Fareler ve İnsanlar’da gezici çiftlik işçileri olan ufak tefek ama zeki George Milton ile adıyla tezat oluşturacak derecede iri yarı ama kıt akıllı Lennie Small’un yaşadıkları trajedi anlatılır.
Fareler ve İnsanlar’da gezici çiftlik işçileri olan ufak tefek ama zeki George Milton ile adıyla tezat oluşturacak derecede iri yarı ama kıt akıllı Lennie Small’un yaşadıkları trajedi anlatılır. Kitap geriye gidişlerle üç günlük zaman diliminde geçen, karakter ve olayları tutumlu bir anlatımla okura sunan tipik bir novella örneğidir. Üst metin dört beş yaşındaki bir çocuğun zekâsına sahip Lennie ile onun hamisi konumundaki arkadaşı George’un zaman zaman komik ama sonu hazin biten hikâyesidir. Alt metin ise emek sömürüsü ve bir parça daha geri planda durmakla birlikte ırk ayrımcılığı olarak okunabilir.
1920’lerde evsiz ve gezici bir çiftlik işçisi olarak ekmeğini kazanmış olan John Steinbeck kitapta kendi deneyimlerinden faydalanmıştır. Kaldı ki kitabın çıkmasından kısa zaman sonra vermiş olduğu bir röportajında, “Ben de uzun bir süre öykünün geçtiği yerlerde gezici işçi olarak çalıştım. Karakterler çeşitli insanların karışımıyla ortaya çıktı. Lennie gerçek biriydi. Şu anda akıl hastanesinde. Onunla haftalar boyunca yan yana çalıştım. Gerçek Lennie bir kızı değil, ustabaşını öldürdü. Çünkü patron arkadaşını işten çıkarttığı için kızgındı. Lennie de dirgeni karnına arka arkaya defalarca saplayıverdi,” demiştir. Aslında bu röportaj bile kitabı yazdıran asıl itkinin işsizlikle kaybedilen umutlar belki de sadece umutlar değil tümden yitirilen hayatlar olduğunu anlatır bizlere.
Novella, 1920’lerin sonlarında Büyük Bunalım döneminde Kaliforniya’da bir çiftlikte geçer. Büyük Bunalım’ın getirdiği işsizlik, emek sömürüsü ve yarından umutsuzluk kitabın satır aralarında sık sık gözümüze çarpar:
“Çiftliklerde bizim gibi ırgatlık eden adamlar dünyanın en gariban insanlarıdır. Kimi kimseleri, yerleri yurtları filan yoktur. Gelirler bir çiftliğe, çalışırlar ölesiye. Ellerine biraz para geçer. Derken, bir bakarsın, kente inerler, altından girip üstünden çıkarlar paranın, har vurup harman savururlar. Züğürt kalınca da başka bir çiftlikte alırlar soluğu, orada da geberesiye çalışırlar. İşin kötüsü yarından bekledikleri bir şeyleri yoktur, yarın zerre kadar umut taşımaz böylelerine…” (S:23)
“…Bana gelince, ben de pek açıkgöz sayılmam öyle. Yoksa boğaz tokluğuna, yatak ve elli papel karşılığında geberesiye arpa mı taşırdım! Eğer kıymık kadar aklım olsaydı ya da ne bileyim, birazcık becerikli olsaydım, şöyle benim diyebileceğim küçük bir toprağım olurdu. Onun bunun beni kene gibi sömürmesine göz yumacağım yerde kendim için eker kendim için biçer, kendi ürünümü kendim alırdım.” (S:60)
“…Bu ülkenin bütün çiftliklerini karış karış dolaştım, her birinde emeğim var, ama ektiğim ekinlere hep başkaları sahip çıktı, hasat zamanı ürünü ben biçtim, ama emeğimin ürünü benim olmadı hiçbir zaman…” (S:113)
Emeklerinden başka hiçbir şeyleri olmayan George ve Lennie, tek sermayelerini satarak, gezici işçilik yaparak biriktirdikleri para ile ufacık bir toprak parçası alma peşindedir. Bunun için Lennie’nin burnunu hiçbir şeye sokmadan, hiç konuşmadan o hayvani kuvvetiyle çalışması; George’un ise Lennie’nin başlarını belaya sokmasına engel olması ve patronlarla ikisi adına konuşmasının yeterli olacağını düşünürler. Çalışmaya başladıkları çiftliğin patronu sert bir adamdır, oğlu Curley ise aşağılık kompleksi olan, kendisine ses çıkartamayan işçilerle uğraşmaktan adeta zevk alan biridir. Curley’nin yeni evlendiği karısı kitaptaki tek kadındır ve adı yoktur. Basit, şehvet düşkünü, şeytani bir kadın olarak anlatılır; sadece ölüm yakıştırılır ve adeta ölünce kirlerinden arınır. George, Curley ve karısını gördüğü zaman bir öngörüyle başlarının derde gireceğini tahmin eder, ancak başka bir yere gitmek için dahi paraları yoktur. Bir ay dişlerini sıkıp çalıştıktan sonra baltayı taşa vurmadan oradan ayrılma düşüncesindedir.
Diğer işçilerin yaşlı ve sakat Candy’nin kocamış hastalıklı köpeğini vurmak için dışarıda oldukları bir sırada yatakhanede Lennie bir kez daha George’a topraklarının hayalini anlattırır. Burası küçücük bir toprak üzerinde, küçük bir yel değirmeni, kuş gözü kadar bir ev ve kutu kadar kümes bulunan, küçük ama bereketli bir çiftliktir. “Kutu gibi bir evimiz, kendi odalarımız olacak. Küçük bir demir soba kurarız. Kış gelip çattı da havalar soğukladı mı öyle tir tir titremek yok artık, tıka basa doldurup bigüzel yakarız sobayı. Toprağımız küçük olduğu için çok çalışmak zorunda kalmayız. Belki günde altı yedi saat ancak çalışırız. Bugünler geride kalacak, günde on bir saat arpa çekmeye paydos diyeceğiz. Kendi ektiğimiz ürünü kendimiz için biçeceğiz…” “Her şey bizim kendi malımız olacak… Hiç kimse çıkıp da kovamayacak bizi. Eğer hoşlanmadığımız biri olursa, ‘hadi bakalım, ufak ufak yaylan da ense tıraşını görelim!’ diyeceğiz. Sıkıysa çekip gitmesin. Ama bir dostumuz geldi mi, onu yatıracak fazladan bir yatağımız olacak. Ona, ‘niye bu gece konuğumuz olmuyorsun?’ diyeceğiz…” (S:87) Yumuşak şeyleri okşamaya saplantısı olan -hiçbir şey bulamadı mı, yakaladığı fareleri dahi cebine koyup tüylerini seven ama durumdan rahatsız olan hayvan elini ısırdı mı onu uyarmak için kafasına vurduğu ufacık fiske darbesiyle öldüren- Lennie de çiftliklerinde tavşanlara bakacaktır.
Rüzgârda savrulan yapraklar misali oradan oraya sürüklenen, karın tokluğuna çalışan, ellerine geçen aylıkları da aynı gün barda ya da genelevde tüketen gezici işçilerin çoğunun hayali kendilerine ait ufacık bir toprak parçasıdır. Büyük hayallerin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu bildiklerinden, hayallerini bile büyük tutmaya korkarlar. Topraksız ırgatların dünyanın her köşesinde ufacık da olsa kendilerine ait bir toprak parçası peşinde koşmalarını mülkiyetçilik olarak algılamamak gerekir. Zira istenilen toprak sadece kendilerine yetecek kadardır, fazlasını hiçbir zaman istemezler. Karınlarını doyurmak, başkalarının ağız kokusunu çekmemek, itilip kakılmamak, ayrı bir odada yatmak, misafirine bir yatak açmak, şehre gelen sirke gidebilmek, asgari ölçülerde insanca yaşayabilmekten başka bir amaçları yoktur.
Yıllardır devam eden hizmetine, hatta patronu için çalışırken bir elini kaybetmiş olmasına rağmen sonunun çok yakında emektar köpeğinden farksız olacağını bilen, kapı dışarı koyulmasının, sokaklarda sürünmesinin yakın olduğunu sezen Candy de çiftliğin üçüncü ortağı olmayı teklif eder. Elinin diyetini ve tüm birikimini onlarla paylaşmaya, yemekleri pişirmeye, bulaşıkları yıkamaya, bahçeyi sulamaya, payını onlara vasiyet etmeye razıdır; sırf ölmeden önce ufacık bir yuvası olsun yeterlidir. “Diyelim ki kasabaya gezici bir sirk geldi ya da sözgelimi o gün bayram. Maç filan da olabilir… Anasını satayım, kalkar gideriz. Patronumuz mu var ki, izin isteyelim. Kafa kafaya veririz, gidelim mi deriz, gidelim be! İnekleri sağdık mı, tavuklara da yem verdik mi, hemen yola koyuluruz,” sözleriyle Candy de hayallerine kabul edilir. (S:91) Candy’nin birikmiş parası ve üçünün alacakları aylıklarıyla, çiftlik hayalleri bir ay sonra gerçekleşecek kadar yakınlarındadır artık. Üçü de çiftlik hayalinin mutluluk sarhoşluğu içindeyken yatakhaneye gelen Curley, Lennie’ye sataşır, Lennie’nin suratını darmadağın edene kadar yumruk atar. Lennie ancak George’un izninden sonra kendini savunur ve Curley’nin elinin kemiklerini un ufak eder.
Kitabın dördüncü bölümü bütününden ayrı bir yerde durur. Bu bölümde zenci seyis Crooks üzerinden ırk ayrımcılığı işlenir. ** Irk ayrımcılığı fiilen şiddetli biçimde devam etmektedir. Beyazlar ve siyahların yatakhaneleri ayrı olduğu gibi siyahların beyazların yatakhanelerine girmeleri dahi yasaktır. Siyahlar, leş gibi kokmakla itham edilir, ‘marsık suratlı’ diye alay edilir, biraz haklarını savunmaya kalksalar kolayca ipte sallandırılmakla tehdit edilirler. Amerika’da ırk ayrımcılığının sosyal yaşamın her alanında, okullardan, otobüslerden, su musluklarına varıncaya dek -siyahilerin su içtiği çeşmeler bile ayrılmıştır- daha uzun yıllar devam ettiği düşünecek olursa kitabın bütünlüğünü bozan böyle bir bölüme imza attığı için yazarı pek de eleştiremeyiz. Öte yandan bölümün en çarpıcı yeri tek bir satırda verilen zenci seyis Crooks’un, “Güneyli zencilerden değilim ben, burada doğdum Kaliforniya’da,” dediği kısımdır. Ayrımcılığa uğrayan siyahi bir adamın, bir takım soyut gerekçelerle bir soyluluk yaratarak kendini diğer ırkdaşlarından üstün görmesindeki çelişki çok çarpıcıdır. Öte yandan siyahi seyisi aşağılayanlar yatakhanelerine almayanlar da ne yazık ki patronlar tarafından aşağılanan ve sömürülen beyaz işçilerdir. Bu satırları okurken, Thomas Hobbes’in ‘İnsan insanın kurdudur’ sözünün hakkını teslim etmekten başka bir şey elden gelmez.
Herkesin bahçede nal oyunu oynadığı pazar öğle sonrasında ahırdaki tek kişi Lennie’dir. Severken Slim’in kendisine verdiği köpek yavrusunu öldürmüştür. George’un çiftlikte tavşanlara baktırmaktan vazgeçeceği endişesi içinde köpeği ne yapacağını düşünürken yanına Curley’nin karısı gelir. Kitabın başından itibaren adım adım taşları döşenen yolun sonuna gelinmiştir ve kaçınılmaz son gerçekleşir. Curley’nin karısı nefret ettiği kocasının elini kıran Lennie’nin gücüne hayran biçimde yanına sokulur. Konuşurken yumuşak saçlarını okşamasını ister. Lennie kadının saçları okşarken canını acıtır. Kadının bağırması üzerine kasılır kalır ve susturmak isterken onu öldürür. Ardından Curley tarafından bir linç ekibi kurulur. George yoldaşının başkaları tarafından vahşi bir linçle öldürülmesini engellemek için onu tıpkı Candy’nin köpeğine yaptıkları gibi -aynı silahla- ensesinden vurarak öldürür.
Kitabın sonu Lennie’nin ölüm biçimiyle oldukça trajiktir, tıpkı Candy’nin köpeği gibi, öldürüleceğinin bile farkında olmadan, kendisini öldürecek kişiye uysalca boyun eğmektedir. Steinbeck’in ustaca anlatımı sayesinde öldürülenden çok öldürene içimiz acır. Kitabın sonundaki ölüm sahnesi çok etkileyicidir ama emek sömürüsü üzerinden gittiğimiz zaman asıl vurucu sahne ellerini uzattıkları an tutacak kadar yaklaşmış oldukları çiftlik hayallerinin yerle bir olduğu sahnedir. Ölen kişinin yanı sıra hayallerini gömmek zorunda kalan Candy ve George de aslında ölüden farksızdır artık.
Candy son bir umutla çiftliği birlikte almalarını teklif ettiğinde George, “Baştan belliydi böyle olacağı, biliyordum. Biliyordum o çiftliği alamayacağımızı. Ama o, bu masalı dinlemekten öyle hoşlanıyordu ki, sonunda ben bile şaka maka inanmaya başlamıştım… Şu bir ayımı tamamlar, elli papelimi alır, boktan bir kerhaneye atarım kapağı. Ya da olmadı, tutar bir meyhaneye sererim postu; herkes eyvallahı çekene kadar da zıkkımlanırım. Sonra gelip bir ay daha çalışırım, elli kağıt daha kazanırım,” (S: 139) diye cevap verir.
Çark işçinin efendileri tarafından sömürülmesi üzerine kurulmuştur ve kafesteki farelerden farksız olan işçiler fasit dairenin içinde dönmeyi sürdürdükleri sürece sömürü devam edecektir.
* Oda Yayınları, Ocak 1981 basım, S. Gökmen çevirisi.
** Zenci kimi çevrelerce ırk ayrımcılığı içeren bir kelime olarak kabul edilse de kitapta bu şekilde kullanıldığı için kitabın ruhuna aykırı düşmemek adına bu şekilde kullanılmıştır.
*** Bu yazı daha önce Lacivert ‘Öykü ve Şiir Dergisi’nin Mart 2014 sayısında yer almıştır.
- KÜÇÜK ANATOLA’YI KURTARMAK - 2 Aralık 2019
- Hişt! Hişt! Hayal Kursana Dostum - 25 Mart 2019
- Jules’ün Bağladıkları - 17 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI