sezai sarıoğlu ve mehmet tekirdağ’ın “rağmen” isimli etkinliği vardı. zaman su gibi aktı. ve her anlatılan şey içimden geçti sanki.
dün maltepe’de sezai sarıoğlu ve mehmet tekirdağ’ın “rağmen” isimli etkinliği vardı. zaman su gibi aktı. ve her anlatılan şey içimden geçti sanki. her söylenen türkü ayrı ayrı içimi yaktı. iyi ki gelmişim deyip durdum. uzun süredir hiç bir etkinliğe katılmıyorum. daha doğrusu zamansal ve enerjisel sebeplerden ötürü katılamıyorum. belki de haydi gideyim diye içimde böyle yoğun duyguyla hissettiğim bir şey olmamıştı şu son dönemde.
necla akdeniz’in kitap söyleşisinden haberdar olduğumda koşup gitme isteği yükseldi ve ben hep içimi dinlerim. iyi ki gitmişim dedim sonrasında da. işte bu iyi ki duygusunu çok seviyorum. bana bu duyguyu tatıran şeyleri.
dün de maltepe’deki bu etkinlik için bunu böyle yoğun hissetmiştim. gidip orada anlatılanların içine düşmek istedim. türkülerde yolculuk yapmak istedim mehmet tekirdağ’ın o bağırmayan ılık sesinden.. anlatılanlarla kendimin sağlamasını yapmak… eski kendimle yeni kendime bakmak, ve daha da önemlisi yeni kendimle eski kendime bakmak imkânını vereceğini biliyordum bu etkinliğin. öngördüğümden fazlasını da verdi. dostlarımın nasıl güzel dönüştüğünü, zamanla daha da evrildiğini gördüm yolculuklarında. anlatılanların katmanındaki ince farkları… türkülerde farklı yerde bölünen sesleri fark etti kulaklarım.. incecik detayları fark etti. sözcüklerin dilden düştüğü yeri daha bir beğendiklerini gördüm dinlerken.
“kendi bilgisinin bilgesi olmak” derdi sezai. ve nasıl bayılırdım bu cümleye ben. dün o cümlenin düşündüğümden ve o vakitler hissettiğimden çok daha önemli ve derin bir cümle olduğunu fark ettim. cümle aynı cümleydi ancak ben bu arada geçen yıllar içinde yol almış olmalıyım. bazı sözcükler de bazı zamanları beklermiş meğer. bilgimin bilgesi olmaya heves ettim daha bir. köyün bilgesi olmak güzel şey, ama o değil bilgimin bilgesi olmaya heves ettim. kendimin dervişi olmaya haydi dişice söyleyeyim; cadısı olmaya kendimin. renklerimi daha da salmaya karar verdim.. dilimi, edamı, sesimi karnımda biriktirip biriktirip saldığım sözcüklerimi dünyaya daha salmaya.
“deli” sözcüğü meselâ. hep dolanır dururum bu sözcükte. yeniden tanıştım dün. “sadece aklımıza güvenip içimizdeki deliyi küstürmeyelim”den de ötesini düşündüm bu kez. yeni yeni anlamlarını düşündüm dün uzun uzun. ” deli” lakap olarak deli. pervasız olarak deli sözcüğü, gözü kara olarak ve şizofren olarak deli…
ve etkinlikte az önce anlatılan koca dayağından kaçarken şarkılara tutunan deli meliha; nam-ı diğer “şarkılı meliha”;sezai’nin annesi. işte o meliha bir kez daha göğsümün derininden geçti. “annesinin şarkı sandığı”nda “evde şarkı bittiğinde çocukları komşuya şarkı almaya gönderen anne”nin hikâyesi…
yıllarca içimden o kadar çok geçmişti ki bu kadın. hiç tanışmadan büyük saygı duyduğum kadın. elleri öpülesi. hikâyesini bir kez daha dinlerken önceden bilsem bile yarıldı sanki göğsüm yine.
bir tek bu anlatıda değil dün çok ağladım. öyle ki nerdeyse etkinlik boyunca diyebilirim. çevreme baktım benden başka ağlayan yoktu. ya da ben görmüyordum oturduğum yer sebebiyle. ama bakabildiğimce gözlere baktım, kalp atış inişlerine dinleyenlerin. ilgilerine baktım; saatlerdir süren ve hiç ara verilmeyen etkinlikte, herkes biraz daha anlatın biraz daha söyleyin şarkıları diyordu buna rağmen.
hepimizin etkilenme şekli ne kadar da farklıydı. işte tam da o yüzden birbirimizle ve kendimizle sürekli yeniden tanışmaya ihtiyaç vardı. yeni kendine bakmaya ve orada takılı kalmadan daha da ileriye bakmaya. sezai’nin deyimi ile söylersem yine “kapılarımıza, pencerelerimize keşfe” ihtiyaç vardı. ne kadar da zengindik her birimiz farklı olarak. ve bunu fark etmek de ne büyük ayrı bir zenginlikti. daraltılmış bir alana değil büyük resme bakmayı bilme bilgeliğiydi bu da. gittikçe genişleyen bir resme.
tüm bu bakınmalardan sonra döndüm yeniden kendime baktım. onlara bakan gözlerime ve yeniden içime. sezai bir hikâye anlatıyordu o anda. yılarca birlikte etkinlikler yaptığımız için daha önce defalarca dinlemiş bile olabilirim hatta bu anıyı ya da hikâyeyi. ama yine de tüm açıklığımla dinliyordum zihnim ve ilgim algım ordaydı. belki bu kez yakalayacağım bir minik ayrıntı, ya da o ayrıntının kalbimden geçişi değişmiş olmalıydı. işte ona baktım tüm dikkatimle. ve pek bir beğendim kendimi. “yıldızlı pekiyi” verdim.
ve daha önce dinlemiş olmak ben bunu biliyorum zaten duygusu değil, tam tersine biraz sonra ne olacağını da bilmenin ağırlığı ile daha da bir katman veriyordu içime sanki. bir yazardan okumak için kitap isteyen bir gencin bahsi geçmişti dünkü muhabbette. sil baştan okuması için aynı kitaptan üç tane vermiş. bu kişi kimdi anımsayamadım ismini. ama yaptığı şeyi unutmam mümkün değil. ne de bilgeymiş dedim içinden. ve okuyan kişinin de hakkını yemeyelim; ne kadar da azimliymiş o da. oturmuş üçünü de okumuş. insanlar kendilerinin mimarı olurken diğerine de ufuk açmak için ne kıymetli emekler harcıyorlarmış. geçtiğimiz yolları bir daha geçmek hiç bir zaman eski geçişimizle aynı olamaz. her gün başka bir sabaha uyanır ruhumuz, bedenimiz. aynı sanmakla kendimize yabancılaşmanın ilk adımını atarız. bunlar geçti aklımdan.
ben içimden düşünürken bile felsefik metin yazıyorum galiba, aklım nasıl bir tıkır çalışmaya alıştıysa sürekli bir şeyleri birbiriyle takas ediyor, alıyor, veriyor, çarpıştırıyor, ayrıştırıyor. paylarına bölüp sonra da bir güzel çarpıp topluyor aklım. en iyisi etkinliğe döneyim ben yine; enver karagözü anlatıyordu o an sezai. o siyasi günlerde nasıl özel bir sesi ve ifadesi olduğunu enver’in. nasıl işlevli bir ajitatör olduğunu. ajitatörlüğün ne demek olduğunu. enver’in o etkileyici sesle şiirler okuduğunu. ve insanları nasıl etkilediğini anlatıyordu. cezaevinde gardiyanların tam da bu sesi yok etmek için ne yapacaklarını anlatacaktı az sonra.
enver karagöz isminin söylenmesiyle birlikte yani birazdan ne anlatılacağını anladığım andan sonra bende bir iç hareket başladı. yerimde duramama hâli. oralara sığmama. ah diyordum o cümleyi duymayım. konum olarak dip bir masada olmasam kalkıp bir anlığına bir yere gideceğim. bu cümle kadar uzaklaşacağım hızla. ama yok, oradayım ve ben belli ki bu cümleyi duymak zorundayım. enver’in boğazına kaynar su döktüler denildiğini duymasam sanki boğazı kurtulacak gibi bir kaçma isteği yükseldikçe yükseliyor içimde. önümdeki masaya yattım nerdeyse, gözlerimle duyacakmışım gibi gözlerimi kapadım hiç değilse.
kulaklarımı tıkıycam ayıp olacak. n’olur ben o cümleyi duymayım dedikçe içimden ben, henüz söylenmeden defalarca duyuyorum böylece de. daha da beter bir durum söz konusu yani. ve evet. kaynar su döküyorlar enver’in boğazından, benim kulaklarıma ise korktuğum o cümleyi.
ve oturanlar bir anda masada zıplıyor duydukları şeyin etkisi ile… mekâna yayılan şaşkınlığı ve o anlatılmaz duyguyu, ona eşlik eden kalp çarpışlarını göğsümde hissediyorum. kimse bu kadarını beklemiyor çünkü. devletten bile bu kadar gaddarlığı hiç kimse beklemiyor. içim bir kez daha yerinde hopluyor ve yıkılıyor sandalyeye.
anlatıyor sezai, sesinde derin bir burukluk var. enver’in çocuğu yıllar sonra bir kaset bulmuş evlerinde. açmış ki içinde bir adam sesi. üstelik çok da güzel şiir okuyor. hiç tanımadığı bir ses var kasetin içinde. bu kimin sesi, diyor annesine. anneciğim bu adam kim. anne kem küm ediyor, gözlerini kaçırıyor muhtemeldir ki. çocuk babasına soruyor akşam. koyuyor kasedi teybe.
-baba bu adam kim?
babasını doğduğundan bu yana kısık sesli tanıyan çocuğuna şimdi bunu söylemek durumunda kalan baba için, tüm bu durumlara adım adım içinden dışından hem yaşayan, hem aktif tanık olan anne için düşünsenize ne çapraz bir an… işte o an o odada olan duyguların hepsi birden göğsümde cereyan ediyor sanki. hepsi ve hepsi birden. ve oradakilerin tüm duyguları sanki; tüm yerinde zıplayışları nefesleri tutarak.
göğsüm nerdeyse patlayacak. ve yapacak hiç bir şeyim yok çaresiz ağlıyorum. ve nedret’i diyor sezai.. bu türkü onun için diyor. aramızdan ayrıldı. ahh sevgili nedret (ural) ve onun mavi, açık gözleri… ah dedim, yandan çarpık gülüşlü adam… bir roman karakteri gibiydin sen. mezarında rahat uyuyorsun umarım… şavşat türküsünü söyledikçe mehmet, sesinde nedret’in sesi geziyor. eşlik edeyim dedim türküye; sesim çıkmıyor.
artık içimde tutmam imkansız sular seller gibi ağlıyorum. saklamaya bile çalışmadan artık. iyi ki gelmişim diyorum. iyi ki böyle derin hisseden bir kalbim ve bunları böyle derin aktaran dostlarım var benim.
biraz sonra eli iyice renklenmiş olan sezai kitap imzalarında. “aşk dediğin haram olur” ve “kurutma kağıdı” isimli kitaplarına her okur için ayrı bir dize düşer sezai. ve renk renk imzalra kuşlar bırakır nar bırakır ucuna. her iki farklı kitabını çizerken videoya çektim onu. bir yerlerde kalmalı bu el, dedim. birileri kim bilir kaç kez çekmiştir bugüne kadar. ama bende de kalmalı, ve kuşların cama inanmayan dili. “benim bildiğimi ellerim de bilir” der sezai. anlattığını dili de bilir elbet. ve kalbi de bilir, dedim.
anlattıkça anlatasım var ama müsait bir yerde bırakayım. devamında arkadaşlarımız vahit’le leyla’nın evinde süren şölen bizlere özel kalsın. ne diyebilirim; iyi ki gitmişim dedim maltepe’ye dün… ahh iyi ki. ve iyi ki…
Not: KitapEki.com yazarı Aynur Uluç yazılarında büyük harf kullanmamayı tercih etmektedir.
- “pandora’nın kapısı” şişli cemil candaş kültür merkezi’nde açıldı. - 13 Ocak 2020
- ezgi günlük tutarsa - 7 Aralık 2019
- her şeye rağmen - 18 Kasım 2019
FACEBOOK YORUMLARI
One Comment
Çok güzel özetlemişsin etkinliği, hatta genişletmişsin. Ve daha da fazlası etkinlikten çok kendindeki değişimi aktarmışsın(tabi ki her bizdeki değişimi de). Yeniden olmuşsun sen(olduk). Hayat da böyle bir şey zaten, yeniden yeniden olmak. Şair der ya ‘her tanışıklıkta kendinle yeniden tanışmak’ diye. Aslında beni biz yapmanın en değerlisi kendindeki diğer benleri keşfedip kendinle biz olmak. Karşındakiler insanın kendini bulması adına bu bağlamda bir ayna, gereç(iyi anlamda düşünelim) oluyor. Kendini sevmeli, değer vermeli insan…