Kül Sesleri: Geride Kalanlara Düşen Gözyaşları

“Yazmak, anlatmak, inat etmek ise onunla yaptığınız bir yolculuk halidir. O yolculuklarda çok şey konuşulur, çok şey paylaşılır ve insanı, insana dair her hali daha yakından tanıtır size. Kül Sesleri de benim tanış olduğum bu hallere uzanıyor.”

Gazeteci ve yazar Akın Olgun’un ikinci öykü kitabı olan Kül Sesleri, Tekin Yayınevi tarafından Şubat ayında yayımlandı. Yazarın öykülerinde mekanlar ve zaman yok. Kahramanlarının nerede yaşadığını onların başlarına gelenlerle anlamak mümkün. Gündelik hayatın acısına dair hikâyeler anlatıyor Olgun, gerçek hayatı kurguladığını ifade ediyor. Londra’da yaşayan yazar ile kitabı üzerine söyleştik.

  • Yeni öykü kitabınız Kül Sesleri genel yapısı itibariyle mekânsız, zamansız öykülerden oluşuyor bir diğer yanıyla gerçek hayatla birebir örtüşen hikâyeler anlatıyorsunuz. Sizin bir öyküyü yazma süreciniz nasıl işlemeye başlıyor? Sizin için öykü nedir?

Her şey hayal etmekle başlıyor sanırım. Eğer yazarak anlatmayı dert edinen birisiyseniz, hayatınızın her alanında, çevrenizde olan biten her şeyle daha incelikli ve detaylı bir ilişki kuruyorsunuz. Tüm hayatın bir mimiğe sığabildiği anlar vardır ve detay bunu yakalar. O anı yakaladığınızda, siz de o mimiğe sığan hayatın parçası olursunuz. Kendinizle ve çevrenizde olup bitenle kurduğunuz bağ, sorgulamayı da beraberinde getiriyor doğal olarak. Olup biten, yaşanan ve yaşanmış olanla kurduğunuz bağ, sizi de onlara bağlıyor ve hemhâl oluyorsunuz.

İşin gerçeği, bir kitaba başlamadan çok önce, hatta onun bir kitaba dönüşeceğine dair kafanızda hiçbir şey yokken bile, hemhâl olduğunuz şey aklınızın içinde dönüp duruyor ve kelimeler, cümleler içinize akmaya başlıyor. Bu korkunç rahatsız edici bir durum aynı zamanda. Öyle “yaratım sancısı” falan değil içinizdeki vaziyet, sadece sancısını duyduğunuz şeylerin, içinizde kendi isyanını örgütlemesi. Sanırım bir yazar için, artık içindekiler taşınamaz hale geldiğinde, onu yazıya dökmek kaçınılmaz oluyor. Öykü dediğimiz şey, işte tüm bu kaçamadıklarımızın dışarıya edebi olarak yansıması sadece.

  • Öykülerinizin temel duygusu acı. Biz memleket olarak toplumsal acıyla pek çok kez sınandık hâlâ da sınanıyoruz. Bu sınanmanın sonuçları zaman içinde görülüyor elbette ama zaman çok yavaş akıyor nedense. Acı zamanı durdur mu, sizin için nasıldır, insan canı yanınca neden zamana ihtiyaç duyar?

Zamanla kurduğumuz ilişkiyle acıyla kurduğumuz ilişki arasında kalın bir bağ var bence. Acıda zaman yavaş akar, hatta bazen durur zaman acının içinde. Birçoğumuz yaşamışızdır bunu. İyi acı diye bir şey yoktur bu yüzden, bir şey acı veriyorsa orada yokluk, öfke, itiraz ve içe doğru bir çöküş olur önce ve zaman acının olgunlaşmasında, dinmesinde hiç acelesi olmayan tek şeydir.

Bir an önce akıp gitmesi ve giderken yaşanan acıları da götürmesine dair duygumuz, hayata yeniden bağlanma isteğidir belki, bilemiyorum. Herkes kendi acısının öğrencisidir biraz bu yüzden. Çıkardığınız sonuçlar da ondan öğrenebildiğiniz kadardır. Öyküleri okurken hissettiğiniz acı ise daha toplumsal olana parmak basıyor, ya da en azından bunu dert edindiğini söyleyebilirim. Kadınlar, göçmenler, eşcinseller, mülteciler, mevsimlik çocuk işçiler, yakıp yıkılan şehirler ve o şehirlerin, kasabaların, mahallelerinin altında kalanlar, diaspora ve hepsinin birbiriyle olan bağını işaretliyor. Bunların hepsi kendi içinde derin acılar barındırıyor. Barındırıyor çünkü karşılarındaki güç, devasa bir kötülüğü örgütlüyor ve “sıradan” diye baktığımız hayatların içine sızarak, işgal ediyor. İşgalin olduğu yerde ise acı olur. Burada kullandığım “işgal” tanımlamasını patriyarkanın kadını, patronun işçiyi, devletin halkı, askerin/polisin bir eylemciyi, bir insanın bir başka insanı işgali olarak geniş bir yelpaze içinde değerlendirebiliriz.

  • Kül Sesleri’nin içinde bulunan öyküler gazetelerin haber sayfalarından genelde doğrusunu göremediğimiz ama gördüğümüz haline bile üzüldüğümüz anları, ölümleri, kayıpları anlatıyor. Gerçeği göremeyen okuyamayan bir toplumun hafızasına sizce ne olur? Vicdanımız gerçek hayatımızda bu haberlere bir anlığına ah’lansa bile sonrasında neden hızla geçerek hayata döner?

Aslında gerçeği herkes görür, görmezlikten gelmeyi “tercih” eder daha çok. Tercih eder çünkü görmek insana sorumluluk yükler. Sorumluluk almak itiraz etmektir, itiraz ederseniz bunun sonuçları olacaktır. Sonuçları göze alanlar, almayanların yükünü taşır elbette ve burada bir başka direniş ve acı birikir. Bu yüzden açık ve yürekli konuşanları alkışlıyor ama onlarla yan yana durmaktan imtina ediyoruz. Eğer çeperi daha geniş tutarak konuşursak, bu kadar baskının, şiddetin yaşandığı bir yerde suskunluk elbette anlaşılır bir durum. Suskunluğu, ona yaratan sisteme değil topluma bir “suç” olarak yüklediğimizde ise (ki bunu hepimiz yapıyoruz) bu hızla daha fazla kapanmayı ve susmayı beraberinde getiriyor. Sesi çoğaltmanın yaratıcılığından ne kadar uzaklaşırsak, o kadar marjinalleşiyor, kibir yükleniyoruz ve ne kadar marjinalleşip, kibirleniyorsak o kadar sekterleşiyoruz. Vicdan ise sanırım daha çok sorumlu bir bilinci tarif eder, onun hayattaki karşılığıdır vicdan ve bunu taşıyabilmek yüksek bir bilince sahip olmakla ile ilgili değildir (ki bu yüksekliğe sahip olduğunu iddia eden ama sorumluluğu taşımayanların çoğu kendilerine çizdikleri güvenli alanlarında duruyorlar) Aslolan sahip olduğumuz bilincin sorumluluğunu yerine getirebilmekle ilgilidir. Toplum hafızasını bu sorumluluk oluşturur bence. Yaşananlar üzerinden “ah, vah” ederek atlamak ise daha çok üzüntü halidir. Gerçekten üzülür insanlar yaşananlara ama onu değiştirme gücünü toplumsal olarak hissetmeyen her birey için üzülmek, kendisini insan olarak hissettiği tek duygudur belki. Bizim buna öfkelenmemiz ise onlarla aramızdaki mesafenin uzaklığındandır. Kül Sesleri bir yanıyla bu sıkışmışlığın, “öteki” olanların hayatına düşen yanına bakıyor.

  • Öyküleriniz hep bir iç ses barındırıyor, bu iç ses kötü bir ebeveyn gibi sürekli sorguluyor, yargılıyor, asla beğenmiyor. Bütün karakterlerinizi ortak noktalarından bir diğeri ise sürekli bir labirentin içinde dolaşıp, çıkışı bir türlü bulamamaları. Öykülerinizdeki bu ortak noktaların belirginleşmesinin nedeni nedir? İç sesler, çıkmaz sokaklar size ne anlatıyor? 

Ben her öykünün bir iç ses olduğunu düşünüyorum. İçimizin sesi olarak dışarı yansıyor öyküler ve elbette insanın iç sesi sorgulayıcıdır, rahatsız edicidir. Çırılçıplak kalabildiğimiz tek yer orası. Kendimizi kendimize itiraf ettiğimiz en korunaklı alan ve kimse sizi duymayacağı için de yargılayamayacağı bir yer. Doğal olarak onları yazıya dökerken, içeride olanı, başkasının içinde olanı birbiriyle buluşturuyorsunuz. Eğer bir başkasının iç sesini yazıyorsanız, onun/onların iç sesiyle konuşuyorsanız, içeride olanın karmaşıklığını, kaosunu, duruluğunu ve duygusunu da taşımak zorundasınız. Olabildiğince buna sadık kalmaya çalıştım. İmkânları kısıtlı ve mecburiyetlere bağımlı yaşayan insanların içinin çözümlerle dolu olduğunu düşünüyorsak, çok yanılıyoruz demektir. Çıkışsız hayatlar var ve o hayatlar hepimizin hemen yanı başındalar. Öyle olmasa, hiç bunları dert etmezdik.

  • Her insanın kendi hikâyesini anlatması aslında bir nevi kurgu değil midir? Siz insanların hikâyelerini anlatırken kurguya ne kadar yer veriyorsunuz? Bütün bu öyküleri yazarken empatiniz aklınızın içinde nerede duruyor?

Öncelikle çok net olarak söylemeliyim ki öykülerin hemen hepsi gerçek hayatın içinde yaşanmış, anlatılan, duyduğumuz, bildiğimiz hikâyelerin kurgulanmasından oluşuyor. Kendimi onların yerine koyarak, içlerinden ne geçirdiklerini hayal ederek, bazen onların kendisi olup, dinleyerek, anlayarak şekillendi. Empati ise öykülerin tam ortasında duruyor. Hatta öykülerin kalbi bence. Eğer öyküler hissediliyor, okuyucuya kendisinin de hayal edeceği bir alan açabiliyor ve öykülerle bir empati kurdurabiliyorsa, bu zaten başlı başına çok kıymetlidir. En azından benim için öyle.

  • Öykülerinizde mekân vurgunuz yok ama karakterlerin yaşantılarından onların nerede, nereli ve nasıl olduklarını anlıyoruz. Türkiye gözümüzün içine bakıyor Kül Sesleri’nin içinden. Bu bakış bize neyi ifade ediyor? Gördüğümüzü gerçekten anladığımızı düşünüyor musunuz?

Yaşananları dert edinen birisi olarak, kendi penceremi açtım sadece. Perdelerimizi ne kadar sıkı sıkıya kapatırsak, o kadar içimize ve bize dayatılan hayatlara hapsolduğumuzu tarif etmeye çalıştım. Gördüğümüzü algılayabilmek için, önce o kalın perdeleri açmamız gerekiyor. Edebiyatın, gözlerimize çekilen o perdeleri açmayı dert edinmesi boşuna olmasa gerek. Özgürlük, dünyanın en güzel ve en acı veren duygusudur ve bu iki duygu da bizi biz yapan  önemli şeylerdir. Yazmak, anlatmak, inat etmek ise onunla yaptığınız bir yolculuk halidir. O yolculuklarda çok şey konuşulur, çok şey paylaşılır ve insanı, insana dair her hali daha yakından tanıtır size. Kül Sesleri de benim tanış olduğum bu hallere uzanıyor.

Bu tanışıklığa katkı sunan ve kitabın kapağı için bir resmini hediye eden ressam Zehra Doğan’a ve kara kalem çizimleriyle öykülere anlam katan Pınar Öğün’e, sizin aracılığınızla ayrıca teşekkür etmeliyim.

  • Kül Sesleri
  • Yazar: Akın Olgun
  • Türü: Öykü
  • Baskı Yılı: 2020
  • Sayfa Sayısı: 168 Sayfa
  • Yayınevi: Tekin Yayınevi
Adalet Çavdar
Latest posts by Adalet Çavdar (see all)
Vinkmag ad

Read Previous

Koronavirüse Karşı Dünyaca Ünlü İsimlerden 8 Saatlik Online Konser

Read Next

Doğanın Gizemli Güçlerini Saklayan Bilinçaltı…

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *