Bugün Bağımsız Kitapçılar Günü!

Bağımsız Kitapçılar Günü’nde bu kez bağımsız kitapçıları dostlarımıza sorduk, kendi kitapçı deneyimlerini, hatıralarını paylaşmalarını rica ettik.

Nazlı Berivan Ak

Amerika’da başlayan ve devamında gelenekselleşen bir günden söz ediyoruz. Her yılın Nisan ayının son Cumartesi günü Bağımsız Kitapçılar Günü olarak kutlanıyor ülkenin dört bir köşesinde. Kitapçılarda düzenlenen partiler, bugüne özel yazar imza ve söyleşileri, müzik ve dans performansları, çocuklar için edebiyat etkinlikleri, sanat buluşmaları, okumalar, tadımlar, yarışmalar ve akla gelebilecek her türlü eğlence. Sadece Bağımsız Kitapçılar Günü’ne özel kitaplar, ürünler, tasarımlar, etkinlik ve buluşmalar. Hepsi Bağımsız Kitapçı Günü’ne özel. Sadece bir gün için ve sadece bağımsız kitapçılarda. Zincir mağazalarda ya da internet sitelerinde bulamazsınız.

Peki neden böyle bir güne ihtiyaç olsun? Çünkü kitapçılar dükkan olmaktan öte anlamlara sahipler. Sosyalleşmenin, keşfetmenin, okuma tutkusunu aşılamanın ve çoğaltmanın adresleri bağımsız kitapçılar. Hep acelesi olan bir dünyada nefeslenecek duraklar, bir yandan da durağan ve heyecansız marketlere karşı sürekli gelişip genişleyen kültür noktaları!

Buraya kadar okuduğunuz kısım Dünya Bağımsız Kitapçı Günü için Amerika’da hazırlanan bir broşürdendi. Ülkemizde henüz hep beraber kutladığımız, kitapçı ve okurlarla, yayıncı ve dağıtımcılarla, STK’lar ve okuma kulüpleriyle bir araya gelerek tadını çıkardığımız böyle bir günümüz yok. Ancak bağımsız kitapçı olgusu hayatımızda var, hep vardı aslında, ama bugün anlamını kavramak için daha çok kafa yoruyor, izlerini daha çok sürüyor, alışveriş alışkanlıklarımızı tekrar gözden geçiyoruz.

Neredeyse bir yıldır hazırladığımız kitapçı söyleşileri Bağımsız Kitapçılar Günü’ne yönelik bir hafıza çalışması niteliğindeydi aslında. Söyleşi yaptığımız her isim sektöre, yayın dünyasına, fuarlara, okura ve yayıncıya dair çok önemli ipuçları verdi, şehre ve okura dair edebi rehberlik yaptı. Söyleşilerimiz devam edecek, farklı şehirlerin farklı kitapçılarının öykülerini paylaşmaya devam edeceğiz. Kültür adalarımızı, adacıklarımızı kayıt altına almaya heyecanla devam ediyoruz.

Bugüne özel ne yapabilirizi düşündüğümüzde aslında söyleşileri yakından takip eden isimlerle günü kutlama fikri kendiliğinden oluştu. Bağımsız Kitapçılar Günü’nde bu kez bağımsız kitapçıları dostlarımıza sorduk, kendi kitapçı deneyimlerini, hatıralarını paylaşmalarını rica ettik. Her isim farklı hikayeler, farklı kitapçılar, farklı kitaplar anlattı, dahası nostaljiden, geçmişe övgüden öte bugüne ve geleceğe dair görüş, eleştiri ve hayallerini paylaştı. Daha çok isimle, daha çok hikayeyle bağımsız kitapçının okurdaki yansımasını da kayıt altına almaya, hafızamızı diri tutmak için görüşleri derlemeye devam edeceğiz.

Kitapçı, okur, yazar… Hepinize teşekkür ediyoruz. Gelecek yılın Nisan’ına şimdiden hazırlanıyoruz, hem belli mi olur, yakın zamanda yazının başlangıcında okuduklarınızı bizler de kendi şehrimizin kitapçılarında yazarlarımızla gerçekleştiririz, baharın gelişini kitapçılar, okurlar, yazarlar birlikte kutlarız. Şimdilik, o zamanlar gelene kadar, Bağımsız Kitapçı Günü’nüz kutlu olsun! – Nazlı Berivan Ak

SELAHATTİN ÖZPALABIYIKLAR

Selahattin Özpalabıyıklar

Beyoğlu ve Cihangir’in son yıllarda “entelektüel camia” açısından bir parça modasının geçmesi, Tatavla (Kurtuluş) ve Pangaltı çevresindeki yeme-içme mekânlarının ve kafelerin cazibesini artırdı. Bir ara küçük bir “sahaflar çarşısı”nın bulunduğu, resmi adıyla Tayyareci Fehmi Sokağı, halk arasındaki deyişle “Telefoncular Sokağı”ndaki Nostalji Kitap & Kahve’ye yolunuz düşerse, içeri girenlerin çoğunlukla başka masadakilerle selamlaştığını görürsünüz. Etrafa biraz kulak kabarttığınızda bir masadan yazar, editör, çevirmen gibi yayıncılık alanında çalışanların edebiyat sohbetlerini, başka bir masadan sendika ya da STK tartışmalarını işiteceksiniz. Görece daha yüksek sesle konuşulan bir masa varsa büyük olasılıkla öğretmenler buluşmuştur. Kitabımı dergimi gazetemi sessiz bir ortamda okuyayım derseniz kurtarıcınız üst kat olacaktır. Şanslı gününüzdeyseniz bir kültür insanının sohbetine bile denk gelebilirsiniz.

Nostalji Kitap & Kahve’yi yıllar öncesinden, daha Nostalji Kültür Kitap & Kırtasiye olduğu, kitap, kırtasiye, kaset, CD, VCD, DVD satıldığı, “amatör” fotoğraflarının banyo ve baskılarının yapıldığı günlerden bilirim. Kurtuluş’taki ilk dostlarım Süha (Hamamcı) ve Cemal (Yıldırım), eski videokasetleri CD’ye aktarmaktan tutun, bulamadığınız bir kitabı aramaya kadar birçok konuda, Pangaltı’da sevilen kişiler olarak birlikte çalıştılar. Kurtuluş’ta büyüyenler anne babalarıyla çocuk kitapları ve oyuncaklar aldıkları bu kitapçıdan yıllar içinde sınavlara hazırlık testleri, okul ödevleri için romanlar aldılar. Mahallenin çocukları büyürken, Cemal de vaktiyle yarım bıraktığı hukuk fakültesini bitirip avukatlığa başladı.

İnternetten ancak gerçekten başka türlü bulamadığı kitapları alan biri olarak benim için semt kitapçıları, bağımsız kitapçılar dost mekânlar olmuştur hep: 17 yaşımdayken her cumartesi gittiğim Üsküdar’da Doğancılar yokuşundaki Gençler Kitabevi’ni, Beykoz’da bir öğretmenin kitap kiraladığım dükkânını, ana baba yurdu İzmit’te, Gebze’de, İstanbul’un akla gelmedik yerlerinde sokak aralarında keşfettiğim küçücük kitapçıları unutmam da, koca koca zincir kitapçılara değişmem de mümkün değil. Bu yerler kitabın sadece satılarak el değiştirdiği ticarethaneler değil, aynı zamanda konuşularak, tartışılarak değerlendirildiği kültür mahfelleriydi çünkü. İşte, Nostalji de, adına yakışır bir biçimde, aynı semtte 27 yıldır varlığını kitabın, kahvenin, kültür-sanat-edebiyat sohbetlerinin en iyisine ev sahipliği yaparak sürdürüyor. Kitap kokusuna Süha’nın eşi Bengü’nün yaptığı keklerin, kurabiyelerin tazeliği ve kahve buğuları karışıyor.

SERAY ŞAHİNER

Seray Şahiner

Ortaokuldayken, Aznavur Pasajı’nın alt katında bir kitapçı vardı: Komikçi Dükkanı. Bize hiç tavsiye edilmemiş kitaplar satıyor; girişindeki tezgâhta sergilenen kitap kapaklarında, Charles Bukowski elinde şarabıyla oturduğu banktan bize bakıyor… Yeraltı edebiyatı ile o kitabevinde tanıştım. Haftanın iki üç günü gider, sahibiyle kitaplar üzerine konuşur, tavsiyeler alırdım. Kendimi ve yazıdaki dünyamı aradığım dönemin başları… Sahibi de ortaokul forması ile gelmiş bu kızı ciddiye alır, uzun uzun sohbet ederdi. Ve o ufak dükkân benim için yeni ufuklar açtı. Aradan yıllar geçip ilk kitabım Gelin Başı çıktığında gazetede Metin Celal’in kitabım üzerine yazdığını görüp çok sevindim. Sonra fotoğrafına baktım, Metin Celal meğer benim ortaokulda gittiğim bağımsız kitapçının sahibi abiymiş. Okur olarak yetişmesinde katkıda bulunduğu kız olduğumdan habersiz, kitabım üzerine yazmış…

Üniversiteye giderken, Semerkant Kitabevi ve sahibi Kemal Koçak ile tanıştım. Semerkant, kitap ayracı olarak muhabbet ikram eden bir kitapçı. 10 küsür yıl geçti. Hâlâ sık sık Kemal’e gidip çay eşliğinde kitap tavsiyesi almazsam içim rahat etmez. Zira Kemal, sadece kitapçı değil bir nevi edebiyat dergisidir. Hafızası ve öngörüsü çok kuvvetlidir. Onunla konuşurken, belki sayfalarca sürecek bir edebiyat dosyasını muhabbetle dinlemiş olursunuz. Sonra Antep’ten Donkişot Kitabevi ve kurucusu Veysel Kaygusuz ile tanıştım. Daha doğrusu, önce şu bilgi geldi, Antabus Antep’te çok satıyor… O kadar ki bir ara Antabus’un adını Antepus olarak değiştirsek mi diye espri yapıyorduk aramızda. Meğer Antep’te Donkişot Kitabevi’nde Veysel Kaygusuz neredeyse her gelene Antabus’u tavsiye ediyormuş. Sonrasında arkadaş olduk. Kitabevinde “Çok satmasını istediklerimiz” rafı olan bir kitapçı… Ve Tarsus, Antik Sahaf Kitabevi ile kurucusu İsmail Kün… 20 küsür yılı devirmiş, bulunduğu yerde okur yaratmış bir kitapçı. İsmail imzaya giden yazarları önce Tarsus’taki şelaleye götürür. Oysa gerek yok. İsmail’in birine sevdiği bir kitabı tavsiye ederkenki gözlerine bakınca o şelalenin coşkusunu görebiliyorsunuz zaten… Meramım şudur, bahsettiğim kitabevleri ve buraya sığdıramadığım, inatla emekle bağımsız kitapçılığı sürdürenler; en arka sıradaki öğrenciyi fark edip ona bir kitap tavsiye eden Türkçe öğretmenleri gibi, sevdiği birine kitap hediye ederek dünyayı kendi ve başkaları için muhabbet edilecek daha çok insan barındıran bir yere dönüştüren insanlar. İyi ki varlar.

ALGAN SEZGİNTÜREDİ

Algan Sezgintüredi

Bağımsızlık, bizimki dâhil pek çok ülkenin uğrunda kan döktüğü, canlar verdiği bir kavram ve anlamı düşünüldüğünde kitapçıyla birleşmesinden doğan şeyin, işin (işin derken kitap dünyasını kastediyorum) içindeki en sıradan okurdan en allame cihan edebiyatçıya kadar herkesin gözünde, her şey bir yana, en azından hayran olunacak bir şey olduğu açık bence. Çünkü gerçek okuryazar dünyası, bugün dünyanın aşağı yukarı her yerinde görülen kurumsal yapılarda sergilenenden çok daha küçük ve çok daha kıymetlidir. Çünkü bugünün dünyasında (ve anlayabildiğim kadarıyla eskinden de öyleymiş) ister okur, ister yazar veya başka türde emek verenler olsun edebiyatla uğraşmak, her türlü açılımıyla Don Kişot’luktur ve kitaba “mal” gözüyle bakanlar, hem piyasanın hem de edebiyatın doğası yüzünden vakit geldiğinde elenip gidecekler. Geriye bağımsızlar kalacak çünkü ve çünkü bu iş, neresinden tutarsan tut, gönül işidir.

MURAT UYURKULAK

Murat Uyurkulak

Bağımsız kitapçıların büyük çoğunluğu aynı zamanda iyi okurlar. O yüzden mekânlarına gelen okurlarla farklı ve özel bir ilişki kuruyorlar. Bu, mesaisi yazmak olan insanlar için çok önemli. Okurla aramızda hakiki bir ilişkiyi onlar kurmuş oluyor. Bağımsız kitağçı deyince…Tabii sevgili İsmail Kün’ün Tarsus’taki Antik Sahaf’ı. Ve çoktan kapanmış olsa da, rahmetli Bilal Çakırcalı’nın İzmir Bornova’daki Prospero Kitabevi…

MEHMET SAİD AYDIN

Mehmet Said Aydın

Bağımsız kitapçı benim için iki anlama geliyor: Kitap kiralama ve telefon numarası kodlama. Kızıltepe, yetmişlerin sonunda –bile– içinde Cumhuriyet Kitap Kulübü olan bir memleket. Doksanların sonuna doğru Diyarbakır’daki kültür sanat hareketlenmelerinin etkisiyle de olsa gerek, çok büyük bir bağımsız kitapçı açıldı, “Kelepir” adıyla. Bir pasajın alt katında önce bir dükkân, sonra çok daha büyük bir kompleks haline geldi bu kitapçı. Sahibi, anadil hassasiyeti gelişkin biriydi. Mehmed Uzun’ların henüz yayımlanabildiği zamanlardı. Kürtçe yayıncılık için de verimli bir dönemdi. Öğrencilere kitap kiralanıyordu çok cüzi bir meblağ karşılığında. Ama bir şartla: Telefon numaranızı anadilinizde kodlamak zorundaydınız. Birçok genç için telefon numarasının anadilde telaffuz edilmesinin tahayyül bulutunda olmadığı ortaya çıkmıştı. Kimi zaman çok eğlenceli kasa önü kodlama anları yaşanırdı. İlk aldığım kitap, sanırım Cem baskılı Hasretinden Prangalar Eskittim’di. Şimdi çok hayıflanıyorum o baskıyı kaybettiğim için. Gendaş’ın E dergisini çıkardığı, Mehmed Uzun, Vedat Türkali, Metin Kaçan bastığı zamanlardı. Dergilerin de etkisiyle, o kitapları almaya devam etmiştim. İletişim’de Pamuk, Can’da Altan vardı. Onları da çok merakla okumuştuk kuşak olarak.

