
Kaplumbaa Yayınları tarafından çıkartılan, Norveçli nöropsikolog Ylva ve roman yazarı Hilde Ostby kardeşler tarafından yazılan Hafıza Hakkında Bir Kitap: Denizatlarıyla Dalmak bize hafıza çalışmalarının yüzyıllardır süren bu macerasını anlatıyor.
İnsan anatomisine kafayı takmış İtalyan Julius Caesar Arantius 1564 yılında, insan beyni üzerinde çalıştığı bir esnada, beyinde şekilsiz bir doku bulur. İnsanlığın, bu bölümün ne işe yaradığını bilmesine henüz çok uzak bir zamanında yaşayan Arantius, şeklinden dolayı bu dokuya denizatı anlamına gelen Hipokampüs ismini verecektir.
Özellikle 1800’lerle birlikte beyin araştırmaları bir atılım gerçekleştirse de, bilim insanlarının hipokampüs üzerine yeniden eğilmesi, 1953 yılında, biraz da tesadüfle olacaktır. Akut epilepsiden mustarip bir Amerikalı olan Henry Molaison, bu yıl beyninin her iki tarafından hipokampüsünün alındığı bir ameliyat geçirir. Bu, o dönemler epilepsinin tedavisinde deneysel bir yöntem olarak kullanılmasına rağmen, ilk kez bir hastanın beyninden bu kadar büyük bir parça çıkartılmıştır.
Sonucu merakla bekleyen doktorlar Molaison’un epilepsisinin kontrol altına alındığını görüp sevinseler de, çok geçmeden hastalarının hafızasının önemli bir bölümünü kaybettiğini fark ederler. Molaison’ın kısa süreli hafızası çalışsa da, anılarının hemen hemen hepsini kaybetmiştir ve bu ameliyattan sonraki 55 yıllık ömründe açık anılar oluşturamadan, sadece bağlamlı ve kısa süreli olayları hatırlayarak yaşayacaktır. Doktorlar, kaş yapayım derken göz çıkartsalar da, hipokampüsün işlevine dair büyük bir buluşa imza atmışlardır.
Kaplumbaa Yayınları tarafından çıkartılan, Norveçli nöropsikolog Ylva ve roman yazarı Hilde Ostby kardeşler tarafından yazılan Hafıza Hakkında Bir Kitap: Denizatlarıyla Dalmak bize hafıza çalışmalarının yüzyıllardır süren bu macerasını anlatıyor. Ylva, alandaki birikimi ve deneyimiyle hafıza üzerine yapılan bilimsel çalışmaları, onlarca ilginç deneyi aktarırken, Hilde ise, edebi bir katkıyla, gerek kendi yaşamlarındaki örnekleri, gerek yaşanan güncel olayları, gerekse hafızayla iç içe geçmiş edebi metinleri tartışmaya dahil ediyor. Böylece popüler bilim literatürü, edebi bir bakışla buluşuyor, bu da okuma zevkini oldukça yükseltiyor.
Yazarlar, zaten, hepimizin kendi öz yaşam öykümüzün yazarı olduğumuzu iddia ediyor. Hafıza, yaşanan her şeyin kusursuzca depolandığı bir alan değil. Bir imge, bir koku ya da bir ses bize bir şeyleri anımsattığında, parçaları öne çıkartıp bize bir sahne hazırlayan bir yönetmen. Ve bu sahnede, her şey aslına uygun bir şekilde oynanmıyor. Yakın bir zamanda yaşananlar, o dönem dikkatin daha yoğun olduğu başka bir şeylerin olması ya da o dönemdeki insanlarla olan ilişkinin zaman içinde farklılaşması gibi etkenler bu hatırlanan anı oldukça etkiliyor. Yani, anılar hatırlanarak yeniden yaratılıyor. Boşluklar dolduruluyor, bazı replikler yeniden yazılıyor, dekor değişiyor. Tıpkı, yazarların kendi anılarından ördüğü ciltler dolusu roman gibi. Geçmişin az çok doğru bir temsili kadar, bir yaratıcı eylem olarak da hatırlama.
Burada devreye sahte anı kavramı giriyor. Yapılan onlarca deneyin de gösterdiği gibi, insanlar hiçbir zaman yaşamadıkları şeyleri yaşamış gibi davranabiliyor ya da gerçekten yaşadıkları olaylarda asla gerçekleşmemiş olan bölümleri de, gerçekmiş gibi kabul edebiliyor. Yazarların söyledikleri gibi, bir olayın etkili bir şekilde hatırlanması ile o olayın gerçekten yaşanmasının biyolojik etkisi aynı olduğuna göre, bu çok tehlikeli durumlara da yol açabiliyor. Bu olgu, yalanın maddi bir gerçekliği olduğu, yani yalanın da tıpkı bir gerçek kadar siyasi karşılığının olabileceğinin savunulduğu bu post-truth çağında gittikçe daha fazla önem kazanıyor. İnsanlara sadece gözü önünde yaşananlara dair bir yalan yutturulması değil, bunun geçmişe, belleğe yerleştirilmesi ne gibi tehlikeler barındırabilir, siz düşünün. Nöropsikolojinin sahte anı konusunda kaydettiği gelişmeler, birçok ülkenin yargı sisteminde tanıklığa olan güven konusunda köklü dönüşümlere neden olmuş. Örneğin ABD’de, birçok önemli duruşmada bir psikolog da görev alıyor ve tanıkların ifadelerini inceliyor.
Kitabın diğer bir önemli tartışma başlığı travma. Yazarlar, travma yaratan olayların, hafızayı diğer olaylardan daha fazla meşgul ettiğini aktarıyor. Öyle ki, büyük bir travma, hafızayı sonuna kadar meşgul edip, gündelik hayatta doğru düzgün çalışmasını engelleyebiliyor. Korku ve kaygıları diğer anılarla karıştırıp, gelecekteki yaşanmışlıklar için bir ön kabul seti de yaratabiliyor. Bu durum, bir tedavi ile giderilmediği sürece hafıza sürekli bir anda kalma eğilimi gösteriyor.
Örneğin, 2011 yılında Norveçli neo-nazi Anders Behring Breivik’in Sosyal Demokrat Parti gençlik kampını basarak 69 kişiyi öldürdüğü katliamdan, yaralı olarak, sağ kurtulan Adrian Pracon, uzun bir süre travma sonrası stres bozukluğu yaşıyor. Yaşadıklarının üzerine kendi zihninin de ekledikleriyle, Pracon, her yerde gözü önünde öldürülen arkadaşlarını ve Breivik’i görmeye başlıyor, olay anında yaşanan her şeyi birbirine karıştırıyor ve alkolizme sürükleniyor. Pracon’ın bu girdaptan çıkmasını sağlayan, yaşadıklarının gerçekliğini katı bir şekilde kabul etmeye karar vermesi, hatta yaşananların her ayrıntısını yeniden hatırlayacağı bir işe girişmesi – davayı izleyip olay hakkında bir kitap yazmak- oluyor. Yani Pracon, bir şekilde hafızasını yeniden şekillendiriyor, onu kontrolü altına alıyor.
Kitapta pek üzerine düşülmese de, yaşadığımız sosyal medya çağına dair kimi önemli anıştırmalar da var. Söz gelimi, yazarlar hafızanın Google gibi çalıştığını, bir şeyi bulmak için doğru anahtar sözcükleri testip edip, olaylar arasındaki bağlantıları doğru kurmanın önemli olduğunu söylüyorlar. Rusya’da yaşamış Şereşevski örneği burada aydınlatıcı. Şereşevski, okuduğu, gördüğü, duyduğu hiçbir şeyi unutmayan, devasa bilgi yığınlarını kolayca ezberleyen bir insan olarak, bu yeteneği üzerinden para kazanıyor. Ancak, Şereşevski’nin anlamlı bilgiler oluşturması ve diğer insanlarla ilişkiler kurması için bazı hatırladıklarını unutması gerekiyor. Çünkü bilgi, enformasyonların yığılmasıyla oluşmuyor. Birikmeden çok sisteme ihtiyaç duyuyor. Bu bize, çok küçük bir kısmına bile erişmesi için insanlığın ömrünün yetmeyeceği kadar enformasyon depolayan günümüz internetini hatırlatıyor. “Her gün tonlarcasına maruz kaldığımız bu enformasyonu nasıl anlamlı bir bilgiye dönüştürebiliriz?” sorusuna vereceğimiz cevapta hafıza çok önemli bir yer tutuyor.
Hafıza hakkında bir kitap, teknolojilerin donanımların sürekli geliştiği, anatomik donanımın ise sabit kaldığı günümüzde, bilme, hatırlama, öğrenme gibi mefhumlar üzerine oldukça zihin açıcı tartışmalarla yüklü. Bu tartışmaları edebi bir nitelikle el ele yürütmesi ise, kitabın ayırıcı bir özelliği.
![]()
|
Okuma önerisi!![]() Kırmızı Pazartesi – Gabriel Garcia Marquez Pınar K. Üretmen’in incelemesi; “Bireysel ve toplumsal değerlerin iç çatışmaları: Kırmızı Pazartesi“
|
- Kendi hikâyemizin yazarı: Hafıza Hakkında Bir Kitap - 6 Mart 2019