Ömer Türkeş’ten polisiye önerileri 1: Oteldeki Ölü

İsveçli çift Maj Sjöwall ile Per Wahlöö’nün yarattığı İsveç Polisi Martin Beck, 1965 yılında “Roseanna” –Türkçede “Kanaldaki Ölü” ile başlamış, Per Wahlöö’nün ölümü nedeniyle onuncu kitap “Terroristerna/Teröristler” ile son bulmuştu.

1926 doğumlu Per Wahlöö ve 1935 doğumlu Maj Sjöwall, gazetecilik mesleğini sürdürürken tanışıp evlenmişler ve bir süre sonra da polisiye dizilerini yazmaya başlamışlar. Anavatanları İsveç’te kitapların altı tanesinden TV filmi, iki tanesinden de sinema filmi yapılmış. Stuart Rosenberg ise “Gülen Polis”i -1973’te- sinemaya uyarlarken hem mekanı ABD’ye taşımış hem de Martin Beck’i Jake Martin adıyla Amerikanlaştırmış. Yayımlandığı yıllarda pek çok ülkede büyük ilgi gören Martin Beck serisinin ilk kitabı “En İyi 100 Polisiye” listelerine girmiş, “Gülen Polis” ise 1971’de, Amerikan polisiye yazarlarının verdiği saygın Edgar ödülüne layık bulunmuş…

Soğuk Ülkede Sıcak Maceralar

“Oteldeki Ölü”, Martin Beck dizisinin bütün kalıplarının yerli yerinde kullanıldığı bir roman. Her zamanki gibi bir cinayetle başlıyor hikaye; Stockholm’ün en büyük ve lüks otelinin restoranında, güpe gündüz, herkesin gözü önünde bir iş adamına yaklaşan katil silahını ateşleyip öldürüyor adamı. Kimsenin müdahale etmesine fırsat bırakmayan katil ise elinde susturucu takılmış tabancasıyla hiç acele etmeden kaçıp gidiyor. Şimdi sıra Martin Beck ve ekibindedir. O yılların polis tekniklerinin yardımıyla titizlikle ve hiçbir prosedürü ihmal etmeden işe koyulurlar; tanıkların ifadesi alınır, katilin bindiği araba araştırılır, ölenin geçmişi araştırılır, gelen ihbarlar –inandırıcı olmayanlar bile- dikkate alınır. Ama kesin sonuca ulaşabilmek için her zamanki gibi biraz da şansa ihtiyaçları vardır. Elbette bütün bu soruşturma sürecinde gündelik olayları da sürmekte, Martin Beck ve arkadaşlarının özel hayatları da inişli çıkışlı bir grafik izlemektedir. Diğer Beck polisiyelerinde –aslında vasatın üzerindeki bütün çağdaş polisiyelerde- olduğu gibi “Oteldeki Ölü”de de polisler insani boyutlarıyla çıkıyorlar karşımıza.

Martin Beck dizisinde “hem polis soruşturması alt türü büyük bir inanılırlıkla, titizlikle kurup geliştirilmiş, hem de toplumun aksaklıklarıyla sorunları, bunlar sanki kişilere özgü kabahatlermiş gibi ön plana getirilmiş. Ne var ki, arkadan arkaya korkutucu bir toplum fonu da yaratılmış. Tedirginlik duygusu, sıradan polisiyeyi -yazar Michael Dibdin’in deyişiyle- ‘nihayetinde ideolojik olduğu kadar varoluşçuymuş gibi de görünen’ bir mertebeye yükseltiyor. Martin Beck’in yaratıcıları, gazetecilik deneyimlerinden de yararlanarak lafı uzatmıyor, buna karşın ayrıntıları da ihmal etmiyorlarlar. Yazarlar, inandırıcı heyecan uyandırıcı olay örgülerinin yanısıra, sağlam karakterler yaratmayı da başarmış. Beck’in ekibini, şiddetten nefret eden, sabık paraşütçü ve gurme Lennart Kollberg, yüksek sosyetenin karakoyunu, 1.90 boyunda, 120 kiloluk, ‘motosikletçi suratlı herif’ Gunvald Larsson, İsveç’in kuzey köylüklerinden Einar Rönn, bir filin hafızasına sahip ama idrar kesesinden şikayetçi olduğu için ikide bir tuvalete giden Melander, iki devriye: Krastiansson ve Kvant tamamlıyor.”

Türkiye’de 70’li yıllarda Milliyet Yayınları’nın hazırladığı dizi ile tanıştığımda çok sevmiştim Martin Beck’i. Neredeyse 25 yıl sonra yeniden okuduğumda ilk izlenimlerimin değişmediğini sevinerek fark ettim. Bunda, İnkilap yayınlarının Milliyet yayınlarının Aydın Arıt’a hazırlattığı çevirileri aynen korumuş olmasının da kuşkusuz rolü var.

E.Mandel’e göre Sjöwall ve Wahlöö, “polis işlemlerine ağırlık veren” polisiye roman yazarları içinde en eleştirel kafaya sahip olanlardır; polise olduğu kadar burjuva toplumuna karşı da eleştireldirler. Mesela dizinin bir macerasında burjuvazinin kitle iletişim araçları üzerindeki denetimi etkili bir biçimde sergilenir, bir diğerinde uyuşturucu ya da silah ticaretinin yıkıcı etkileri görülür, bir başkasında tekellerin çevre konusundaki duyarsızlıkları vurgulanır ve kapitalist toplumun bireylerde yarattığı tedirginlik duygusu her zaman ortadadır. Nitekim Wahlöö de niyetlerinin “polisiye romanı, ideolojik olarak yoksullaşmış, ahlâki durumu tartışılır nitelikteki burjuva tipi sözümona refah devletinin karnını açmak için bir neşter olarak kullanmak” olduğunu söylemişti.

Martin Beck; İsveç’in Maigret’si

“Polis işlemlerine ağırlık veren” dizilerdeki detektifler arasında Maigret’e en yakın olanı da Martin Beck’tir. Serinin bütün kitaplarına bir göz attığımızda, ana karakterlerin bireysel yaşamları -geleneksel polisiye yazımından farklı olarak- yavaş yavaş ilerlediğini, ayrı ayrı hikayeler içeren kitapların sonunda bir bütünlük oluşturduğunu burjuva tipi sözüm ona refah devletinin karnını açmak için bir neşter olarak kullanmak” olduğunu söylemişti. farkederiz. Tıpkı Simenon’un Maigret için yaptığı gibi Sjöwall ve Wahlöö de Martin Beck için bir biyogrofi çıkarırlar. Buna göre polis teşkilatına 1940’ların ortalarında katılmıştır Martin Beck. Karısı İnga ile 1951 yılında evlenmiş bir kız bir oğlan babası olmuştur. Ne var ki, karısının şefkatli bakımı sayesinde ayakta kalan Maigret kadar şanslı değildir kahramanımız; kısa bir süre sonra evlilikleri her ikisi için tahammül edilmez bir hal alır. Ancak “başa gelen çekilir” dercesine evdeki mutsuz hayatını bir süre daha sürdürecektir Martin Beck. Zaman ilerledikçe –üstelik mesai arkadaşlarıyla- ufak tefek kaçamaklar yapacak ve sonunda evinden tümüyle kopacaktır.

Olayın çözümü kadar, bunun ardında yatan insani gerçekliğin de peşindedir Maigret, bu nedenle kimi zaman kuralların dışına bile taşacak, bütün sıkışmışlıkları ve çaresizlikleriyle ufak tefek suçlar işleyen insanları görmezden gelecektir. İşte Martin Beck de böyle bir polis komiseri. Ancak ilerleyen zamanla birlikte polis yöntemleri de gelişmiş ve karmaşıklaşmış, bu nedenle Martin Beck, Maigret’e göre daha kalabalık bir ekipten daha güçlü destek alan bir komiser olarak canlandırılmıştır. İçinde yaşanılan zamanı ve mekanı en gerçekçi biçimde yansıtan Martin Beck serisinde bir polis müfettişi ve bağlı olduğu Stockholm cinayet masası etrafında geçmesinin dezavantajlarını her zaman aşamaz. Gerçek polis yöntemlerine bağlı kalınarak anlatılan cinayet sorgulamaları fazlasıyla teknik kalırken, okuyucu da bu kadar gerçek bir polisiye mekanizma ile yer değiştirmekte/özdeşleşmekte zorlanır. Sonuçta, her ne kadar başrolde gözükse ve gündelik yaşamı, aile ilişkileri işin içine katılsa bile, Martin Beck bir Maigret değil. Ama -yine Mandel’in ifadesiyle- sonunda Martin Beck’in dayandığı şey de çözümleme, ortamı ve suçun çevresindeki insanları anlamasıdır. Onu çözüme götüren, ipuçlarının donuk bir yorumundan çok sezgileri ve duygularıdır.

Polisiyelerde çok yaygın olan, mutlak iyi veya şeytani karakterlere değil, sıradan, hayatın içinden insanlara yer veren, böylelikle entrikayı olabildiğince mantıklı nedenlere dayandıran yazarlar, metinlerinin arasına toplumsal eleştiriler de serpiştiriyorlar. Amerikan polisiyelerinden farklı olarak, cinselliğin son derece sağlıklı ve doğal olarak öykülerde yer aldığını görüyoruz. “Eğer entrika ve zeka sovuna dayalı bir polisiye arıyorsanız, Martin Beck/Gülen Polis size göre değil, ama, aradığınız gerçek yaşamda insanların suç dünyasına katılmalarıysa ve İsveç kültürü ile de ilgileniyorsanız mutlaka okuyun”.

Vinkmag ad

Read Previous

Fikri Rüyakaçıran ve Rüyalarımızın Peşinden Koşmak

Read Next

YKY’den Kış Uykusu

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *