“Ne mutlak dindar, ne de mutlak akılcı…”

Her şeyin ve herkesin temsil edilmek istendiği romanda önce zenginler, yoksullar, solcular, sağcılar, aydınlar, cemaatler, dini ve etnik yapılardan oluşan geniş bir şahıslar kadrosuna yer verilmiş.

Elif Şafak son romanı “Havva’nın Üç Kızı”nı baştan sona bir Türkiye metaforu olarak kaleme almış. Bir kadının geride bıraktığı bir hayatın hikayesini anlatırken hikayedeki her olay ve karakter kendisi dışında bir takım anlam ve kavramları taşıma görevi yükleniyor. Buna bir de anlatıcının sıklıkla araya girerek yaptığı siyasi, felsefi, toplumsal, tarihsel açıklamalar eklendiğinde ortaya Elif Şafak kariyerinin en kötü romanı çıkmış.

Roman kahramanı Nazperi Nalbantoğlu sevenlerinin kullandığı adıyla Peri; “…dışarıdan bakınca sadece iyi bir insan değil, aynı zamanda iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir ev kadını, iyi bir vatandaş, iyi bir modern ve laik Müslüman’dı. Bu ülkenin şaşmaz çelişkilerini adeta bünyesinde toplamıştı. Bünyesinde ve geçmişinde. Peri’nin yaşam hikâyesi biraz da Türkiye’nin hikâyesiydi. Peri’nin akıl karışıklığı, Türkiye’nin yaşadığı akıl karışıklığından farklı değildi.

Peri’nin büyüdüğü aile yapısı da inanç ve kimlik çatışmalarıyla atomize olan Türkiye toplumsal mozaiğinden farklı değil; babası laik bir Kemalist, annesi bir tarikat müridi, büyük oğul Umut marksist, küçük oğul Hakan milliyetçi muhafazakar. Evin küçük kızı Peri ise “annesinin dindar Allah algısıyla babasının laik Tanrısını birleştirmeyi” ve bu sayede ebeveynlerini bir araya getirebileceğine inanıyor. Hikayenin bundan sonrası Peri’nin bu birleştirme çabasıyla geçecek; önce İstanbul’da, sonra okumaya gittiği Oxford’ta bütün zihinsel enerjisini ne mutlak dindar, ne de mutlak akılcı olmadan yaşayabileceği üçüncü bir yol arayacak…

Kullanım Klavuzu

Romanı kısaca özetlemeye çalıştım ama 400 sayfaya Türkiye’nin son yirmi beş yılını sığdırmaya çalışan bir hikayenin özetlenemediğinin farkındayım. Her şeyin ve herkesin temsil edilmek istendiği romanda önce zenginler, yoksullar, solcular, sağcılar, aydınlar, cemaatler, dini ve etnik yapılardan oluşan geniş bir şahıslar kadrosuna yer verilmiş. Ardından -darbeler, işkenceler, kardeşi kardeşe düşman eden çatışmalar, patlayan bombalar, istikrarsızlık gibi görünümlerle- siyasi tablo çiziliyor. İş dünyasının vaziyetini anlamak için zengin bir adamın yalısındaki akşam yemeğindeki konuşmalara kulak vermeniz gerekecek. Ancak romanın asıl üzerinde durduğu mesele toplumun kültürel yapısı. Doğu-Batı karşılaştırmasını da içeren bu meseleyi cehalet, bağnazlık, ataerkil düzen, kadınlar üzerindeki baskılar, cinsellik, şiddet ve yozlaşma temalarını öne çıkararak dillendiriyor Şafak. Neyse ki kurmaca bir metin yazdığını unutmamış ve bütün bunlar biraz aşk, biraz sevgi, biraz da dostluk karışımı bir sosla servis edilmiş. Bir de çok sevdiği metafizik alemlere selam göndermeyi ihmal etmeyerek “sisin içindeki bebek” figürü eklemiş ama fazla üzerine gitmiyor.

Kısacası, “Havva’nın Üç Kızı” romanına bir üniversitede “Türkiye 101” dersi vermeye yetecek kadar malzeme yığılmış. Bu denli geniş ve derinlikli malzeme bir kitaba sığdırılmaya çalışınca yüzeysel olmanın ötesine, hatta yavan klişelerin tekrarının ötesine elbette geçemiyor. Yavanlık en çok da dilde sırıtıyor. İşte bir kaç örnek;

Bunca değişim ve göç ve karışım yaşamış bir memlekette, kim çıkıp da yüzde yüz tek bir etnik kökenden geldiğini iddia edebilirdi ki- tabii kendine ve çocuklarına düpedüz yalan söylemiyorsa şayet.

Peri eskiden, muhafazakârlar ile içki içenlerin yan yana oturduğu nice sofrada bulunmuştu. Böyle sayısız davette yer almıştı. Hatta bazen içki içmeyenlerin su bardaklarını kibarca kaldırarak jest yaptıklarına tanıklık etmişti. Din ve inanç, bir nevi kolaj olagelmişti bu memlekette. Bütün sene içkisini içip, ramazanda oruç tutarken badeyi bırakan, böylece hem dini vecibeleri yerine getirmek hem “detoks yapmak” isteyen pek çok kişi tanıyordu. Bu melezlikler kültüründe, en akılcı olanlar bile cinlere inanır, bir yerlerde nazar boncuğu bulundururlardı.

Sana bakınca, tipik bir Türk aydını görüyorum” demişti oğlan Peri’ye. “Daha doğrusu, Doğu entelektüeli. Avrupa’ya âşık, kendi kökleriyle çatışma halinde.

Örnekleri istediğiniz kadar -neredeyse romanın hacmine ulaşana dek- uzatabilirim. Çünkü Elif Şafak üçüncü tekil şahıs bakış açısından aktardığı hikayesini ihmal etmeyi göze alarak bir Türkiye sunumuna çeviriyor. Mesela bir tecavüz sahnesi; adam Peri’yi darp edip üzerine saldırmışken, Peri yerde ölüm kalım mücadelesi verirken anlatıcı ansızın araya girip tecavüzün Türkiye’deki yaygınlığı hakkında uzun bir açıklamada bulunuyor. Sonra yeniden olay anına geri dönüyoruz. Brechtvari bir yabancılaştırma efekti katmak niyetinde mi, bilemiyorum ama başarısız olduğunu söyleyebilirim. Meselelere vakıf olduğunu kanıtlamak isteyen pek çok yazarın romanı gibi “Havva’nın Üç Kızı”da Türkiye’ye dair bir “Quick Guide” okuyormuş duygusu uyandırıyor.

Yerli edebiyatın toplumsal meselelere ısrarla gözünü kapatmasından şikayet eden biri olarak Elif Şafak’ın romanındaki toplumsal ve kültürel mesele bolluğunu eleştirmem çelişkili görünebilir. Eleştirim -bir çoğuna katılmasam, yetersiz ya da eksik bulsam da- toplumsal ve kültürel meselelerin varlığına değil, roman formuna dönüştürülememesine. Anlatıcının dillendirdiği ya da roman kişilerinin ağzından çıkan cümleler tez çalışmalarında, inceleme kitaplarında ya da Türkiye hakkında Guardian gazetesi için kaleme alınmış makalelerde yer alabilecek türden ifadeler. Orhan Pamuk’un “Kırmızı Saçlı Kadın” romanı için söylediklerimi tekrarlayabilirim; “Edebiyatla bilim arasında bir fark olmalıdır; bu fark edebiyatın tarihi yaşantıyı ve o tarihin insanlarını canlandırma gücüdür.” Pek çok açıdan “Kırmızı Saçlı Kadın”ı hatırlatan “Havva’nın Üç Kızı”nda ne yazık ki böyle bir canlanma hissetmiyoruz. Roman kahramanları Elif Şafak’ın inanç tartışmasının sözcülüğünü üstlenen cansız kuklalar olmaktan öteye gitmiyorlar.

Sorun Dilde

Elif Şafak ilk dönem romanlarında -“Pinhan”(1997), “Şehrin Aynaları”(1999), “Mahrem”(2000), “Bit Palas”(2002) ve “Araf”ta (2004)- da kavramların, kimliklerin, isimlerin ve zamanın peşine düşmüştü. Hatta farklı din, çevre ve kültürlerden gelip yolları Boston’da kesişen bir grup gencin öyküsünün anlatıldığı “Araf”ın konusu genel anlamda “Havva’nın Üç Kızı” ile benzerlikler taşıyordu. Ancak sözünü ettiğim romanlarda diline gösterdiği özen dikkat çekiciydi. İngilizce kaleme aldığı ilk romanı olan “Araf”tan sonra Elif Şafak’ın yazış tarzını değiştirdiğini düşünüyorum. Bunda daha geniş bir okuyucu kitlesine seslenme arzusu rol oynamış olabilir. Sebebi her ne olursa olsun özellikle “Havva’nın Üç Kızı”nda -belki de ard arda kurulmuş devrik cümlelerin verdiği bıkkınlıktan- ilk romanlardaki anlatım güzelliğini bulamıyoruz.

Burada bir açıklama yapmakta yarar var: Elif Şafak’ın İngilizce roman yazmasına hiç karşı değilim. Bu romanlar kuşkusuz Türk dili içinde değerlendirilemez ama edebiyatlar arasındaki sınırı belirleyen yalnızca dil değildir. Aynı dilde yazılan pek çok roman farklı ülke edebiyatları içinde kodlanabilir. Çünkü roman dediğimizde işin içine kimlikler ve kültürler de girer. Bugün eserlerini İngilizce kaleme alan pek çok Asyalı, Afrikalı, Güney Amerikalı yazar İngiliz edebiyatının değil doğup büyüdükleri ülkenin temsilcisi olarak -zaman zaman tartışma konusu edilseler bile- kabul görüyorlar. Sonuçta Elif Şafak ya da başka bir yazarın ana dilini bırakıp kendisini daha iyi ifade ettiğine ya da kendisini uluslararası alana taşıyacağına inandığı başka bir dilde yazması kınanacak bir tercih değildir. Sanat ve edebiyat insanlığın anonim ve evrensel mirası olduğuna göre yerelliği fazla abartmayalım. Önemli olan yazılanın iyi edebiyat olması. Duygu ve düşünce olarak eğer bu coğrafyanın insanlarını kucaklayabiliyorsa, dili farklı da olsa her yazılan “bizim” edebiyatımızdır. “Havva’nın Üç Kızı”na eleştirim edebi açıdan “iyi” olmaması. Hele ki akşam yemeğinde biraraya gelen burjuvaların anlatıldığı sahneleri ve finaliyle “kötü” nitelemesini hak ediyor.

Son olarak yazarın bir röportajda sarf ettiği sözler hakkında bir iki cümle söylemeden bitirmek istemedim. “Ben bu romanı yıllardır içimde biriktirmişim Ayşe. Gördüklerim, duyduklarım, hissettiklerim, okuduklarım, araştırdıklarım… Senelerin birikimini bu kitaba aktardım. Yazarken bir ara o kadar derin bir paniğe kapıldım ki, “Eyvah! Ben ne yapıyorum, yüreğimi sonuna kadar açıyorum” diye. Ama hikâye o kadar çılgın, içten ve güçlüydü ki duramadım. Yazdım…” demiş Elif Şafak. 2000’li yıllarda çok satanlar kulvarında yarışan yazarlar tarafından sıklıkla tekrarlanan sözleri, samimiyeti ifşa eden “yüreğimi açtım” klişesini kullanmış. Hafızaları tazeleyelim. Bakalım “İki Genç Kızın Romanı” için Perihan Maden neler söylemiş; “Bu kitap için parçalandım ben. Çok yürekten bir kitap. Bu benim yüreğimden çıkan bir şey. Perişan oldum hakikaten. O kadar acı çektim, o kadar üzülerek yazdım ki. Çok kez kendi kendime, değer miydi diye sordum.”.. Mine Kırıkkanat, “Bir Gün Bir Gece”si için “Galata Kulesi’nin yıkılış sahnesini ağlayarak yazdım mesela. Bu roman herkesten önce beni ağlattı” diye katılmış damardan yazanlar korosuna. Emine Işınsu’nun “Bukağı”daki yazım süreci “yürekten ve acılı olmuş”…

Özellikle gazetelere verilen yazar röportajlarının çoğunda bu “yürek açma” klişesine rastlayabilirsiniz. Bunun nedeni yazarların metinleri aracılığıyla vermeyi başaramadıkları duygu ve düşünceleri gazete, dergi ve televizyon röportajlarıyla tamamlama istekleridir. İnsanların duygularına hitap eden acıklı, içten, “yürekten” bir şey mi bekleyen tüketici okurun ihtiyacının karşılanmasıdır. Ve bu aynı zamanda yazarla okur arasındaki yakınlaşma ayinidir. Popüler kültür tam da budur işte.

  • Havva’nın Üç Kızı
  • Yazar: Elif Şafak
  • Türü: Roman
  • Sayfa Sayısı: 424 Sayfa
  • Basım Tarihi: Haziran 2016
  • Yayınevi: Doğan Kitap
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Polisiye Dosyası; “Kurtlar Sofrası”

Read Next

Gelecekten Çağrı: Savaşmayın!

2 Comments

  • Merhabalar. Sözünü ettiğiniz röportajı okumuş ve kitap hakkındaki ilk izlenimim tıpkı bahsettiğiniz gibi olmuştu. Yalnız yazınızla, yürek açma ifadesinin ne şekilde bir popüler kültür aracı olarak kullanıldığını öğrenmiş oldum, teşekkür ederim. Benim o röportajda dikkatimi çeken bir başka husus ise kitabın, yazarın diğer kitaplarının önüne geçeceğinin, hatta onun bir “baş yapıt” olduğunun röportaj yapan tarafından ifade edilmesiydi. Mahrem ve Araf gibi okuyucuda derin izler bırakmayı başaran bir kalemin başyapıtının zorlama bir Türkiye prototipinden fazla olmasını beklerim. Yazdıklarınız ışığında sanırım bu da popüler kültürün bir parçası olarak değerlendirilebilir.
    Saygılarımla.

  • Çoksatanların yürek açma mevzuunda Emine Işınsu yanlış bir örnek olmuş kanaatimce. Ortalıkta boy gösterip reklam peşinde koşmayan bir kalem. Medyadan uzak. Yaşam tarzı ve dünya görüşü de belli. O nedenle onun Bukağı’da çektiği acıyı samimi buluyorum.
    Bunun dışında yazdıklarınızın isabetli olduğunu düşünüyorum.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *