki Güvercinlerdik adlı bir başka öyküdeyse kafe sahibi bir kadının ve Safi isimli bir erkeğin kişisel ilişkisindeki, çoğu kez kadın tarafından dile getirilen, tıkanmaları, iletişim problemlerini ve iki kişi arasındaki ilişkide açık olmaktan, şeffaflıktan korkuyu görüyoruz. Kadın, bir gece kafeyi (kadının da orada olduğu o ortamı) aniden terk eden Safi’yi şehrin meydanında buluyor. Yerde, kendi kusmuğunda boğulabilir bir durumda olan Safi ve onu bulabilmek için koşar adımlarla meydana kadar yürüyen kadın göz teması bile kurmakta zorlanıyorlar birbirlerini fark ettikleri ilk anlarda. Sonra, yavaş yavaş, kısa sorular ve isteksiz cevaplarla iletişim kurmaya çalışırlarken öykünün anlatıcısının ya da belki de kadının şu yakınmalarıyla karşılaşıyoruz:

Ne zaman kimseyle konuşmaz olduk biz? Ağzımızdan çıkacak her sözcüğü tartmaktan yorulduk. Konuşmadan yaşamaya başladık şehirlerde. Bir kaçış yetmedi, yetmeyecekti. Uzağın da uzağı vardı gidilecek. Ta diplere, en dibe vurma haliydi bizi bulan. Çok uzaktayken kimsenin sesini duymayıp rahat ediyorduk. Kaygılarımız vardı bizim. (…) Her gün çıkıyor karşımıza. (…) Sadece sorularımız var her gün birbirimize soramadığımız. Bezmiş, vazgeçmiş, küsmüş hallerimizle doğru yanıtları bir türlü bulamadığımız sorular. Ne olacağız biz böyle?” Son soru cümlesinin yanıtını belki de Candan Erçetin vermeye çalışmıştır bazı şarkılarında. Önce Gamsız Hayat‘ı ardından da Elbette‘yi bu bağlamda, tekrar, dinlemeye ne dersiniz?

Metal Hayatlar
Yazar: Berna Durmaz
Türü: Öykü
Baskı Yılı: Ekim 2018
Sayfa Sayısı: 91 Sayfa
Yayınevi: İletişim Yayınları

Beste Nâsır
Latest posts by Beste Nâsır (see all)
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Beyaz yakalı dünyasına iğneli göndermeler: Labirent

Read Next

Kalp sevmeyi unutacak mı?

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *