![](https://kitapeki.com/wp-content/uploads/2017/11/16Kasim2017-nazim-hikmet.jpg)
Nâzım için esas ev (siyasi ev) Sovyetler Birliği idi. Ama on beşinde ve evden değilse de sürgüne “kaçtığı” evine, memleketine dönmek istiyordu ama o evin kapıları yüzüne kapalıydı.
“Biz yeni bir hayatın acemileriyiz/ Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor/ Şiirimiz, aşkımız yeniden/ Son kötü günleri yaşıyoruz belki/ İlk güzel günleri de yaşarız belki” (Cemal Süreya)
Nâzım Hikmet üzerinden tanışmanın keyfi ve keşfiyle başlamak isterim. Ya da sizlerle “tanışmak” ve Nâzım’la “yeniden tanışmak” için “sorular” sorarak, ucu açık “cevaplar” serpiştirerek tarihe ve şimdiye “yardım yataklık” hevesimi mazur görün derim… Bu yazının hevesi ve muradı, bazı bilgileri okura hatırlatmanın yanı sıra, Nâzım’ın gıyabında ama yüzüne karşı bazı eleştiriler yapmak ve okuru bildik klişe ve hamasi cevaplardan, ön kabullerden çok sorularla tanıştırmak… Birbirimizin ve şiirin anahtarlarını unuttuğumuz şu zorun sıratı günlerde, üzerine binlerce makale ve kitap yazılmış Nâzım Hikmet ile ilgili bir yazıya hangi kapıdan girileceği ve “yeni” neler yazılabileceği meşakkatli bir mevzu. Hele de bu şair hikmetinden ve varlığından sual olunmaz diyerek tabu-tapu kılınan bir “kutsala” dönüştürülmüşse. Öte yandan bu şaire tarihin ve siyasetin tüm “suçları” yüklenip “hiçleştirme” mesaileri sürüyorsa… Hele de bu şair, resmi tarih ve resmi edebiyat tarafından hatırlanarak unutturulmaya çalışıyorsa… Hal böyle olunca her Nâzım Hikmet yazısı daha baştan huzurunuzda bu “belaları” üstlenmek zorunda… (“Karşı koyanı olmadıkça tanrının bir yanı eksik geliyor bana…” (Luciano, Promethus Kafkasya’da)
Sözün ipini Kaf Dağı’na kadar uzatmadan, son on beş yılımda siyaset ve edebiyat bahsinde bana rehberlik eden üç cümleyle başlayayım: “Biz neden, nereden ve nasıl tanışıyoruz?”, “Zaman ve tarih içinde bu tanışmalara ne oldu?”, “Hayat, şiir, siyaset kulağımıza neden yeniden tanışmayı fısıldıyor?”
Yolumuzu Nâzım’a düşürmeden önce kısa bir özet geçmekte yarar var: İnsanlık tarihi tanışmaların da tarihidir… Dillerin dillerle, kavimlerim kavimlerle; iyiliklerin iyiliklerle, iyiliklerin kötülüklerle; insanın doğayla doğanın insanla, ateşin külle külün ateşle, aklın kalp ile kalbin akıl ile tanışması… “Tanışmak” sözcüğünü kimin icat ettiğini bilmesek de sözcüğün hikâyesinde içkin olan anlamları ve hayatlarımızdaki izdüşümlerini biliriz. Dönmeyi unutan, dönünce de yanlış dönen bir dünyada, yanlış yaşayan ve yanlış yaşlanan insanların çoğunluk olduğu Dünyalılar olarak toplumsal bir “kıyamet”e doğru hızla ilerliyoruz. Dünyalılar arasında, kişi başına düşen şiir, şarkı, türkü, iyilik, özgürlük, adalet, aşk ve devrim miktarının gittikçe azaldığı, tersine, devlet, kötülük, milliyetçilik-ırkçılık ve savaş miktarının çoğaldığı dünyada tarihin ve coğrafyanın ortasında bu üç cümle yolumuzu kessin ki tanışalım.
Özetleyerek devam edelim: Güzel tanışmalardı bunlar. Ne var ki madde ve mana gibi tanışmalar da yorulabiliyor hatta “ölebiliyor!” İnsanlık tarihine bakıp söylerim: Tanışmaların altından çok sular, uykular, zamanlar aktı. Kıymetinden sual olunmaz eski tanışmaların ardından nice yenilgiler, yanılgılar aktı… Bir zaman geldi ve tanışmalar zamana dayanamadı, tanışmaların kalbi kırıldı. Sonuçta az gittik, çok gittik, uz ve us gittik, kavram ve imge gittik, sokak ve ev gittik, doğru gittik eğri gittik, tarih gittik ve coğrafya gittik, soru gittik cevap gittik ve geldik şu zamane günlere…
Bu kıssadan hisseli serpiştirmelerden sonra, kimliklerimizin oluşumunu da içeren bu üç cümleyi Nâzım Hikmet bahsine tercüme ederek ilerleyelim.
Soru ve cevap olarak Nâzım Hikmet
“Akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar” (Nâzım Hikmet)
Kimliklerimizi inşa ettiğimiz bilginin kendisine ve elde edilme biçimine dair yapısal sorunu veri olarak hatırlatıp, Nâzım ile tanışmamızın ve ilişkilerimizin “sorunlu” olduğunun altını çizeyim. Can güvenliğimi tehlikeye sokmak(!) pahasına bir cümle yolumuzu kessin: “Biz Nâzım Hikmeti çok sevdik ama ‘yanlış’ da sevdik!”
Onu tabu-tapu olarak gören sorunlu sahiplenme kültürel ve sosyolojik olarak “severek cezalandırmadır!” Nâzımı çok sevmek ama bazen yanlış sevmek, onu eleştiriden muaf tutmak, yerel ve evrensel şiirin aşılması mümkün olmayan modeli olarak görmek, tarihte neyse o olan Nâzım’ı olduğu gibi görmeyi engelliyor. Bu yaklaşım onu politik-poetik “cevap anahtarı” olarak algılıyor. Onu cevaba indirgeyen, onu eleştirmenin devrime zarar verdiğini söyleyen bu yaklaşım, Nâzım’ın cevaplarımız kadar, hesaplaşmamız gereken sorularımız olduğunu unutuyor, unutturuyor. Nâzım, yaşayan cevaplarıyla, emanet ettikleriyle evvelimiz, tarihen zamanını doldurmuş bazı cevaplarıyla da sonumuz, sorularımız ve ahirimizdir… Onu yenilgili sonumuza benzeten hatırlatmalar kadar, mutlak zafere, cevap anahtarına benzetmekle sınırlı hatırlatmalar tarihselliği unuttuğu için sorunludur. Aslolan, yaşayan ile ölenin diyalektiği içinde, onun siyasi/edebi tarihini konuşmak, sorularıyla ve cevaplarıyla yüzleşerek yeni bir sosyalizm için düşbaşı yapmaktır.
Tekrarlamakta beis yok: Bizim mahallenin çocukları olarak Nâzım’ı çok sevdik ama yanlış sevdik. Hatta severek cezalandırdık! Bu nedenle ne zaman onun üzerine yazsam ve konuşsam ondan özür dilerim… Ama bununla da kalmam; Nâzım üzerinden ötekileştirilen şairlerden de özür dilerim. (Nâzım’ın da siyasi ve edebi hataları yüzünden bizden ve tarihten özür dilemesi gerekliliği ayrı bir yazının konusu…) Nâzım, özellikle Kemalist modernizm ve yanlış/demokratik olmayan bir ulus devlet inşası meselesinde, “başkalarının varlığına, dillerine ve acılarına bakamamak” bahsinde siyasi (ve elbette edebi) eleştiriden muaf değildir. Ne var ki, onu yazdıkları üzerinden değil daha çok yazmadıkları üzerinden, duygusal, tepkisel, özensiz kavramlarla eleştirmek de, delillerle sabit nesnel ve doğru eleştirinin önünü kestiği için sorunludur.
Cemal Süreya, “Sevmek ne uzun kelime…” demişti. Lakin bu sevmenin de sorunları olan bir bahis olduğu gerçeğini değiştirmez. Hal böyle olunca “sevmek” bahsine ilişkin kanırtıcı ve kanatıcı başka bir cümlemi paylaşayım: “Nâzım’ı sevmek, başka şairleri sevmemek olarak öğrenildi ve öğretildiği bir siyasal-edebi sürecin travmalarıyla malulüz…”
Bu uzun derdi kısaca şöyle özetlemek mümkün: Nâzım Hikmet’i, Ahmed Arif’i, Enver Gökçe’yi, A. Kadir’i, Hasan Hüseyin’i vs. özetle “Toplumcu Gerçekçi” şairleri sevmek, Orhan Veli’yi, Melih Cevdet Anday’ı, Oktay Rifat’ı, Ece Ayhan’ı, Cemal Süreya’yı, Edip Cansever’i vs. sevmemek olarak öğrenildiği ve öğretildiği bu uzun geçmişle yüzleşmek atrihin emri siyasetin ve şiirin kavlidir… “Onlar sosyalist/devrimci değildi bu nedenle şiirleri de devrimci değildir!” şeklinde karikatürleştirerek söylersek bu yaygın yaklaşımın beğeni düzeyimizi yoksullaştırması bir yana bir “ötekileştirme” kültürü yarattığını düşünenlerdenim. Şimdilerde, dogmatik sosyalist kolektifler dışında bu algının kırıldığına dair deliller çoğalsa da bu aşılması gereken bu dert halen yürürlüktedir. Not düşmekte yarar var: Sosyalizmden ve “sosyalist gerçekçilerden” Nâzım üzerinden intikam alma çabası ise tersinden edebi tuhaflık olarak 12 Eylül 1980 sonrasının huyudur. Bu “aklı evvel” şairlere göre Nâzım Hikmet şiiri zamanını doldurmuş, darbenin bir faydası olmuş ve sıra “esas şiire” gelmiştir! Yazılı ve sözlü delilleri olan gizli-açık “öç” duygusudur bu… Yine de biz bu “garez” mesaisine takılmadan Nâzım Hikmet ile “tanışmak ve yeniden tanışmak” mesaisinin daha başta ondan ve onun üzerinden “ötekileştirilen” şairlerden özür dileyerek yüzleşmeyi içerdiğini ve önerdiğini söyleyelim.
Nâzım aşkının giderek evliliğe benzer biçimde alışkanlığa ve hamasete dönüştüğü bu siyasal-kültürel ortamdan çıkış gerek… Ya da dilinden sürgün olarak “Fırat suyu bütün bir bölgeyi / Takma adlarla dolanmak / Zorundadır” diyerek her yerde dilini arayan Cemal Süreya’nın “Yine de sevişirken / Kullandığımız her kelime / Hırsızın devirdiği eşya” dizelerinden el alarak ve “doğru” sevmeleri öpüp başımıza koyup şöyle bir cümle kuralım: Nâzım Hikmet’i “yanlış” severken kullandığımız her kelimenin okurun devirdiği eşya olması mümkün…
Bir başka özür kapısı daha açalım. Bizler, “zamanın ruhu” gereği, onun bazı şiirlerini çok severken bazı şiirleriyle tanışmadık bile. Onun sevdiğimiz şiirlerini, propaganda ajitasyon metni/şiiri olarak da okuduk. Çünkü aslolan devrimi yakına çağırmak ve işlevsellikti, bunun kızılacak bir yanı yok. Çünkü dünyayı yorumlama ve değiştirme bahsinde sanat/şiir “artakalan” olarak algılanıyordu. Sanatın/şiirin siyasetle eşitlik talebi bir yana, devrimin ve sosyalizmin siyasete bırakılamayacak kadar kıymetli bir düş olduğu bilinmiyordu… Bu durum bir şiiri şahsen beğenip beğenmemenin ötesinde dönemin ruhu ve devrim ve sosyalim için gerekli resmi “beğenilecek şiirler listesiyle!” ilgili iç acıtan bir sorundu. Artık kalbini kırdığımız “Saman Sarısı”, “Severmişim Meğer”, “Havana Röportajı” vs. gibi şiirleriyle de tanışma zamanı. (Bu şiirlerin kulağına küçük bir “özür” mırıldanarak…) Tüm bunlara rağmen üzerimizde “ödenmeyecek” hakkı çok olan Nâzım, Türkçe şiirin en çok “talan” edilmiş şairidir. Bu nedenle Nâzım üstüne her söz her yazı aynı zamanda “borç” ödemedir. Size yadırgatıcı gelebilir ama “talan” ederek “borçlandığımız” bir şairdir Nâzım…
Bu borçların bazılarını hatırlatmakta yarar var. Her şeyden önce Nâzım Hikmet kimliklerimizin temelinde ve inşasında payı vardır. Bazen bir şiiri bazen bir dizesi kimliklerimizin harcında gizlidir. Bu ülkede binlerce insan, ait olduğu partiye “rağmen” de onun ismi ve şiirleri üzerinden sosyalimle tanışmıştır. Bu kıymet onu algılamak için “rağmen” sözcüğü ile tanışmamızı gerektirir. Nâzım TKP’lidir ama partisine “rağmen” nesnel bir gerçeklik olarak yerel ve evrensel düzeyde dolaşımdadır. Öte yandan Nâzım “Tarihte bireyin rolü” meselesine dair önemli bir örnektir. Onun “model olarak” yargılanması elbette partisiyle de ilgilidir ama bu durum partisine rağmen de bir kapsam alanı olduğu gerçeğini unutturmamalı. Onun çok bilinen “Bir ağaç gibi tek ve hür bir orman gibi kardeşçesine” dizesi, bir toplum tasavvuru olarak yirmi dört ayar bir dize olarak kıymetlidir. Bu dize üzerinden onun içinde yer aldığı ilişkileri ve yıkılan sosyalizmlerin ben (ağaç)/biz (orman) ilişkileri eleştirilebilir. Burada benim “rağmen” sözcüğüne yüklediğim anlam onun politik-poetik hikayesinin “Aleyhistan’da yeni bir lehçe” olan en asimiz ve en aksimiz Can Yücel’in “Bin dereden bir kendimi getirdim” dizesiyle de okunması gerektiğidir.
Onun bizdeki hakkını rivayeti hakikatinden hakikati rivayetinden kıymetli bir cümle üzerinden anlamlandıralım: Bedeviler çölde yollarını kaybettiklerinde ezberlerindeki şiirleri okuyarak, imgelerin ve sözcüklerin izini sürerek de yollarını bulurlarmış. “Bizim tasalarımızın eskidir tarihçesi/ sonunda umutlanmak başında gül bahçesi” dizeleriyle kulaklarını çınlattığımız Turgut Uyar’ın “Mevcut olmasa idi, şiiri icat edecek, bulacak adamdır’ diye selamladığı varlığından ve hikmetinden sual olunmaz olduğu kadar eleştiriden sual olunur Nâzım’ın şiirleriyle de yolumuzu bulmadık mı?
Hatırlama ve unutma, tabu ve tapu olarak Nâzım
“Makyavelizm’den çok ayrı bir şey olan Machiavelli- şunu söyler incelikle: Bir ordunun maneviyatı bozulup darmadağın olmaya başladığında kurtuluş yolu birdir; ‘ritornare al segno’, yani ‘bayrağa dönmek’, bayrağın dalgalandığı yere sığınmak, dağılmış savaşçıları işaretin altında toparlamak.” (Ortega Y Gasset, İnsan ve Herkes)
Mecaza sığınarak söylersek; yerel ve evrensel sosyalizm deneyimleriyle yüzleşmek istemeyen ayna korkusuyla malul sosyalistlerin Nâzım Hikmet’i tabu-tapu olarak yeniden üretmeleri mağlupların “bayrağa dönmek”, “bayrağın dalgalandığı yere sığınmak” mesaisi olarak da özetlenebilir. Olgu olarak, kıymet/gelenek olarak ve soru(n) olarak incelenmesi gereken Nâzım Hikmet’i ve değerlerini sahiplenmek şart. Lakin bizim mahallede yürürlükte olan sorun, egemenlerin “hatırlayarak unutturma” siyasetlerinin tersine “Unutturmayacağız!” hamasetidir. Bu bellek politikasının temelinde, onu tabu-tapu olarak gören bir algı biçimi yatıyor.
Bu noktada yapmamız gereken mesai, Cemal Süreya’nın “ün ve efsane” bahsidir. Szün burasında soluklanıp, bir başka Nâzım okuması için uzun bir alıntıyı okuyup düşünmek için mola verelim:
“Ün, türlü koşullar içinde koşuyu kazanan bir attır. Efsane, koşuyu kaybetse de, ‘kaybettikten sonra da’, koşuyu sürdüren bir at. Zapata’nın atı gibi. ‘Vurulduktan sonra da’ bir süre uçan bir kuş. Halk onu, alır, can kafesinin içine sokar, orda besleyip durur can yongasıyla. Budur efsane. Ünümüz bizden çıkar, ama başkalarının elindedir. Efsanemiz ise başkalarının yazgısında. (…) Efsane, halk duygusunun, ortaklaşa bilincin malıdır. … efsanenin belirmesinde değerin kendisinin, ünün belirmesinde reklâmın, sermayenin daha çok etkinliği var. (…) ünlerin çoğundan kuşkulanabiliriz… (…) Mazlum olmamış, ya da kendisine mazlumluk yakıştırılmamış kişi halkın gönlünde kolay kolay mitolojik değer kazanamıyor. Zulüm görecek o kişi, savaşırken hiç değilse ‘ayağı sürçecek’, yenilecek, unutturulmaya çalışılacak. Anadolu halkı ezilmemiş kimselere, fatihlere, hükümdarlara, iktidar sahiplerine saygı duymamış, onları yüceltmemiş değildir. Ama efsaneleştirdiği, içten bağlandığı bireyler hep ‘siyaset meydanı’na götürülen, gerilere atılan, zulme uğrayan bireylerden çıkmıştır. Halk öykülerinde ilk düğüm bir haksızlıkla atılır. (…)” (Cemal Süreya, “Şapkam Dolu Çiçekle”)
Karaşın şair Ece Ayhan’ın “Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler/ Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam!” dizesi de bu bahsin delillerindendir. Öldükten sonra da tersine yarışan “efsanenin” tabuya ve tapuya dönüştürülerek dokunulmaz, ulaşılmaz ilan edilerek dünya tarihsel özne olmaktan çıkarılması sorunludur. Efsane, mitos taşınması zor bir şeydir. Sistemin Nâzım üzerinden de bizleri yenmeye çalışmasına karşı, kutsal Nâzım savunma hattı kurarak onun üzerinden rakipleri yenme çabası açmazlarla doludur. Bu bağlamda “Nâzım’dan zarar etmek korkusu”, incelenmeye değerdir.
Toplumsal ve bireysel bellekler hatırlama ve unutma üzerine de kuruludur. Resmi tarihin unutturma ritüellerine, hatırlama yasaklarına karşın Nâzım Hikmet’in hikâyesi unutma, unutturma ve hatırlama sözcükleriyle özetlenebilir. Hatırlama ve unutma kirliliği ortamında resmi tarihin gürültüsünden başkalarının acılarını duyamıyor; yanlış unutuyor, yanlış hatırlıyoruz. Son yıllarda “moda” olan resmi Nâzım Hikmet hatırlamaları temelde onu unutturmak üzerine kurulu yanlış hatırlamalardır. Bu, “hatırlatılarak unutturma” politikasıdır. Egemenlerin Nâzım’ı hatırlayarak unutturarak onun üzerinden de bizi yenmek politikasına karşı, “Rezaletin kalbine ve diline bakarak” eleştirel ve alternatif bir hatırlama poetikası-politikası gereklidir. Nâzım Hikmet’in resmi tarihin emri siyasetin kavliyle, önce “unutturulmasına”, sonra “hatırlanmasına!”, sonra da “hatırlanarak unutturulmasına!” estetik ve politik şerhimiz bakidir. Bilinmelidir ki; unutmak ve hatırlamak dünyaya eşit dağıtılmamıştır. Öte yandan, resmi tarihin unutma ve unutturma mesailerine karşın, onu sevenlerin “unutmama” ve “unutturmama” inadı onu eleştirmeyi unuttuğu için sorunludur. Onun ismiyle kurulan dernek ve vakıfların onu eleştiriden azat edip tabu-tapu olarak kutsayarak yanlış hatırlayarak ve hatırlatarak eksilttiği hatta “siyasi” ve “ticari” ranta dönüştürüldüğü de bir başka yara…
Gökten üç mekân düştü!
“Lukacs hep eve dönmek istedi. Yola çıktığı günlerde Novalis’in ‘felsefe bir sıla özlemidir’ şarkısını mırıldanıyordu. 1930’larda ev buldu tanıyamadı… (…) Benjamin’in ilkesi evden kaçmaktı. ‘hiçbir zaman telafi edemeyeceğiniz bir şey vardır’ diyordu, ‘onbeşimizdeyken evden kaçmamış olmak.’ (…) Bir de Adorno var, ev yoktur diyen, ne dönmek için, ne kaçmak için. Hep otelde kalan, ayak bastığı her şeyi otele çeviren Adorno.” (Orhan Koçak, Maelström Üslubu)
Şair-mekan ilişkileri şiirin tarihinde önemli yer tutar. “Ev” gerçeği ve imgesi zihnime özellikle iki alıntıyla kayıtlıdır. Biri uzak geçmişe dair Aragon’un aktardığı hatırada gizli anlamdır: “1920 yılına doğru evler bakıyorduk ve birisi bir evin çirkin olduğunu söyleyince Marcel Ducamp, ‘Çirkin ev yoktur, elli yıldan sonra bütün evler güzeldir’ diye yanıtlamıştı. Yazınsal yapıtlar için de aynıdır biraz. Ya da kesinkes çirkindirler; yapıtları bir şey gibi görünen ama hiçbir şey olmayan yazarlar vardır.” Zihnime kayıtlı diğer cümle/dize ise Füruğ’un “ev karadır” dizesidir. (Ki ben “Ev yaradır” derim ve eklerim; ‘yaraların beyanı esastır’…”
Bu küçük serpiştirmelerden sonra Cemal Süreya’nın “Nâzım Hikmet eşyanın ve olayın korkunç bir röportajcısıydı” cümlesinde durup serinleyelim. Nâzım şiirinde mekanların önemli olduğunu ve okumalarda dikkate alınması gerektiğini düşünenlerdenim. Saint-Exupery’nin Küçük Prens’inden el alarak Nâzım için işi şakaya ve mecaza vurarak “Sanırım kaçarken bir yabani kuş sürüsünün göçünden yararlanmıştı” derim hep. Onun şiirinde elbette “nereye gitse adının çağrıldığı” Türkiye, ben ile biz, sanat ile siyaset,içeri ile dışarı, yürek ile aklın aşk bahsinde yeniden kalıba dökülüp sağlamasının yapıldığı hapishaneler, BoriS Pasternak’ın “Yeryüzünün ilk aşkıyız biz” diye selamladığı Ekim Devrimi, şairin hem kaderi ve kederi hem de açık ve örtük hayal kırıklığına uğradığı Sovyetler Birliği… Ve kendini Havana’da yeniden sosyalist olmuş gibi hissettiği Küba:
“(…)/ dolaşıyorum Havana sokaklarını/ (…)/ köylü analarla Cumhurbaşkanı sarayını birbirine karıştırıyorum /…/ Fidel’le türküleri birbirine karıştırıyorum/ Enternasyonal marşıyla çaçayla paçangayla Fidel’i/ somos sosyalistas palante palante/ bir alanda art arda tek sıra dizilip ellerini birbirinin sırtına koyup/ rumba oynayan yüz bin kişiyle Fidel’i birbirine karıştırıyorum/ Marks’a rastlıyorum kitap kapaklarında ananaslarla mameylerin arasında/ Ve Sierra dağından yeni inmiş ulu sakalıyla Marks’a rastlıyorum/ (…)/ ve ben her gün biraz daha gencim Havana’da/ her gün biraz daha yitiriyor ağzım dünyanın acılığını/ her gün biraz daha yumuşuyor çizgileri avuçlarımın/ …./ her gün biraz daha/ ve her gün biraz daha keyifli türkü söyleyerek geçiyorum Havana sokaklarından/ somos sosyalistas palante palante” (Havana Röportajı)
Şunu söylemek istiyorum, Nâzım için esas ev (siyasi ev) Sovyetler Birliği idi. Ama on beşinde ve evden değilse de sürgüne “kaçtığı” evine, memleketine dönmek istiyordu ama o evin kapıları yüzüne kapalıydı. Zaman zaman Paris’te, Moskova’da arkadaşlarıyla işi oyuna vurup “sokaklara kaçsa” da sokaklara kaçmak için ise artık “yaşlanmıştı!” Hal böyle olunca onun payına “oteller” düştü. Dünya çok odalı bir otel olmuştu onun için. Her odayı evi sanıyordu… “ben nerede bitip nerede başlıyorum” dizesindeki gibi, evin nerede otelin nerede kendinin nerede başlayıp bittiğini bilmiyordu. (Ya da bilmezlikten geliyordu…) Bunca muhabbetten sonra bizim payımıza düşen ise, Nâzım Hikmet ile “tanışmayı ve yeniden tanışmayı” üstlenmenin etiği ve estetiği…
Yirmi bir yıl önce o zamanki aklımla yazdığım “Fevkalade Nâzım Eleştirisi: ‘Yaşasın Nâzım!.. Ateş!’” başlıklı Nâzım Hikmet yazısına şöyle başlamışım: “Nâzım Hikmet tartışmaları Sovyet Yazarı Victor Chlovsky’nün ünlü ironisini anımsatıyor: “Yaşasın Çar!’ diye bağırmadan ateş etmeyen Kızıl Ordu askerleri…”
Mademki geçmişe yolculuk yaptık aynı yazımın son paragrafı da geçsin zapta:
“Bu da benim kusurum olsun: Ben hayran gözlü çocuğun şiirlerini seviyorum… İçeride de dışarıda da Ece Ayhan, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya vb. şiirlerin yanı sıra çantamda dolaştırıyorum Nâzım’ı… Arada bir çantama bakıyorum, birbirlerine şiirler okumuyorlar mı?”
Onlar ermiş muradına biz çıkalım yeni tanışmalar için kitaplara…
- Evinin duvarına gömülen şair - 28 Temmuz 2018
- Çağın dedikodusu; şiir siyasetin, siyaset şiirin nesi olur? - 26 Haziran 2018
- Gitmek Ama Varamamak, Uçmak Ama Konamamak - 8 Nisan 2018
FACEBOOK YORUMLARI