O pasajın alt katına inerken, yaz günlerinde sahanlık hep çok serin olurdu. Bağımsız kitapçı deyince, o müthiş serinliği hatırlıyorum hep. Ve içeriye girip, küçük kürsülerden birinin üstüne tüneyerek, o sıra merak ettiğim bir kitabı karıştırmayı. Ve tabii ki ısmarlanan çayları.

FERHAT ULUDERE

Ferhat Uludere

“Kitapçı” dendiğinde; rafları kitaplarla, ama sadece kitaplarla dolu yoksul bir pasajın en kuytu köşesinde büyük hayal kırıklıkları üzerine açılmış yorgun bir dükkân gelir aklıma. İçerisi biraz sigara dumanı, biraz da çay buharı ile gölgelenmiştir. Kimsenin yolunun düşmediği sadece bilenlerin geldiği, kitap almanın bile saatler sürdüğü, sohbetlerin sohbetlere eklendiği, edebiyatın, sinemanın, tiyatronun konuşulduğu yerler geliyor aklıma “kitapçı” dendiğinde.

Çünkü bunları yaşadım ben. Okumaya başladığımda, özellikle yaşadığım yerlerde kitapçılar vardı. Oturup çay içerek edebiyat konuştuğumuz… Yıllarca o kitapçılardan aldım kitaplarımı. Bizler sabırlı insanlardık, bir kitabın siparişini verip onu beklemeyi bilirdik. O gelene kadar başka kitaplarla oyalanır, asıl kitabın keyfini de sona saklardık.

Eskiden kitapçıya güvenirdik. Aradığımız kitap yoksa onun önerisiyle bambaşka yazarlar keşfederdik. Kitapçıya girip “kitaplar çok pahalı” diye dertlenir, kitapçı da derdimize ortak olurdu. Çünkü ne biz müşteri ne de o esnaf… Neticede ikimiz de okurduk, eskiden okurun halinden sadece okur anlardı… Bağımsız kitapçı bulunduğu mahallenin edebi keyfini belirlerdi, kimseye kitap satmaz, okurlar gelip ondan kitap alırdı.

Kışları okur yazları kitapçı olurdum ben… Her gece günün yevmiyesiyle aldığım ucuz şarabın sarhoşluğunda edebiyat konuşurduk sokak aralarında.

ŞENİZ BAŞ

Şeniz Baş

Bağımsız kitapçı benim için ticari kaygısı ön planda olmadan, bir sermaye grubuyla ilişkisi olmayan ve  kültürel bir hizmet verdiğinin farkında olan kültür emekçisi demek. Aynı zamanda sohbet demek, bir bardak çay içerken sayfaları karıştırmak demek, bilmediğin yazarlara, kitaplara, raflara yolculuk etmeni sağlayan rehber demek. İlk anım ise çok eskilere  dayanıyor. Babam, annem okuyan, okumaya yönlendiren insanlardı. Ayda bir babamla günümüz olurdu. Babam beni ve kardeşimi alır, o cumartesi günü bizi sırasıyla bir kitabevine, eskiden istanbul Bahçelievler’deki Ünverdi sinemasında bir filme, sonra da karşısındaki pastaneye götürürdü.  Aksaray’da yanyana küçük kitabevi/kırtasiye yerler vardı. İçeri girince raflar dolusu kitaplardan çılgına dönerdik. Babam çayını alıp bir sandalyeye oturur kitapçıyla sohbet ederdi.  Beni de  bırakırdı istediğimi alayım diye. O kitabevlerinden birinin sahibi orta yaşı geçmiş birisiydi. Her seferinde yanıma gelir, raftaki kitapları anlatır, okumadığım ne kalmış diye rafları didik didik ederdi. Altın Kitapların ciltli serisinin hepsini oradan almışımdır herhalde. O günlerden birinde elime bir kitap tutuşturdu, “Bunu oku. Sevmezsen geri getir, seversen gel bir kitabını daha al,” dedi. O kitabın yazarı şimdilerde yazarlık serüvenime de eşlik ediyor;  “80 Günde Devrialem-Jules Verne”. O güzel cumartesiler için hem babama hem o kitapçıya çok teşekkür ediyorum.

Şimdilerde ise iyi seçkiler bulup, gündemin tozu dumanı içinde dağılmamak ve farklı bir öneriyi yakalamak için gidiyorum bağımsız kitapçılara. Bu vesileyle bir de Pınar’la olan anımızı anlatayım.  Suat Derviş üzerine okumalar yaptığımız bir dönemdi. İstanbul’da kitaplarının yanyana durduğu bir kitabevi bulamadık, internetten toparlamaya çalışıyoruz. Bir kısa tatil için Bozcada’ya gittik. Orada her yaz açılan bir çadır kitabevi var. Çok övdüler, içeri girdik. Bu kadar değerli bir seçkiyi inan az yerde görürsün. Külliyatlar değil sadece, o yazar hakkında ne çıkmışsa o da yanında.  Neye bakacağımızı şaşırmış halde dolaşırken rafta tüm Suat Derviş külliyatını rafta gördük. Sadece onları almakla kalmadık, o da bu da şu da derken torbalar dolusu kitapla İstanbul’a döndük.

Hep yazdığım ve dediğim gibi yaşasın bağımsız, özgür edebiyat! 🙂

KORAY SARIDOĞAN

Koray Sarıdoğan

İmkânların sınırlı olduğu küçük bir kasabada büyüdüğüm için herhangi bir tür “kitapçı”yla tanışmam epey geç oldu. Süregelen okuma maceram, birlikte büyüdüğümüz dayımın bir yerlerden getirdiği kitapların ilkinin bir uzantısı… Ancak üniversitede ve daha sonra İstanbul’da bağımsız kitapçıları tanıdım. Önünde sonunda amaçları, hayatlarını kitap satarak kazanmaktı elbet ama büyük sermayelerle kurulmuş zincir mağazalarda olduğu gibi beni ve diğer okurları, raflar arasındaki bilinçsiz bir bakınma halindeki kaderimize terk etmediler. Ben zihnimdeki puslu okuma haritasında bulduğum bir ipucunu söylediğimde, haritanın kalan kısmını aydınlatıyordu bu kitapçılar. Tesadüfen öğrendiğim bir yazardan beni yakalayıp adını hiç duymadığım bir başkasına taşıyorlardı. Çünkü kitabı satmak, benden para kazanmak, bir tür ürün stoğunu eritmek öncelikli amacı değildi hiçbirinin. Bugün onların azaldığından hayıflanıyor olabiliriz ama onlar pasajlarda, küçük köşelerinde, işhanlarının alt katlarında; kitabın kendisine gelmesini bekleyen değil bir gizemin peşinde koşar gibi onun peşinde koşan okuru, tıpkı kendileri gibi bağımsız olabilmiş, yani reklam panolarında, dijital ekranlarda kendilerine sunulan piyasa edebiyatını zincirlerinden azade olmuş okurları bekliyorlar. Tanışmak isteyenler için ikisinin adını vereyim: Kuzguncuk Sahaf ve bugün sadece kitap satan değil, hızına yetişilmez bir biçimde kitap üreten, Türkiye’deki bağımsız (indie) yayıncılığın nazarımda şövalyelerinden Şenol Erdoğan’ın başında olduğu Sub Press’i mutlaka ziyaret edin.

CAN KANTARCI

Can Kantarcı

2000’ler başı bir şubat, nispeten daha boş zamanlar, Beşiktaş sahilde kaymakamlık yanında içilen onlarca çaydan sonra sarı dolmuş Taksim, trafikten fenalık geleceğini tahmin edip Gümüşsuyu biteyazarken iniş. Hava yağmurlu, soğuk. Sağa sola film afişlerine baka baka ne ara Galatasaray’a vardığını anlamayış. Hedef belli ama. Bu sefer çıktı sanki. Çıkmış olmalı. Defalarca başka kitaplar için gidilen ve gidilecek olan o yere bu sefer bir şekilde, ucundan bucağından da olsa, kendi kitabın için gidiş.

Robinson Crusoe her zamanki gibi sıcak ve sessiz. Çalışanlar her zamanki gibi size her sorduğunuz kitap hakkında sabırla bilgi verecek kadar yardımsever, ilgili. Ben de bu sefer kitabı soruyorum ama çekindiğimden, kendi çevirim, hatta ilk çevirim olduğunu söylemeden. Ayrıntı Yayınları, Yeraltı Edebiyatı’ndan çıkacaktı diyorum, “İsis” diye bir kitap. Yine biraz umutsuzum; dağıtıma çıkacağını söylemişlerdi ama acaba geldi mi, yoksa yine kös kös eve mi döneceğim diye düşüncelere dalmışken, o yıllarda Robinson’da çalışan hanımefendi elinde bir kitapla çıka, daha doğrusu üst kattan inegeliyor. Ve kitabevinin alametifarikası olan o kahverengi kesekâğıdı poşetine bundan 17 yıl önce yaptığım ilk çevirimi koyuveriyor.

NURHAN IŞKIN

Nurhan Işkın

Bağımsız Kitapçılar bana kitapların can bulduğu, onlara dokunduğumda yazarı ile buluştuğum hissini yaşatırken, kitap kokusunun beynimin hücrelerine doluşup dünyada başka hiçbir şeyden alınmayacak duyguların ruhumla buluşmasını sağlıyorlar…

Yurtdışında büyüdüğüm için “Bağımsız Kitapçı”daki tezgâhtarın, Alfred Hitchcock’un üç çocuk dedektifin yer aldığı seriyi önermesi ile bu tarz kitaplara olan merakımı o yaşlarda oluşmasına sebep olmuştu. İlk öneri ise “Kibritçi Kız” hikâyesiydi ve bu öykü, yaşadığım sürece en sevdiğim öykü olarak kalmaya devam edecek…

Bağımsız Kitapçılar gelişen teknoloji karşısında zorlukla ayakta durma çabası gösterseler de okurların kitaplar ile bire bir muhatap olmasına, fikir ve tavsiye almalarına hâlâ vakıflar. Biz okurlar ise onları yaşatmak için ziyaret etmeye devam etmeliyiz. Zira internet siteleri veya büyük mağaza zincirleri arasında kaybolup gidecekler. Bağımsız Kitapçılar, kitaplar hakkında sohbet edilebilecek, biz okurlar ile kitaplar arasında fikir alışverişi ile yıkılmaz köprüler kuracak sağlam temeller ve yıkılmayan dostluklara zemin hazırlayan en özel yerler olarak kalmalıdırlar…

DORUK ATEŞ

Doruk Ateş

Bi’nevi turnusoldür. Yazarları, şairleri ve hatta insanları tanıyabilmenin en iyi yollarından biridir. Ama daha önemli bir işlevi vardır bağımsız kitapçının, bir şehri şehir, bir semti semt yapan en önemli unsurdur.  Bağımsız Kitapçısı olmayan bir şehirde kaçacak yeri olmaz insanın. Rafların arasında dolaşmanın, kitapların üzerinde gezinen parmakların verdiği hazzı, şehirde başka hiçbir şey vermez, veremez. Hayatın acelesinden, teknolojinin ve iletişimin hızından kaçabilmenin tek yoludur.

Adil Han’daki sahaflardan birinde, çok eski bir adet olduğundan olacak, unutmuşum. Eskiden vardı böyle şeyler, kitapçı veya çalışanı okura kitap tavsiye ederdi. İşte, oradaki bir kitapçı tutuşturdu elime, ilk polisiye romanı. Para da almamıştı, sağ olsun. Neye sebebiyet verdiğini bilir mi, hatırlar mı, sanmıyorum. Ben hatırlıyorum ama Dashiell Hammett, Türk Sokağı’ndaki Ev, ilk okuduğum polisiye roman. Bitirdiğimde “ben de yazabilir miyim” diye sorduran kitap.

Yıllar geçti, kaç şehri arkamda bıraktım bilmiyorum, kaç semti özlüyorum belli değil. Şunu biliyor, şunu söylüyorum, her kitapçıya girdiğimde (oyuncaktan tut yapboza, stres çarkından bebe balonlarına envai şey satıp adını kitapçı koyanlardan bahsetmiyorum) farklı binlerce şehre bilet bakıyor, istediğime uçuyorum. Artık pek tavsiye veren yok, olmasın, canları sağ olsun. En azından hâlâ “bunlar gitti, sen de git” diye kapağı albenili içi dandik biletleri gözümüze sokmuyorlar.  Tüm şehirler kendi türünde dizili duruyor, bu bile beni memnun etmeye yetiyor.

CENK ÇALIŞIR

Cenk Çalışır

Bağımsız Kitapçı, oda spreyi değil kitap kokan dükkandır benim için. Ortaokul, lise yıllarımda alışveriş yaptığım, bana okuma sevgisi kazandıran ya da içimdeki bu sevgiyi sulayan dükkan olarak duruyor hafızamda.

Büyüdüğüm kasabada birkaç tane kitabevi vardı. Müşterilerinin hemen hepsini ismen tanır, okuma zevklerini bilir ve yönlendirirlerdi. Bırakın içeri girmeyi, kapının önünden geçerken seslenir, “Cenk gel bak oğlum seveceğin kitaplar geldi” diye seslenirlerdi. Onların önerileri ile tanıştığım çok yazar olmuştur. Ruth Rendell, Sidney Sheldon, Frederick Forsyth  ilk aklıma geliverenler. Önerdikleri kitabı nasıl bulduğumu sorar, uzun uzun kitaplar hakkında konuşurduk.

Gelişim kütüphaneleri gibi çalışan, başka şubesi olmayan, kitap aşığı adamların işlettiği dükkanlardı. Bugünün para-kitap, kitap-para ilişkisinin dışında, o günleri anımsayınca o kitabevleri, ruhu olan bir mabed gibiydi diyorum. Günümüz koşullarında belki kıyıda köşede birkaç tane böyle adamlar ve işlettiği dükkanlar kalmıştır.

HALİL BABİLLİ

Halil Babilli

Tevellütten olacak, kitapçılarla ilk tanıştığım yıllarda bağımsız olmayan bir kitapçıya gitme gibi bir şansım yoktu. O zamanlar hemen her kitapçı bağımsızdı. Kendimi tam olarak bilmediğim ve gözü açılmamış sığırcık yavrusu olduğum ilkokul günlerinde, okulun bittiği hafta hiç sektirmeden icra ettiğimiz bir adetimiz vardı. Peder bey, beni alır ve o zamana göre hatırı sayılır bir miktarda parayla Sahaflar Çarşısı’na giderdik. Orada her kitapçı aynı zamanda işini iyi bilen ve severek yapan birer esnaftı. Mahdum kitapların arasında kaybolurken, peder ahbabı dükkan sahipleri ile sohbet ederdi. Gün bitiminde ise eve birkaç torba kitap ile geri dönerdik.

Bunun yanında, yine arada bir uğradığımız Bakırköy’deki Beyaz Adam Kitabevi’ni ve orada tanıdığım Hırant Amca’yı unutamam. Dünya iyisi bir insandı. Kitapta indirdim yapar ve devamlı koştururdu.

Aklı tam baliğ olduktan sonra gediklisi olduğum ilk bağımsız kitapçısının ismini ise bilmiyorum, çünkü isimsizdi. Yine Bakırköy’de, büyük kilisenin arkasındaki sokakta tabelasız ve epey uygun fiyatlara bulmanın çok da kolay olmadığı kitapları satan bir dükkandı. Kasada sessiz, sakin, devamlı kitap okuyan ve müşterisine hep gülümseyen bir hanımefendi dururdu. Dükkanın sahiplerindendi. Oradan aldığım ilk kitabın William Blake’in Cennet ile Cehennem’in Evliliği olduğunu hatırıyorum. Gel zaman git zaman, ben o dükkana her hafta uğrar oldum. Öyle ki, bana veresiye kitap vermeye başladılar. Sonra ben taşındım, kitabevi de kapandı.

Bağımsız kitapçılar ölüm kalım savaşını sadece Türkiye’de vermiyor. Dünyanın birçok yerinde, gittiğim ve sevdiğim bağımsız kitapçılar maalesef teker teker kapanıyor. Amsterdam da bu dertten mustarip, New York da öyle, Londra da, Paris de, İstanbul da.

Bağımsız kitapçıları ayakta tutabilecek temel gücün okuyucuların ta kendisi olduğunu düşünüyorum. Okuyuculardan teveccüh göremeyen kitapçıların, hele ki 2019 şartlarında hayatta kalabilmesi çok zor. Okurların, zaten kısıtlı bütçelerinden biraz daha fedakarlık ederek, bağımsız kitapçıları desteklemelerini istemek haddini aşmak olarak görülebilir. Fakat güzel bir rengi yaşatmanın her zaman bir bedeli vardır. Bu işler biraz imece, biraz dayanışma biraz da aidiyet üzerinden yürüyor. Belki meselenin püf noktası, okurun kendini nasıl bağımsız kitapçılarla özdeşleştirebileceğini keşfetmekte. Devamı sonradan gelir kanısındayım.

TAMER SAĞCAN

Tamer Sağcan

Bağımsız kitapçılar benim için çocukluğum ve gençliğim anlamına geliyor. Özellikle sahaflarda sessiz bir sohbetin sürüp gittiği hayaline kapılıyor insan. Bağımsız kitapçılar, henüz büyük kitap satış zinciri markalarının olmadığı, internet satışının piyasaya hâkim olmadığı, kapıdan içeriye girdiğinizde elinizdeki kitabı alıp, onun hakkında iki çift laf edemeden kasaya kadar gitmek durumunda olmadığınız bir tecrübeler kümesini anlatıyor bana. Harçlıklarımla ilk kitabımı aldığım bağımsız kitapçının ismini hatırlayamıyorum. Ancak ilk satın aldığım kitabım gayet net aklımda. On iki-on üç yaşlarımdaydım. Bir arkadaşımın okumam için verdiği Süper Bilgisayar adlı kitabı çok beğenerek, okuduğum kitabın da içinde yer aldığı R.A. Montgomery’nin Macera Tüneli serisinin diğer kitaplarını satın almak için Kızılay’da Şehit Adem Yavuz sokağın çıkışına yakın bir yerde, o zaman oturduğumuz evimize de yakın olan ufak bir kitapçıdan yapmıştım ilk kitap alışverişimi. Civarımda bu kitapları yakınlarda başka bir kitapçıda bulmak mümkün değildi. Zaman içerisinde bazen bir, bazen iki tane alarak bütün seriyi tamamladığım bu kitapçıdan ilk satın aldığım kitabın Uzay Kartalı olduğunu hatırlıyorum. Maalesef şu an orada değil bu kitapçı. Lise yıllarımda ise “Edebi Metinler” dersimize giren, kendi yazdığı hece ölçüsüne uygun şiirleriyle bizleri neşelendiren öğretmenimiz Fırat Bey’in o tarihte yeni açtığı kitapçının, boş raflarına, gelen kitapları dizmek için yardıma gidişimi de hatırlıyorum. Üst üste yığılmış kitap keşmekeşinin ortasında, kitapları toparlamasına yardım etmek için dört arkadaşımla koşturup durmuş, eski kitap kokusundan bir çeşit sarhoşluğa kapılmıştım. Belki o sarhoşlukla, kendisine yardım edişimizin karşılığında bir kitap aşırmış da olabilirim; ama pek tabii hatırlamıyorum. O günleri özlüyorum çünkü buradaki teşrik-i mesainin ardından uzun bir dönem kısa alışverişler dışında kitapçılara gidebilmem pek mümkün olmadı. “Fırat Kitabevi Sahaf” hâlen Kızılay’da pek çok sahafa ev sahipliği yapan Aksoy Çarşısı’nda çalışmaya devam ediyor; ama ne yazık ki gündelik yaşamın telaşesi, yoğun iş hayatı ve üzerine eklediğim yazma mesaisinden dolayı iki üç defa hariç, ziyaret etmeye fırsatım olmadı. Belki de uzun zaman sonra bir ziyaretin zamanı gelmiştir.

MURAT S. DURAL

Murat S. Dural

Zincir mağaza, yayınevi dağıtımcı üçgeninden sıyrılıp tamamen kitap sevdası ile yapılabilecek riskli, zorlu bir aşk, iş olduğunu düşünüyorum. Özellikle büyükşehirlerde. AVM’siz, zincir mağazasız küçük şehirler için ise gerekli, yapılabilirliği, her şeyden önemlisi sürdürülebilirliği daha olası bir girişim. Ne yazık ki bunu bana sorduğunuzda aklıma, edebiyat ailesinin dışındayken hep zincir mağaza aramam, alışveriş yapmam, özellikle doğum günümde sadece oralardan alınmış hediye kartı istemem geliyor. Artık yakınlarından dahi geçmiyorum. Kitap ile uğraşmanın, dağıtmanın, okura ulaştırmanın her zaman bir kültür mücadelesi, kültür üretimi, gönülden yapılması gereken bir iş olduğunu düşündüm. Ancak geldiğim noktada, edebiyat ailesinin içine girince zincir mağazalardan alışveriş yapmayı tamamen bıraktım. İnternet satış noktalarını tercih ediyorum. Ama yakınımda lokal, istediğim kitapları sağlayabilecek bağımsız bir kitapçı olsaydı -buraya dikkat; isterse raf fiyatından versin, hayatta kalması için- muhakkak orayı tercih ederdim. Doğru dükkan, kitaba sevdalı, okura ve yazara saygılı insan ile karşılaşırsam kitapları oradan almak bana okuma mutluluğundan daha fazlasını vaat ediyor.

Okuma yetim annemin bana verdiği eski bir eserle başladı. Jules Verne’den “Denizler Atında 20.000 Fersah”. Kitapçı kavramının çok yaygın olmadığı dönemlerdi. Açıkçası benim için okumak üniversite dönemim ile gelişti, çeşitlendi. O yaşıma kadar içimde büyüdüğünü bilmediğim okuma açlığı dışıma vurdu. İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne giderken vapur için başka, tramvay için başka, evde okunacak başka kitabım vardı. Bu anlamda ilk deneyimimin öğrenciliğin de verdiği kısıtlı bütçe sebebi ile Sahaf-Kitapevi tarzındaki yerlere kaydığını, uygun fiyata çok güzel çevrilmiş eski kitaplara yöneldiğini söyleyebilirim. Arkeoloji ya da onu destekleyecek Türkçe yayın çok azdı. Oysa eski baskıları olan çok kıymetli (Varlık Yayınları, Vakıflar ya da Milli Eğitim-Maarif Matbaası) kitaplar mevcuttu. İlk deneyimimi Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’nde her ders çıkışı özellikle dolaştığım kitapçı-sahaflardan birinde yaşadım.

Bugüne kadar fikrine, okumalarına güvendiğim dostlarım hariç bir kitapçıdan öneri almadım ya da buna ihtiyacım olmadı. Bu aralar yayıncı olmaları bir yana dostlarım olan insanlardan çizgi roman tavsiyesi alıyorum. Editör, çevirmen, yazar dostlardan aldığım kitap önerileri tat veriyor. Önceden de belirttiğim gibi okuduğum ilk kitap annemin tercihiydi. Sanırım benim alıp okuduğum ilk kitap hatırlayabildiğim kadarıyla 1942 Maarif Matbaası basımı, Eflatun’un “Minos” kitabı olabilir. Arkeoloji okuduğum için inanılmaz ucuza antik metin toparlamaya çalıştığım bir dönemdi. Son olarak beni üzen bir konuya değinmeliyim, “Sahaf Festivali”nin yapıldığı bir dönemde olduğumuz için şunu açıkça belirtmeliyim ki eskiden sahaf kültürü nice güzel kitaba ucuza ulaşılabilen bir yapıya sahipti. Şimdi ise istenen rakamlar neredeyse normal bir kitabın en az 2-3 katı. Bu sadece okur için değil, bağımsız kitapçı-sahaf olmak isteyen insanlar içinde büyük sıkıntı, okur kaybı yaratabilecek bir konudur. Fahiş fiyat uygulaması sahaf kültürü değil antikacı mantığıdır.

GÜN ÇAĞ AYDIN

Gün Çağ Aydın

Bağımsız kitapçı denildiğinde aklıma ilk gelen üniversite yıllarımda cebimdeki son parayla gidip sokak arasındaki bir kitapçıdan kitap satın almak geliyor. Bahsettiğim yıllarda zincir kitapçılar ya yoktu ya da yok denecek kadar azdı. O zamanlar okumaya hevesliyiz tabi… Hem dünyamızı ve memleketimizi yorumlamaya çalışıyoruz hem de değiştirmeye çalışıyoruz. Tam da bu noktada kendimize referanslar yaratmaya ve deneyimlerden faydalanmaya ihtiyacımız var. Bağımsız kitapçıların önemi tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Gidiyorsun kitapçıya sana romanla başlamanı tavsiye ediyor ve ilgini çekecek olan kitabı önüne koyuyor. Bitir gel sana teorik bir kitap vereceğim, bak göreceksin birbirini tamamlayacak diyor. Sen de bitirip gidiyorsun ve görüyorsun ki hakikatten de öyle oluyor.

Üniversiteye gitmeden önce lise yıllarımda ilk gittiğim kitapçı Dost Kitabevi’ydi. Sanırım Ankara’da yaşayan kitapseverlerin ilk gittiği yerdir. İlk aldığım kitabı şimdi hatırlayamıyorum tabi. Hepimizin bildiği klasikler evimizde zaten vardı. Arkadaş ortamlarında anlatılan, büyüklerimizden dinlediğimiz şeyleri kitabından okuyup öğrenmenin vakti gelmişti. Ben de bu eksende kitaplar aldığımı hatırlıyorum.

Günümüze geldiğimizde ise mevcut piyasa koşullarında bağımsız kitapçıların ayakta kalmasının çok zor olduğunu düşünüyorum. Piyasa tamamen tekellerin elinde. Hem dağıtımcı hem de satıcı olan firmalarla rekabet edebilmek neredeyse mümkün değil. Şu zorlu koşullarda gerçekten kitaptan anlayan, doğru kitabı doğru kişiye uğraştırmaya hevesli olanları yani bağımsız kitapçıları desteklemekte fayda var. Diyorum ki; kitaplarımızı gidelim mahallemizdeki kitapçıdan satın alalım. Böylelikle sadece kitap almış olmayacağız. Yeni dostluklar kuracağız ve güzel şeyler konuşacağız.

IŞIN BERİL TETİK

Işın Beril Tetik

On bir yaşına kadar kitaplarımı hep babam ya da annem almıştır. İlk kitabımı 1982 yılında çizgi roman aldığım bir sahaftan satın aldım. Bana en yakın kitap mekânı olduğu için daracık dükkânın resmen müptelası olmuştum. Stephen King’in Kujo adlı kitabı ile birlikte o sahaftan pek çok korku cep kitapları aldığımı da hatırlıyorum. O zamanlar çoğu semtte kitabevinden çok sahaf bulunurdu. Bu küçük dükkanların içlerinde ne hazineler barındırdığı ise ayrı konu. Daha sonra Stephen King tutkum yüzünden Kızıltoprak’ta şimdi adını hatırlayamadığım bir kitabevinin kapısını aşındırmaya başladım. Sonralarıysa Şaşkınbakkal’da ve Kadıköy’de şubeleri bulunan Nezih Kitabevi’ni keşfettim. 1990’lı yılların sonuna doğru gitmeyi alışkanlık haline getirdiğim yerler arasına Remzi Kitabevi’ni ekledim. Bu arada o yıllarda kitap aldığım ve adlarını hatırlayamadığım pek çok tek şubeli kitapevi de vardı. Ama zamanla bunlar kaybolup gitti ne yazık ki. Kitabevleri zaman içinde çok değişti, çoğu yer olarak alışveriş merkezlerini tercih ederken, içeri girdiğinizde burnunuza çarpan o kitap kokusu da kayboldu. Halbuki herhangi bir semtte, cadde üzerinde, yoldan geçenlerin mutlaka uğrayacağı dükkanların ayrı bir büyüsü vardı. Bugün bile sahaf sevdam bir yana, kitap almak için internetten alışveriş yapmıyorsam, spontane seçimler için alışveriş merkezlerindense, sokak arası, cadde üzeri küçük kitabevlerini tercih ediyorum. Bana daha sıcak, daha rahatlatıcı geliyor. Kitabı bir görevliye sorup bilgisayardan yerini öğrenmektense, kendim arayıp bulmayı, seçim yapmayı daha çok seviyorum.

DEMOKAN ATASOY

Demokan Atasoy

Markasını bildiğim değil, adımı bilen kitapçılar hep favorim olmuştur. Zaten kitap alışverişine başladığım günlerde ki 1979-80’li yıllara denk gelir kitapçılar sanırım genelde bağımsızdı. Bankaların filan perakende kitapçılığa bugünlerdeki gibi girişmediği günlerdi. Ankara’da, Tunalı Hilmi Caddesi’nde, tam da pasaj olarak adlandıramayacağım koridor gibi bir aralıkta şimdi adını hatırlayamadığım bir kitapçı/kırtasiye anılarımdaki ilklerdendir. O yıllarda orada bir de Subora vardı ama benim bahsettiğim o değil. Sahibi Mehmet Abi aynı zamanda okul servisimizin şoförlüğünü yaptığı için ailecek sevdiğimiz, güvendiğimiz mekanlardandı. O yıllarda Jules Verne’in kitaplarını okumaya başlamış ve hayran kalmıştım. Mehmet Abi’nin önerisiyle ilk Enid Blyton kitaplarımı ondan almıştım. Afacan Beşler, Gizli Yediler derken Agatha Christie romanlarına geçişim de o sayede olmuştur. Sonrasında Tunus Caddesi’nde hem video kiralama hem de kitapçılığı yaklaşık aynı anda başlatan Dost da bol bol alışveriş yaptığım kitapçılardan biriydi.

GALİP DURSUN

Galip Dursun

Bunu söylemek için genç sayılırım belki ama kendime engel olamıyorum: Biz başka bir çağda doğduk ve büyüdük. Şimdikine göre tuhaf sayılabilecek bir işleyişe sahip, farklı adetleri ve kuralları olan zamanlardı. Yıllar içinde büyük bir dönüşüme şahit olduk, aslında. İlk kitaplarımızı aldığımız yerler, dizili kitapların şimdiki gibi bir raf ömrü olmadığı kırtasiyelerdi, küçük mahalle kırtasiyeleri. Hemen satılmazsa kokacak, başarısız addedilecek eserler satmıyorlardı onlar. O ufak tefek ve her şeyden biraz bulunan, sıkış tıkış dükkanları beğenmeyen kitapevlerinin ilerde kendi zincir kitapevlerini kurup en çok da kırtasiye sattıklarını gördük. Büyürken, akıl ve duygu dünyamızın gelişiminde sokaklarda kurulan kitap tezgahlarında kitap okuyan tezgahtarların tavsiye ettikleri ile serpildik. Ağabeyimin bir ders kitabını aramak için ilk defa kendi başımıza Kadıköy’de dolaşmamızı ve Beyaz Adam kitabevinden ilk defa bir kitap soruşumuzu hatırlıyorum. Kitapla dolu raflar, adı geçen hemen her kitabı bilen kitapkurdu çalışanlar, dikeyde değil de yatayda gelişmiş bir kültür… billboardlarda süslü sözlerle birbiriyle yarışan, “bol makyajlı” başarı hikayeleri ile kendi reklam sıralarını bekleyen yazarların ya da öğlen arası, iş çıkışı uğranılan AVM’lerde kitap değil de eser miktarda kültür dozu satın almak için gezinen okurların olmadığı zamanlar. Nezih’in sırasındaki yer tezgahlarında şaibeli ama ucuz kitaplar satın alınıp okunur; sonra da tavsiye ya da hediye edilirdi. Taksim’de, Sıraselviler’de dolaşırken tezgahları kurcalar, geleceğin müstakbel sahafları abilerimizden, kitabevlerinde karşımıza çıkmayan korku kitapları alır okurduk. Ders kitaplarımızı temiz tutar, ertesi seneye saklar, elden geçirir ve sonra da götürüp Akmar Pasajı’nda “okuturduk”, yerlerine yeni kitaplar almak için. Fuar, AVM ve yüzde yüz banka / holding destekli yayınevlerinin yarattığı dostlar alışverişte görsün modeli bir eko sistemin dışında kitapların okunsun diye basılıyordu. Yayın devleri ve yarı tekellerin, manipülasyonun kitabı cidden okumuş bir tezgahtar tarafından değil satış pazarlama guruları tarafından dayatıldığı bir dönemde bunları anmak kaçınılmaz olarak insanı hüzünlendiriyor. Ama bende bu hissi yaratan şey tek başına bir nostalji ya da kişisel özlem değil. Gönül bağı kurduğumuz tezgahtarları kovup yerine göbekten patrona bağlı soğuk raflar icat ettiler. Hiçbir şeyin küçük olmasına katlanamıyorlar. Küçük, bağımsız, kendi gibi olan her şey Nazi soğukkanlılığıyla ortadan kaldırılıyor. Raftan veya tezgahtan merak ettiği yapıtı aşıran kitap hırsızlarından bandrol dolandırıcılığına boğazına kadar batmış, bol “Kültürlü Yayın” arsızlarına kalmış olmamız üzüntü verici.

FUNDA ÖZLEM ŞERAN

Funda Özlem Şeran

Hatırlayabildiğim ilk bağımsız kitapçı deneyimim yaklaşık 22 sene öncesine dayanıyor. O zamanlar ortaokul öğrencisiydim, hafta sonlarında annemle Kadıköy’e giderdik. Bazen sinemaya, bazen de alışverişe çıktığımız bu geziler mutlaka bir kitapçıda sonlanırdı. Çoğunlukla da Kadıköy İş Merkezi’nin alt katındaki kitabevlerine uğrardık. Oldukça büyük bir alana yayılmış raflarda geniş ve rahat bir biçimde dizilmiş kitapları inceleyerek saatler geçirirdim. Annem sağolsun, istediğim kitapları seçmeme hiç karışmazdı. Bilimkurgu, korku, fantastik kurgu gibi türlerle ve Arthur C. Clarke, Stephen King gibi ustalarla tanışmam burada olmuştur. Muzaffer İzgü, Atilla Atalay, Pınar Kür gibi sevdiğim yazarların yeni kitaplarını da yine buradaki haftalık ziyaretlerden takip ederdim. Hatta Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanı ilk çıktığında bir ana haber bültenine konuk olmuştu, merak ve hevesle hemen o hafta sonu gidip kitabı almıştım. Raflar arasında dolanırken yaşadığım o heyecan ve özgürlük hissini hiç unutmuyorum. Bugün çocuklarla yaptığım söyleşilerde de sık sık ifade ve tavsiye ettiğim bir şey, genç okurların okumak istedikleri kitapları kendilerinin seçmesi. Kitabı ellerinin arasında tutup sayfalarını incelemeleri, arka kapak yazısını okumaları, künye ve yazar özgeçmişi gibi detaylara dikkat etmeleri okuma kültürü açısından çok önemli. Bunu da en rahat yapacakları yer hangi kitabın hangi tür rafında durması gerektiğini bile bilmeyen, yazar isimlerinden bihaber “satıcı”ların olduğu mağazalar değil, işini severek ve bilerek yapan gerçek kitapçıların olduğu bağımsız kitabevleridir.

ESER DEMİRKAN

Eser Demirkan

Ankara’da “okuru”, “ziyaretçisi” olduğum Toplum Kitabevi’nin “müşterileri” değil “müdavimleri” vardı. Edebiyatsever arkadaşlarınızla buluşmaya gider gibi gidilirdi Toplum’a. Zafer Çarşısı’ndaki küçücük yerleri ve daha sonra taşındıkları Bayındır Sokaktaki mekânları, çayı kahvesi eksik olmayan sıcak bir dost evi gibiydi.  Kurucusu Remzi İnanç’la ve Mustafa Başarslan’la bir edebiyat, sanat sohbetine dalmışken, içeriye bir şair, yazar ahbapları gelir, muhabbet koyulaşır daldan dala atlanır, yeni şeyler öğrenilir, yeni kitaplara kapılar açılırdı. Yurtdışından, İstanbul’dan, Anadolu’nun farklı kentlerinden Ankara’ya yolu düşen eski tanıdıkları ziyarete gelir, kitaplarını okuduğunuz bir yazarlarla ilgili anılar anlatılır, yeni kitaplardan konuşulur, bir dergideki yazıdan, sinema yorumlarına, müzikten resme uzun sanat sohbetlerine dalınır, sayfalarca kitap okumuşsunuz gibi bir keyifle dakikalar geçerdi.

Bir Ankara yazısında “Google’ın atası”  olarak andığım Mustafa Abi’ye almak istediğininiz kitabı söylediğinizde, o konuyla ilgili başka kaynaklardan söz eder, o yazarın başka bir kitabına geçer, falan dergideki filan yazıyı görüp görmediğinizi sorar müthiş bir danışmanlık yapardı. Aklınıza takılan bir dizenin hangi şiirde olduğunu bulmak, bir roman kahramanının adını hatırlamak, bir kitabın yayın yılını bulmak gibi soru(n)ları çözmek için internet yoktu ama Mustafa Abi vardı. Toplum bir kitapçı değil, sözcüğün tam anlamıyla bir kitabeviydi.

İLKER KOCAEL

İlker Kocael

Beyoğlu’nda kitapseverlerin yakından bildiği Aslıhan Pasajı vardır. Benim gibi kitap okumayı olduğu kadar daha önce hiç karşılaşmadığı kitapları didik didik etmekten zevk alan birisi için bu pasaj iki katlı saklı bir hazinedir. Ben bu pasaja adımımı ilk attığımda on üç yaşlarımda olmalıyım; henüz nelere ilgi duyduğumu tam olarak keşfetmediğim ve kalite filtresinden pek geçirmeden ne olursa okumaya çalıştığım zamanlar. Her bir dükkanın tezgahına uğrayıp ikinci el kitap tepelerini tek tek elden geçirirdim, pasajın iki katını baştan sona tamamladığımda saatler geçmiş olurdu. Okuma kültürümü uzun zaman boyunca oradan aldığım kitaplarla geliştirmeye çalıştım. Birçok kitap var tabii, ama aklıma gelenlerden birkaçı Jorge Amado’nun Ölü Deniz’i, Heinrich Böll’ün Fotoğrafta Kadın da Vardı romanı ve Haldun Taner’in On İkiye Bir Var öykü kitabı.

ADALET ÇAVDAR

Adalet Çavdar

Bağımsız  kitapçı benim için Ankara demek. Eskiden Ankara’da Konur Sokak’ta Bilim ve Sanat Kitapevi vardı şimdi yerinde ne olduğunu bilmiyorum. Hatırladığım kadarıyla en son cafe olmuştu. Dükkanın ahşap kokusunu ve gıcırdayan zeminini hatırlıyorum. Edebiyat dergilerini alırdım oradan. Kitap almaya genelde param yetmezdi. Sonra sahaf keşfettim. O da Bilim Sanat Kitapevi’nin çaprazındaki Ardıç Kitap-Cafe idi. Bazen kitapları satın alırdım, bazen satın alacak param olmayınca orada oturur okurdum. Zamanla sahibi Erdinç Abi ile arkadaşlık kurmuştum zaten kitapları dilediğim gibi kurcalayabiliyorum. Ve yine şimdinin değil eskinin Olgunlar’ı en çok dolaştığım yerler olurdu kitap satın almak için. Biraz daha sonra yani Ankara’dan ayrılmama yakın senelerde Dost Kitabevi ve İmge Kitapevi sık gittiğim kitapçılar olmuştu. Hiçbir şey almasam bile içlerinde dolaşmayı severdim.  Bütün bunların yanı sıra ben hep okul kütüphanelerini sevdim. Az ama o yaşlarda bulabileceğim her şey orada vardı. İlk aldığım kitabı hatırlamıyorum ama nereden olduğunu söylemeyeceğim ilk çaldığım kitap Tom Robbins’in Parfümün Dansı olmuştu. İstanbul’a geldiğim zaman ise Robinson Cruose 389 en çok gittiğim kitapevi oldu. Çalışanları pek çok insana soğuk ve mesafeli gelse bile ben yıllar içinde her biri ile arkadaş olmayı başardım. Yeni çıkan raflarına bile seçerek koydukları kitaplar okurlarının zihnini geliştirmek için hayli önemli bence. Üstümde bir kitapçı olarak emekleri olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

Nazlı Berivan Ak
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Drakula’nın yazarının masası İstanbul’da

Read Next

yine yakmak varmış mektupların ucunu

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *