Doğanın Ruhunu Dile Getiren Bir Roman: YerKuşAğı

Mitolojik unsurlardan beslenen Deniz Gezgin’in doğa betimlemeleri, YerKuşAğı adlı romanında da özgün ve masalsı bir dil oluşturuyor.

Deniz Gezgin’in YerKuşAğı adlı romanı yeni baskısını Can Yayınları etiketiyle yaparak okurla yeniden buluştu.  Can Yayınları’ndan Nisan ayında e-format şeklinde yayınlanan YerKuşAğı, ilk romanı Ahraz’la ilgi çeken yazarın ikinci romanı.

Mitolojik unsurlardan beslenen Deniz Gezgin’in doğa betimlemeleri, bu romanında da özgün ve masalsı bir dil oluşturuyor.  Şiirsel bir anlatımla doğanın ruhunu dile getiren bir masal gibi başlıyor roman:

“Üstüne eğilen çıtırtıyla günler sonra gözleri açıldı kuşun. Nefes alıyordu, çok çok önceden bildiği, suların, yıldızların havasından. Gagasını uzattı, başında bekleyen gölgeyi duydu, kımıldanınca kanadını bildi, sıçrayınca karnındaki cıva ağzından fırlayıp gitti. Bir pürçük göğsüne, acısı uçmuş eksik kanadına baktı, bir de başındaki gölgeye. Anladı ki o gölgenin derisindeydi, telaşla çırpınıp çıkmaya kanatlanacakken gölgenin tam ayakucuna yuvarlandı. Uçamayışını unutmuştu, uçmayı asla.” (s.14)

YerKuşAğı’nda Bakış Açısı

Roman, kahramanlarının kimliğiyle ilgili ayrıntıları kapalı bir anlatıma yerleştirilmiş ipuçlarıyla veriyor. Doğanın içinden sesleniyor okura. Bulanık imgesel bir anlatının içinde ilerlerken kahramanın yabani bir hayatı olduğunu, konuşmalardan ve düşüncelerinden anlıyoruz. Kahraman bakış açısı, yaralı bir kuş (dişbudaktan düşen) olduğunu sezinlediğimiz bir başka varlığın bakış açısıyla iç içe akıyor. Burada bir karşılaşma söz konusu. Anlatı ilerledikçe bu doğanın içinde var olan isimsiz hayvansı varlıkları, belirsiz, değişken ve dilin ötesine geçen yanlarıyla sezinlemeye başlıyoruz. Kendilerine bir kabuk bularak tanımlanması ve biçime kavuşması gereken bu düşsel varlıklar isimlerinin belirlenmesiyle anlatıda birer kahraman olarak yer buluyor:

“Yarı sarmaşık yarı toynaklı bu varlığın yuvarlanıp kıvrılan se sine tutundu; çizmesi, kırması imkânsız. Bundan böyle o nere ye dese peşinden gider. Kemiğinden duyduğuna inandı bir kere, iç suyunda dalgala nanı parmak uçlarından başlayarak işitti. İşte yine uzanıp kıvrılarak yanaşan o ses: “Bana Hagrin de ha,” dedi. “Bu kara kuş da Şuri.” Hagrin ve Şuri, koyu yaş bir dönence.” (s. 18)

Roman kahramanları isimlerine kavuşunca doğanın kokuları, sesleri, yaşantıları içindeki yolculukları da anlam kazanıyor. Bu masalsı yolculuk bir bilinçaltı yolculuğu gibi de yorumlanabilir.  Sonrasında ait oldukları türsel özelliklerini daha iyi fark ettiğimiz, kendi doğaları içerisinden dile gelen gözlemleriyle yakınlaştığımız bu canlıların bir çocuğun imgelemine ait olduklarını anlıyoruz. Çocuğun hayal gücünde hayat bulan kahramanlarımız, anlatı içindeki yolculuklarına devam ederken daha belirgin özellikler de kazanıyor:

“Hagrin, Şuri, Moy ve Cice, peşlerindekilerle sazların içinden zilli nefesli yürüyüp çıktılar. Yamacı beline kadar tırmanıp parlayan kayaların eğimine vardılar.” (s.19)

Romanın sadece masalsı bir doğa anlatısı olmadığını, çok katmanlı bir yapıya sahip olduğunu kavradıktan sonra bambaşka bir okuma deneyimiyle baş başa kalıyor okur. Doğanın bir parçası olan bu yabansı düşsel varlıkların gerçekle yüzleştikleri duvarın diğer tarafında ölüm getiren avcı vardır. Şamanizm’in avcılık ritüellerini anımsatan ve doğaya ait olanı öldürüp kendine katmak için avladıkça kendini ölümden uzaklaştırdığına inanan bu avcı, çocukla ilişkilidir. Babanın avcı olması çocuğun doğada can bulan çoğul sesine karşı çok güçlü bir yıkıcı tehdittir. Çocuk doğanın masum parçası, baba ise doğrudan modern insanın doğayı katledişini simgeleyen bir kötücül güçtür.

Kendisini bir avcı değil de gurme olarak tanımlayan ve modern zaman figürü olan baba, çocuğun doğayla özdeşleşmiş olan yanına karşı kayıtsızdır. Kayıtsızlık, yok sayılmakla eşdeğerdir. Yetişkinlerin anlam veremediği, ürkütücü dünyasında var olma çabası içindeki çocukta onarılmaz yaralar açar:

“Evin mutfakla yemek odası arasındaki hayli uzun mesafesi, mutfaktaki satır sesi, kemiğin kıymığı sofradakileri incitmesin diye. Moy, o mesafeyi bir solukta alıp kendini yalnız ve ancak o sınırın ötesinde var ederek çekirdeği bir kurt gibi oyuyor. Avcı babasının elindeki türlü harçlarla durmadan doldurduğu bu oyuk da, Moy’la birlikte büyüyecek.” (s.27)

Yeni Bir Dünya

Çocuğun avcı bir baba ve avlanan hayvanlar arasında yaşadığı çatışma, bir varoluşsal mücadeleye dönüşür.  İnsan-baba hayvanları avlamakla kalmıyor, şatafatlı sofralarda yenilmesi ve içlerinin doldurularak bir süs malzemesine dönüştürülmesi için bekletilmesine de neden oluyor. Çocuk kavanozlar içinde bekletilen bu öldürülmüş canlıların sahipleri tarafından geri alınmasını hayal ederken doğanın intikamını alacağına inanmak istiyor. Sürülerce hayvanın evi işgal edip bu haksızlığa dur demesi, kendi canlarının bir parçası olanlara sahip çıkması böylece avcıya karşı bir direniş başlatmasını bekliyor. Bu duyguları aile bağı ile bağlı olduğu insan tarafına karşı içinde suçluluk duygusu da yaratıyor. Dile getiremedikleriyle kuşatılmış, insana yabancılaşırken doğanın içinde kendine yeni bir dünya kurmuş olsa da tam olarak ne gerçeğe ne de masala ait olamadığı için arada kalmış olduğunu fark ediyor:

“Arada kalmıştım, hepsinin arasında, tutunduğum çocuk göv desini sığdıracak yerde, kapatılmış soluğumla hayat arasında. İçeride de olabilirdim dışarıda da ama hep arada. Ne sürülere karışabilirdim ne de sofradakilere. Ellerimi bıraktım ve uykuda nasıl düşülürse öyle düştüm, çarp madım, çakılmadım. Karnım dan çok şeyler çekilerek, ayak larım yerden kesilmişken, ölüleri ni götürenlerin peşinden gittim. Sana bir türlü seslenemeyişim bundan. Sen içimde bulduğum cansın Şuri, ölüm müsün, dirim misin ne belli. Söylesene, dünyadan çıkıp hayatta kalmanın bir yolu var mı? Can almadan yer bulmanın?”  (s.35)

Doğacıveçevreci bir metin olma özelliğiyle bambaşka bir okuma deneyimi vadediyor, YerKuşAğı. İlkel aklın çocuk imgeleminde dile gelmesi, bilinçdışının doğada yankılanması gibi özellikleriyle mitsel bir anlatı niteliği de taşıyor. Doğanın dişi olduğu düşünülürse çocuk da dişiye aittir ve baba ataerkil olanı temsil eder. Çocuk, doğanın içinden serpilip gelişerek ataerkil olanla bir mücadeleye girişmek hevesindedir. Dişi olan bilge bir tutumla daha sessiz ve gözlemci bir tavır içindedir roman boyunca. Anne hemen hemen yok gibidir.  Anneni yokluğu çocuğun ölmüş olduğu gerçeğinin yansıması gibidir.

Deniz Gezgin, dilin genişleyip kapandığı, alçalıp yükseldiği bu romanında da, dili doğaya ait kılmayı başarıyor. Doğanın süregelen döngüsü gibi dilin de kendi döngüsü vardır elbette ama modern olandan çok yabanıl olana yani şiire yakındır yapısal olarak.

Kolay okunan kolay kavranabilen bir metin değil YerKuşAğı. Yavaş ve sindirerek birkaç kere okumak gerekiyor tadına varabilmek için. Doğaya ve kendi özümüze yönelme ihtiyacımızla yüzleştiğimiz bu pandemi sürecinde mutlaka okunması gereken bir roman. E-format kolaylığıyla sunulması da ayrı bir güzellik. Listenize almayı unutmayın.

  • YerKuşAğı
  • Yazar: Deniz Gezgin
  • Türü: Roman
  • Baskı Yılı: Nisan 2020
  • Sayfa Sayısı: 88 Sayfa
  • Yayınevi: Can Yayınları
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

PINAR DENİZ, AŞK 101 VE NETFLİX’TEKİ TÜRKİYE

Read Next

AHMET HAMDİ TANPINAR’IN “BİR YOL” HİKÂYESİNDE YOL KRONOTOPU

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *