Dünyaya bir idare lambası altında gelir. Savaşın ayakları altında ağlamayı öğrenir. Annesi, “dünyada biri olarak düşünemediği” kıymettedir. Âşık olduğu tüm kadınlar annesidir.
“Benim çocuk dünyamdaki annem konuşmazdı. Göllere, kımıltısız, duru göllere benzerdi. Sessiz bakardı ve gülerdi. Soran sorular soran hep ben olurdum. Yanıtlarını o verirdi bütün sorularımın. Ondan en çok duyduğum sözcükse ‘Allah’tı. Ben de ona en çok Allah’ı sorardım: – Anne, Allah bize hiç gelmez mi? – Gelir elbet! – Ama ben onu hiç görmedim. – Onun geldiği zamanlar sen hep uykudaydın. – Bir daha geldiğinde beni uyandır, olur mu? İncecik ellerini başıma kor, ‘Olur’ derdi. Onu işte böyle hep soru yağmuruna tutardım ve hiç kızmazdı.” (İlhan Berk, Uzun Bir Adam)
Dünyaya bir idare lambası altında gelir. Savaşın ayakları altında ağlamayı öğrenir. Annesi, “dünyada biri olarak düşünemediği” kıymettedir. Âşık olduğu tüm kadınlar annesidir. Ece Ayhan ve Arif Damar gibi anne imgesine kayıtlıdır. Ece’nin annesi Güzel Ayşe ile ilişkisini şöyle yazar: “Arkasında İstanbul cezaevinde kalma dimi bir yelek, ayağında poturlar ve yanından hiç eksik etmediği annesi. ‘Valde Atik’de Eski Şâir Çıkmazı’nda oturur/ Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür.’” Bu cümle annesiyle kendi ilişkisini de açıklar gibidir. A. Damar’ın “Annemin durgun yaprağıyım ben” dizesinin “inferno” da zuhur etmesi rastlantı değildir. Annesinin çocuğudur ama imgelerini belirleyen “deli ablası”dır. O, pencereden bakar gibi bakan deli ablası Huriye üzerinden okunabilir. Tek başına bir odada hapsedilen, her zaman çıplak, suyu-ekmeği pencereden verilen “Ve nedense hep uzaklara bakıyor. Uzaklar varmış gibi” dediği, saçları topuklarına değen deli ablasından devşirir çıplaklığı. Çıplaklık; şiirine ilk buradan girer ve çıkmaz. Ablasının dünyaya deli olarak geldiğini bile düşünür. Yunan orduları Manisa’ya girince, şehir yanarken bırakıp dağa çıktıklarını ablasını unutmaz. Deli ablasının saçlarından tutuşarak kül olduğunu öğrenince dünyası yıkılır: “Yıkıklık bana ondan kalmadır, ya da ben onun ölümüyle yıkıklığı bu yeryüzünde ilk böyle öğrendim. Bugün benim deli ablamda sevdiğim şey nedir diye düşündüğümde, ilk çıplaklığı geliyor usuma; ben onda çıplaklığı, soyunukluğu sevmişim! Çocuk dünyamın yıkılışı dediğim bu çıplaklık olacak.” Berk’in bedenlerinde gezdiği kadınlar, şiirlerindeki, resimlerindeki çıplaklığı kendilerine yorsunlar, bu gerçekte ablasının izdüşümleridir. (“Ve yanında duruyor deli ablası/ (Hep soyunuk dolaşan ve topuklarına çıkan saçları”)
“Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler”, “İnsanoğlu babasızdır” diyen Ece için “baba”, iktidar ve kötülük demektir. Berk ise babasının varlığını ister ama yoktur, imgeye de dönüştüremez. Ukde. Yara. Gizli-açık çok kızsa da “kadınlara bir türlü doyamadı” dediği babasının oğludur. Aile fotoğrafını okuduğu yazısında, “Ya babaları? Yok babaları (o elinden ancak bayramları tuttuğu, o kara, bodur, çiçek bozuğu adam” diye yazar. Neruda’nın, “Oyuncakla oynamayan bir çocuk, çocuk sayılmaz” cümlesinden mülhem, “Çocukluğum olmadı benim” diye babasına inceden sitem eder. Babasından, “utanmak” miras kalır.
“Kadın devrimdir”
“Aşka gelince: Ölümlere gider gibi gittim hep. (Ölümle aşk eşdeğerdir diye mi.) Sağ kalışıma hâlâ şaşarım. Her seferinde de dünyada olduğumu neredeyse yalnız bu yoldan anladım. Yazmak gibi de yalnız aşk sanki ayakta tutar beni. Kimim ben? Diye hep sormuşumdur: Bir ilkel ve bir çocuk. Böylece yazarak ve severek büyüdüm ben. Cennet ve Cehennemi de böyle öğrendim. Aşk yaşamımın nerdeyse anlamı ve de onanması olmuştur hep. Hem bu yeryüzünde bizim olan başka neyimiz vardır ki? Kadın yüce bir varlıktır. Bir devrimdir de. Çok sevdim ben: Sonunda bütün kadınlarda bir tek kadını sevdiğimi de anladım. Onu aradım çünkü hep. (…)” (İlhan Berk)
Sürekli kendine uç’an bu uç çocuğu üç sözcükle özetleyebiliriz; okumak, yazmak ve aşk. O da Sabahattin Ali gibi “aşka âşık”tır, aşksız duramayanlar taifesindendir. Dünyaya “Kapayın kapıları, kadınlar ve şiir kaçmasın!” seslenir gibidir. O, Sait Faik için “Ayağa kalktığında oldukça uzun boyludur” derse, biz de onun için yürürken, kadınlardan ve aşklardan konuşurken oldukça uzun/hüzün boyludur, diyebiliriz. Zaten o da kendini hep uzun boylu görür. Dahası her şeyi “uzun” sözcüğüyle kavrar. Kısa sözcüğünü dışlar, “Uzun”u ozanların sözcüklerine dâhil eder. Bir şehirde, bir toplantıda sıkılma vakti gelir ve mutsuz çocukluğuna kaçar. Kadınlar, hem müjdesi ve kıymeti hem de Aşil topuğudur. Şiirle ve kadınlarla sürekli adı çıkar. Çıkmasa da bir yolunu bulup kendisi çıkarır. Bin çeşit huyundan biridir bu.
Ev hapsi
“Ama ‘ev’ sözcüğü neredeyse içimi kapar. Dahası boğar, dondurur. Yeryüzünde ev sözcüğü gibi ‘mülkiyetçi’ sözcük yok gibi gelir bana. Yalnız sahip olmakla da kalmaz: Mahkûm da eder. Ölümle de eşdeğerlidir. Kurtuluş yoktur evden”
(İlhan Berk)
Ev, mahremidir. Sözcüğün iyilik, güzellik anlamında “Harem”idir. İni’dir. (“İnsanoğlunun ilk yurdu değil midir in”) Ece için yazdığı “… nerden ve nasıl gidileceği belli olmayan, bu yüzden de yanına pek yaklaşılmayan ancak karşıdan görülen…” olmak hali kendisi için de yürürlüktedir. Mesafeli… Nahit Hanım geleneğinin bir adamda tezahürü. Evine gitmek için ıslak imzalı dilekçe gereklidir. Öğleden önce, ağzıyla şiir tutanları bile evine kabul etmez. Evinde yatıya kalmak için ise tuğralı ferman gerekir ki, çok az kişiye nasip olmuştur. Söylemek fazla; kadınlar hep ayrıcalıklıdır. Ece, Berk’e, “Kendi başkentini Bodrum’a taşıdın” diye yazar. O da muhabbeti çoğaltarak Enis Batur’a “Senin de bir kentin olsun” diye önerir… Bodrum, yaşadığı, yaşlandığı, şiirlerine su verdiği, Amazonların okladığı Aşil topuğunu tamir ettiği şehirdir. Burada Bodrumlulara hariç yaşar. Kendini gizler. Şair Tekin Gönenç, gizlenmediği sır katibi az sayıda kişiden biridir. (Oralardaysa elbette Zomguldaklı şair Ertan Mısırlı) Gittiği şehirlerden, insanlarından hikmetli sözler öğrenir. Hayatın bilgeliğinin delillerini toplar, kaydeder. Taksimli ayakkabı boyacısı Hayri Tonuzlu’dan “Kapital, çok sıkıcıdır” cümlesini duyunca Marks’ı anımsar. Cumartesi annelerinden yaşlı Kürt annenin, kayıp oğlu için söylediği “Devletin okuması yazması yoktur… Ey ahali, devlet hayaldir. Yalandır” ağıt cümlesi aktarıldığında “Harika!” diye tepki verir. Sırlarını surlara gizleyen, Amed de, farklı bir yere, dile, kavme konuk olduğunu sezgileriyle anlar. Sağına-soluna baktıktan sonra, sır kâtibine şöyle dillenir: “Başka… Orası başka… Boyacı çocuk politika biliyor. Kuşlar bile devleti biliyor, tanıyor…” Evden ayağını sokağa atıp evin kapsam alanından çıkınca keyiflenir. Sıkılınca cümleyi, şiiri, resmi ve kendini terk ederek, onları sokaklarla aldatır. Gördüğü nesnelere “Aşk da havalar nasıl?” diye sorarak sıkıntısını dağıtır. Eve ve kendine, mutlaka başka yollardan döner. Her yoldan, her sokaktan, her aşktan çırak çıkar.
“Yazmak cehennemdir”
“Dünyada irademi bütün şiddetiyle kullandığım bir tek saha vardır: Yazı yazmak… Bu hususta benden şiddetli adam azdır. (…) Yazı yazarken tamamen yazdığım şeyle beraber yaşarım, kendime uygun tamamen hakiki bir âlemde yaşarım. Zaten bütün aksaklığım buradan doğuyor: Yazıların ve kitapların âlemini beni ihata eden âlemden daha hakiki buluyorum” (Sabahattin Ali)
İlginç; yazma tutkusu da Sabahattin Ali’ye benzer. Yazmak tabusuna tapulamıştır bir kere. Yazmaktan anladığı birey olmaktır. Maddeye ve manaya, doğaya, insana yazmak için bakar. “Yaşamadım ben, yazdım” cümlesi manifestosudur. Yazarken mutsuz, resim yaparken mutluludur… “Şiirimin genç kalması meselesi sanırım çok okumamla ilgili. (…) Dünyada benden gizli bir şiir yazılmayacağına inanıyorum. Sanıyordum kaynağım o…” cümlesiyle yazanları takibe alır. Ece Ayhan için söylediği “Gerisinde yol iz bırakmamıştır çünkü görünmek yetmiş gibidir” cümleyle yetinmez, iz bırakmak, meraklıların izini takip etmesini ister. “Her kitap şairin cesedidir… (…) Şair ikinci, üçüncü kitabında yeniden dünyaya gelmek zorundadır” cümlesine yenilmemek için her kitaptan sonra kendini yeniden icat etmek ister. Sözü sıfıra indiren divan şairi Neşati’yi elinden tutup insan içine çıkarması Neşati’nin, melâl şairi (usanma, bıkma, sıkılma) olmasıyla ilgilidir. Kara sıkıntı. İçinden ve dışından “Neşati, bu gün de saklı su’dur” der. Zor beğenir Ece’den “aferin” almak devrimdir. Ece’nin ona yazdığı bir mektuptaki, “Neşati’yi bir ‘melâl’ şairi olarak görmüş olmanı sevdim en çok” cümle delilidir. Hüznüne kenar süsü Neşati’yi sever… Değil mi ki Ahmet Haşim ona melali öğretmiştir, onu da melali de sever…
Modernist metinler olmazsa olmazıdır. Bazen de ara sıcak olarak Doğu metinlerini. Ama duramaz tekrar batı. İki yıl boyunca tatilde Marks okur. Marks’ın Kapital’in okuyana kadar nesnelerin farkında değildir. Sonrası malum, nesneler şiirlerine bir girer sonra da çıkmaz. Nesneyi ve para dolaşımını ilk orada görür. “Kâğıdı Kapital’de tanıdım. Nesnelerle ilk ilişkim böyle oldu.” Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabı hayatında merkezi yer tutar. Soyutlama bilgisini, bilincini Lenin’den öğrendiğini söyler. “Soyut, en üst bir düşüncedir. Lenin’in sözüdür bu. Entelektüel bir davranıştır. Doğal olarak şairler ezilen insanlardan yanadır. Bir şiirin devrimciliği yapının, dilin, tekniğin içindedir. Şiirin yapısındadır her şey. O yapı bizi devrimci yapar.” 1964 yılı hayatında dönüm noktasıdır, uzun bir ayrılıktan sonra ülkeye döndüğünde12 ciltlik Türk Tarihi’ni okumaya başlar. Çoğu tercüme kitaplarından tiksinir, kendini doğrulamak ve kurmak için yeni bir okuma yazma seferine başlar. Doğu metinlerine döner ama bu bir kırılmadan çok, eksik tamamlamadır. Daha sonra şiirin büyük kaynağının mistisizm olduğunu öğrendiğini söyler. Dile bakmayı Wittgenstein’den öğrenir, dilin uykudayken ne yaptığın merak eder. Tarihe bakmayı Nietzche’den öğrenir, tarihi kullanmak ister. Tarihe ve İstanbul’a bağlanarak kendini onunla doğrulayarak yaşamak ister. Claudel, Valêy, Ezra Paund, Arthur Rimbaud, R. Barthes, Emmanuel Levinas, Michel Faucault, Anais Nin, Adorno, Walter Benjamin, Lucas, T.S. Eliot vs vs isimleri okumalarının genişliğinin delilidir… Yine de, onun baş kitapları sözlüklerdir.
Varlığını yazdıklarıyla ve kitaplarla hisseder: “Yani, İlhan Berk diye bir adın onunla, kitapla kurulacağına inanıyorum.” Onun yazma tutkusunu en iyi Cemal Süreya özetler: “Yeryüzünde her şey yazılmak için varmış gibi geliyor ona. (…) Yazıya geçen çiçek solacak, yazıdaki çiçek ise hiç koklanmayacak… (…) yazmak için yazmak… Bunu öylesine uç noktalara götürdü ki… (…) Yazıyı kendisinin fizik ve doğrudan uzantısı haline getirmek isterken, tersi bir durum da ortaya çıktı: Kendisi yazının uzantısı oldu. Bu çılgınlığı yaşadı İlhan Berk…” Yazmak iyidir, kitap yazmak daha da iyidir ama su uyur devlet uyumazdır. Onun kuşağı, omzuna vurulup “Hadi bakalım içeri!” denilen bir kuşaktır. Kitapları, şiirleri yargılanır ama hapishane sırası gelmez.
Pera ve Galata’da Ece’yi “atlatır” öne geçer ama portre yazmada Cemal Süreya’nın gerisinde kalır. Az sayıdaki portreleri güçlü metinlerdir. Dünyaya yazmak için değil yaşamak için geldiğini söylediği Halikarnas Balıkçısı, bir şairden, ressamdan çok forsa mahkûmlarına benzettiği Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Solgun geçmişte, karanlık, dipsiz bir yarın iki kıyısı gibiydik biz Edip’le. Şiiri, bu tarihsel hammaddeyi, kendimizce bir ucundan kazıyorduk. Hep de bir akşam görünümündeydik” diye betimlediği Edip Cansever, “Bir gizli suydu o” dediği, yaşarken pek anlayamadıkları Behçet Necatigil, “Yazdıkları üstüne başına benzeyen halis şairlerdendi” cümlesiyle kıymetlendirdiği Oktay Rifat, “Metin Eloğlu’nun bir büyüklüğü de, yeni bir şiir dili yaratmaya yöneldiğinde, kendini sevenleri, okurlarını bile bile dışlaması, hiçe saymasıdır. Ölüm karşısındaki tavrı da böyle olmadı mı: ‘Sana bir müjde: Haziran’a çıkamayacağım” cümlesiyle anlamlandırdığı Metin Eloğlu, “Bir süredir ‘Uzakları Giyinmek’i okuyorum. Dağlarca artık şaşırtmıyor. Yazık” diye hayıflandığı Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Yüz onda her şeydir” dediği Virginia Woolf, elleri masasına kadar uzanan, “Hem öldüren hem yaşatan bir yüz olan” Greta Garba, “Rilke’nin bir dizesidir” diye özetlediği Marlene Dietrich, “yüzü yok” diyerek yüz vermediği (!) Madonna… Bazen bir cümlede bir portre çizer. Şairler üzerine az, şiir üzerine çok yazar. Denemeleri entelektüel metinlerdir. Aforizma türü cümleler kurmayı sever. Yazdıklarının, şiirlerinin kendisine benzemesini, üstüne başına yakışmasını, kendisini ortaya çıkarmasını ister. Bakarak kendisini yazar. Bir roman kahramanı değil bir yazı olmak ister.
Cemal Süreya der; ne der
“Hiyerogliflerde üçgen yüzlü kaplumbağalar olsaydı, ‘işte’ derdim, ‘işte İlhan Berk!’ İşte Keops, işte sokak, işte atlas! Gerçekten yüzündeki ve bedenindeki üçgenler giderek Mısır piramitlerine benzetti onu.” (Cemal Süreya)
Gövdesi üç başı mamur/mahur üçgen… Hem endam aynasında hem de şiirin ve aşkın aynasında kendine bakar ama şiirleri ve kadınları görür. Kolları sürekli çocukluğuna el atmaktan uzundur. Masal kol. Onu en iyi arkadaşı Mavi Kürt Cemal Süreya öztler: “70.000 aşk ve 700. 000 dize / Ünlü şair İlhan Berk burada yatıyor / Yolcu, n’olur, sevaptır sakın üşenme/ Yukardaki sayıya bir sıfır da sen ekle” Onu yakın takibe alan Süreya, aşk ve dize sayımını sürdürerek ilk dizeyi; “1 000 000 aşk 980 000 dize” olarak yeniler. Süreya için, “Geçmişi olmayan adam”dır. Kendisi buna geleceği olmamayı da ekler. Geçmişe ve geleceğe göz kırptığı anlar, “işmar” halidir. Şimdiki zamanı baştan çıkarır şimdiki zaman da onu. Her zaman bir bildiği olan Süreya ona şöyle takılır: “Bir kız sevmiş paşa kızı çıkmış. Kendisinde tarih kavramı olmadığı için doğum tarihini bile anımsayamıyormuş.”. Berk ise, Süreya için eleştirmenlerin geliştirmesi gereken iyi kalpli bir şerh düşer: “Cemal konusunda Ece’ye bir gün Cemal’in şiirinin bir tragedyası olmadığını anlatmıştım. Ece sonradan benim söylediklerimi kendi buluşu gibi yazdı. Ece’nin böyle huyları vardı. (…) Cemal Süreya bir gün bana babasından bahsetti. Babası sürgünlerle öldüğünde, amcası babasının beyninden bir parçayı avucuna koymuş, bu trajediyi anlattı bana. Bu korkunç bir olay… Sonra Cemal’in hayatını düşündüm. Ahmed Arif, Kürt olduğunu fark etmiş, fakat Cemal bunu hiç fark edememiştir. Cemal Süreya şiirinde acı yoktur, tragedya yoktur. Müthiş ihtişam vardır. Hep parlak dizeler… Acı girmemiştir onlara. Ne zaman ki Doğu Perinçek onu tuttu, o tragedyayı az yaşadı, şiirlerine girmedi ne yazık ki.” Çapraz okumalar ve yazmalar ustası her zaman birinci tekil şahıs arkadaş Ece tarihe şu notu düşer: “Cemal bana yine ‘Yahudi’ diyor, kendisine de Kürt, ben de sana Mezopotamyalı diyorum, Cemal Elamlı, Kaldeli demeye kalktı da sana; sen olsan olsan benim gözümde ya Hititli ya Mezopotamyalı…” Cemal Süreya ise, “Adı İlhan Berk Olan Şiir”ini, nedense “İlhan Berk eleştirmen” dizesiyle bitirir.
Söyleşilerinde ya da metinlerinde serpiştirdiği önemli saptamalar nerdense eleştirmenlerce ıskalanmıştır. Türkçe şiiri şöyle özetler: “Biraz olsun Nâzım’ı, Ece’yi bir yana bırakırsak, tragedyasız bir şiirdir bizim şiirimiz. Beyaz, güzel. Tarihe, şiirin büyük tarihine (o bunalımlara, terörlere, baskınlara, şiddetlere kasırgalara, yangınlara, açık tarihine) bakarsak, biz ona daha çok kıyıdan bakmış gibiyizdir. Fırtınasız şiir yazmışızdır. Sarsılmaktan korkmuşuzdur. Ölçülü, düzenli olmayı, biz onu yeğlemişizdir: Beyaz, güzel.” Cümleyi bu kadarıyla bırakmaz, “Tragedyası olmayan beyaz şairler de var, örneğin Ahmet Muhip, Dağlarca böyle şairlerdir…” diye devam eder…
Behçet Necatigil’in “Türkiye’nin en genç şiirini yazan kişi”, Turgut Uyar’ın, “Şiir olmasaydı İlhen Berk onu icat ederdi”, Orhan Koçak’ın “’Suçsuzluk’ sizin şiiriniz için önemli bir kavram galiba”, derviş Haydar Ergülen’in “Haksızlığa karşı dünyayı tutar ve onu bir sayfaya yazar”, İskender Savaşır’ın, “Masumiyet, yüksüzlük, bir yük taşımama, korunan bir çocuksuluk”, söz(ün) cimrisi Mehmet Fuat’ın “Sanki şiirin kırk türlü yazılacağını göstermek için gelmiştir”, öldüğü halde hâlâ yapraklarını dökmeyen M. H. Doğan’ın, “Değişmeyi şiirin anayasası yapmış” cümleleri de geçsin zapta… Hâl böyle olunca, “suyun gençliğine sarılan” İlhan Berk olmakta bulur çareyi. Ve beyazın ve beyaz kâğıdın dilbilimine çalışarak, zabıtaları atlatıp kentin duvarlarına şöyle yazar: “Tek düzelikten kurtulmak, yinelemelerden kaçmak için bir tek yol vardır. Yeni anlayış biçimleri yaratmak… Hem bu, şiirin anayasasının gereğidir. Bunları, ben bir anlatı doymazıyım, demek için söylüyorum.”
Sıkıntılı birinci tekil şahıs
“Kendimi yeryüzünün en sıkıntılı insanlarından biri diye düşünürüm. Kendimi böyle tanımlamamın elbet bir çok nedenleri var. Bir şiirimde (Tek satırlık bir şiirim), adı Ben: ‘BEN SIKINTILIYIM’ diyorsam, bunu sürekli yaşamış bir adam olarak söylüyorum. (…) Sıkıntımı en insan yönü olarak görenim de. Onsuz sanki kendimi doğrulayamam.” (İlhan Berk)
Kendini tanımlamakta kullandığı “sıkıntı” kavramıyla, en yakın arkadaşı “Ben hep sıkıntılıyım. Yani bin adamın canı sıkılır, o ben’im” diyen Turgut Uyar da kendini tanımlar. Günlük hayatlarında ve şiirlerinde sıkıntıyı büyüten iki arkadaş… Birbirlerini çok sevmelerine karşın, bu nedenle bir birlerine sıkıntı verdikleri de olur. Tam bir hafta sırtüstü yatarak hayatı protesto eden Uyar’ı ziyaret ettiğinde, “İntihar edeceğim. Sıkıntı verme” diyerek kovulur! Her ikisi de yatay ve dikey sıkıntılılardandır. Biraz içedönük biraz düşe-dönük, kendi kendine sıkıntılı, kendisi için sıkıntılı bir öznedir. Kedi beslemez, tarih de beslemez. Akıl yerine akılsızlığı, anlam yerine anlamsızlığı besleyip teorisini yapmaya çalışsa da, her ikisi bacadan şiirine az-çok girer. Tarih onun için dil’dir. Bazen “Harikulade”, “Müthiş!” nidalarıyla kuşa bak yaparak konuyu değiştirir. İpuçları çoktur. Eskidir ama eskimemiştir. “Tarih de sıkılır” diyerek kendi sıkıntısını tarihle kırışır. Tarihin mücavir alanına girer, tarihe yardım ve yataklık önererek, hem tarihi hem talihi hem de sıkıntıyı paylaşır. Mesafeli olmanın ötesidir… Kadınları saymazsak İstanbul’da Ahmet Güntan, Haydar Ergülen, İzmir’den Sina Akyol kerteriz noktalarıdır.
Süslü adam. Giyim, kuşam, eda, insanlarla ve kendisiyle kurduğu ilişkiyi belirler. Üstüne başına yakıştırdığı şiirleri süslülüğüne dâhildir. Edip Cansever’in “Ne güzel duruşun var senin doğayı kımıldatmadan” dizelerini sanki onu tarif eder. Mösyö… Fransızcayı bu sözcüğü hak etmek için öğrenmiştir sanki. Sonrası, mirasçısı yok. Alameti farikalarından olan “bok” sözcüğü bile mösyölüğünü lekelemez. Huylu gibi görünse de huysuz. Tembihli gibi görünse de tembihsiz. Yaprağın düşme hızını incelemeyi huy edinir: “Eli bir ağaca deyse, ağaç birden en çok ağaç…” Doğan Hızlan’ın binlerce dolmakalemi olduğu bilinir. Berk’in ise yüzlerce ayakkabısı olduğu rivayet edilir. Marka! Rivayete göre, ayakları çok olduğundan ayakkabısı da çoktur. Ayaklarıyla da sevişir. Ayakkabı tutkusu seyyah yanıyla da ilgilidir. Şairden şaire, şiirden şiire metinler arası yolculuklar ustası… Sıkça yineler; “Şairler şiirdeki hayata hayat diye bakarlar…”
Beyoğlu’na 1850’lerde kurtların indiğini bilir. Sururi’nin “Geçti Galip Dede Candan Yâ hû” diye tarih düşürdüğü, bir Yüksekkaldırım sakinine, “Çağının en zarif ve en iyi giyinen şairi” Şeyh Galip’e özenir. Giyim-kuşam bakımından “Ona hiçbir zaman bir elbisenin gittiğini görmedim” dediği şair-ressam Bedri Rahmi’nin tersidir. Seyrek görünen sık çocuk… İçini dışına yakıştıran şık çocuk… “Bütün dünya dillerinde sessizlik neyse M.Lambo da odur” dediği figüre benzer kadim sessizlik içindedir. Turgut Uyar’ı ve şiirlerini çok sever. Ama “Divan”ını sevmez. Divan’ın, Kemal Tahir ile dostluğunun, “ulusalcı” zihin sisteminden etkilendiği dönemin ürünü olduğunu söyler. Kemal Tahir ile Turgut Uyar siyaset meşk ederken, kulak misafiri olanlardan birinin geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz ünlü yönetmen Halit Refiğ olduğuna tanıktır. Nilay Özer’in, “Turgut Uyar’ın Divan’ında Bir Araç Olarak Biçim” (Bilkent Üniversitesi, Ankara/ Haziran 2005) çalışması bu bağlamda da okunması gereken önemli bir çalışmadır.
Kökü dışarıda şair
İlhan Berk İçin
Epeydir görüşmüyoruz kendisiyle/ Seksenlik merdivenini/ Çıka çıka bitiremediği halde/ Hâlâ dinçmiş öyle diyorlar/ Bunamamış da/ Ama oldum bittim bunaktı zâten,/ Haa bi de/ Şiirlerini gerdirmek için/ Avrupa’ya gidiyormuş ara sıra” (Can Yücel)
“Ahmet Haşim’i saymaz isek, şiirimin kökü dışarıdadır” cümlesi, dışarlıklılığın, dış etkilere açıklığının itirafı olarak da okunabilir. Modernizmden kaydını hiç sildirmedi. Doğu bilgisinden de miktarı kafi yararlandı. İlk ve son analizde modernist bir şair olarak tarihe kayıtlandı. Etki, çalıntı tartışmalarının ortasında, “ (…) Ama yalnızca benim toprağıma hücum etmiş olanlarla ilişkim var. Şairlerin müşterek toprakları vardır. Şairler o müşterek topraklarda hudutlarını koyarak birbirlerine doğru giderler. Yani şairlerin kardeş toprakları vardır: Böyle anlatabilirim. Etkilenmeden hiç korkmam, onu eritirim içimde” der. Cemal Süreya onun için “Bizim kuşağın çıkış yıllarında hepimizi etkilemişti. Bunu bir yerde yazmıştım. Yanıt korkunç oldu: ‘Etkilemekten nefret ederim!’” yazdı. Sâlâh Birsel için söylediği “Yoldan geçen iki kuşun konuşmasına biri kulak kabartmışsa, bu odur” cümlesi onu da tanımlar. Kulağını yere koymakla yetinmez, göğe de koyar, sesleri dinler, anlamları kaydeder. Can Yücel, onun kökünün dışarıda oluşunu kendi meşrebince “şiirlerini gerdirmek” olarak hicveder. M. Cevdet Anday’ın “Kökü dışarıda ağaç” imgesiyle tanımlanabilir.
Zar geleneği… Genç şairleri takip eder… İz sürmekle kalmaz onları arar bulur… Ve onları örgütler. Sevdiklerini cümle içinde kullanır. Zar atma geleneğine bağlı olarak zarını atar. Ama gizli atar… O şair için nazının geçtiklerine yazılar sipariş eder. Kabul etmeyen olursa, şaşırır. Reddedilmek bilmediği bir şeydir. Öfkelenmezse de nedeninin anlamaya çalışır. Mezarlıktan geçerken, “Şair korsandır” diye ıslık çalar. Boşluğa… Doğadaki her boşluğu öpüp başına koyar ve şiirin kalbine yerleştirir. “Sözcüklerin kendisini kullanmasına izin verir.” Hep çelişkiyi kucaklar, hiç kucağından indirmez ve çelişkilerin kucağından da inmez. Anlamın ilk, Ahmet Haşim’den çağdaş anlamda tokat yediğini, söylese de, anlam ona sormadan şiirini de sobeler. “Bana sorarsanız ben kendimi bu kapalı şiirde (Çivi Yazısı), en çok da hiçten doğan şiirde bulurum”, “Beni oldum bittim uçlar, bir onlar ilgilendirmiştir. Ben oralarda dolaşırım. Yatağım oralarda” der… Bilinçsiz var oluştan, anlamsızlığın anlamından dem vursa da bedenin poetikası bilinçli tercihidir. Gözünü yumduğunda elleriyle görür. Elleri harita metottur. El yordamı ustasıdır. Tahmin edilemeyecek kadar “dışımızdan biri”, tahmin edilecek kadar içimizden biridir… Hangi şiirde telif hangi şiirde tercüme belli değildir… Arkadaşlarını daha çok dışarıdan daha az içeriden seçer… Taşıma bilinçle, taşıma imgeleri kendi kazanında pişirip taşırarak şiir değirmenini döndürmeyi ve kendine özgü dil, tarz yaratmayı becerir.
Pera ve Galata
“Oysa bu şiir de (İstanbul) tuhaf bir şey var: Baudelaire’in, daha çok da Apollinaire’in ‘şehir gezgini’ni andıran, Ahmet Oktay’ın bazen ‘yalnız-gezer’ bazen de ‘düşünür-gezen’ olarak adlandırdığı modern şiir öznesi Türk şiirinde ilk kez bu kitapta beliriyor. Şüphesiz. Sosyalist (popülist bir sosyalizm) bir flâneur bu ve sosyalizm ile modern sanat arasındaki yakınlaşmanın bir örneğini veriyor” (Orhan Koçak)
Haydi İstanbul demeyelim ama Galata’yı, “Dünyada anamın yüzü gibi bildiğim tek yer” diye kıymetlendirir. “Fethedilmeyen İstanbul” olan “Pera” ve “deryadan yokuş yukarı bir saatte çıkılır” dediği “Galata”yı yazmak için kimseli/kimsesiz sokaklarda dolaşırken, 1955’lerden itibaren arkadaşı, şair Ece Ayhan ile karşılaşır… Diyalektik rastlantı ve düello… Her ikisinin aklı-fikri sokakları yazmaktır. En eski adıyla parasız yatılı, tüm zamanlar yoksulu Ece Ayhan sebat etmeyerek, “Bir kent için soy kütüğü” çalışmasını yarım bırakır. Berk ise Pera ve Galata’yı yazmayı tamamlar. Ahmet Oktay dert eder bu iki kitabı… Der; “Galata ile Pera, gerek biçim ve biçemleri gerekse içerikleri açısından İstanbul’dan kopuşu açığa vururlar. Dahası, bu kopuş, basit bir şiirsel teknik dönüşümünden kaynaklanmaz. Söz konusu olan, bütün bir ideolojik/politik ve kültürel/felsefi zemin kaymasıdır. Ancak hemen belirtmeliyim: Dünya–görüşü’nün terk edildiğini söylemiyorum. Bir kamptan ötekine geçilmemiştir.” Uzun bir derttir A. Oktay’ın derdi… Dahasını yasak meyve de yazar: “Eskiden ahım şahım şiirler yazmazdı ama Marksistti; şimdi şiir düzeldi ama Marksist değil.” İlhan Berk’ten sakin bir yanıt: “Ben bütün gençliğimi bir Marksist, bir solcu olarak yaşadım. Bildiğim bu. (…) Bu yüzden solculuğumu doğal görüyorum. (…) Benim İkinci Yeni ile de düşüncelerimde bir değişiklik olmadı. Soyut, en üst düşüncedir. Lenin’in sözüdür bu. Entelektüel bir davranıştır. Doğal olarak şairler ezilen insanlardan yanadır. Bir şiirin devrimciliği yapının, dilin, tekniğin içindedir. Şiirin yapısındadır her şey. O yapı bizi devrimci yapar. Şiir dilin ve tekniğin tarihidir yani…” Şair-eleştirmen Ahmet Oktay’ın söylediği “Riskli şiir yazıyor” saptaması da önemlidir. Başta Marksist olduğu giderek uzaklaştığı yazıldı. O da, gerektiğinde yanıtlar verdi… Marks’ın, Kapital’inden ve Materyalizm Ampiriokritisizm kitabından soyutlamayı öğrendiğini her fırsatta söyler.
Geçmişi ile bugünü arasında şöyle bağlantı kurar: “İstanbul kitabıma bugün baktığımda modern şiir anlayışımın ilk onda başladığını görüyorum. (…) Ben Apollinaire’in ‘Zone’ şiirinden çıktım. Ahmet Haşim’i saymazsak dışarıdadır benim şiirimin kökeni. Nâzım şiiriyle bir akrabalığım olduysa dünya görüşü akrabalığıdır bu.”
Arkadaş… Ece’ye “rağmen”, hep yanındadır. Ece, son zamanlarda nakıs teşebbüsle “kötülüğünü!” ona da yöneltse de arkadaştır. “Ece için ‘kötüdür’ diye yazan Hilmi Yavuz’u eleştirir. Onu suçlu ilan etmek yerine, “Hepimiz suçluyuz” diyerek onu korur. Ece Ayhan’ı taklit edenlerle arasına sınır çeker…“‘Panayot’tan atılan ‘bitmiş’ demektir’” uyarısı anlamlıdır. “Şiir bir sürgünlüktür çünkü… En başta benim şiirim sürgünlüktür” cümlesiyle hep birinci dizeye, birinci şiire sürgün olur. Çakır gözlü Sait Faik, “Senin şiirlerin tercüme kokuyor” diyerek onu sevindirir. Orhan Koçak, İlhan Berk üzerine yazdığı “Kalmak İmkânsız” yazısını şöyle bitirir: “Şairin arayışı, yeterince sürdürülmüşse eğer, bulunamayacağının anlaşıldığı noktaya kadar götürülmüşse, ele geçmeyecek şey olarak bir kez daha bulunur. Uçuşuyor, konamıyor. Kalmak imkânsız.”
Kitapları kadar defterleri de ünlüdür ve çoktur. Defterleri kapaklarından soyar. Onlara kartondan kapaklar yapar. Sonra da kapaklanır. Mahrem(i)dir artık defterler. Her biri bir yerde durur. İllaki beyaz karton… Masumiyet. Sonra defterleri kirletir. Defterleri soyması önemlidir. O soydukça içindekiler de soyunur. Kalemlerinin ucu açıktır ve tüm zamanlarda bir başınadır. Her sabah oturup ellerli titremeden kalemlerini sivrilten Nigâri tavırlı şairdir… Hep, “Bir köyün gökyüzü olmak” ister… “Çocuktur alfabeler!” diye defteri karalamaya başlar. Huzur bulmak, iyileşmek için kendisini arayan şairlere söylediği “Biz iyileşmeyiz… Şair iyileşmez!” cümlesi nice sorular ve nice cevaplar içerir. Bir kuşu ilkokula girerken görendir Berk. O, “Dünya vardır. Bundan daha büyük anlam olur mu? (…) Şiir dünyayı değiştirerek ona bir anlam kazandırır” diyorsa bize inanmak düşer… İlhan Berk, vardır. Şiirleri ve hayatıyla kapsam alanımız içindedir, kapsam alanı içindeyizdir.
Şimdi, zamane şair ve şiir işaretlerine bakarak, onun bazı cümlelerinden kıssadan hisse çıkaralım: O, “’Yıldız olmak’ için değil, derviş, keşiş olmak için ‘soyunulur’ şiire.” demişse, acaba ne demek istemiş? O, “Ustalığa gelince, ustalık bilmem ben, bir ustalık söz konusu ise, çok su götürür o! İktidar sorununa gelince, yalnız bütün iktidarlara karşı olmakla kalmaz şiir, kendine de, kendi iktidarına da karşıdır, doğası gereği. Öyle büyür.” demişse, acaba içimize hangi kurtları düşürmüş? “Şiirin uç beyi” o, “Hep şiirin dünyayı değiştireceğine inandım; pisliklerin, yoklukların, kıyımların üstünü çizeceğini, düşledim. (…) Bu inancımı yitirdiğimi de söyleyemem. Söyleyemem çünkü buna inanmaya gereksinimim var. Ama şiirin dünyayı değiştiremeyeceği de bir gerçek” demişse acaba Marks’a ve 11. Tez’ine hangi göndermeyi yapmış? O, “Terbiyeli şiirler yazmak istiyorlar. Partal giyinmekten korkuyorlar, hiçbir yeri aksamayan şiirler yazmak istiyorlar. Yanlışa dayanmak güçleri yok. Acemiliklere el kaldırmak şöyle dursun, utanıyorlar ondan. (…) Seslerini koroya göre ayarlıyorlar. Hemen kitaplaşıyorlar.” demişse acaba kim bunu üstüne almış?
Küçük çocuk, birinci büyük savaşta ölenleri yeniden çakı ile öldüren kendinden büyük çocukları görür. İkinci savaşta, milliyetçiliğin-ırkçılığın bir kol gezdiği dünyada/ülkede, Marksist bir öğretmen, şair olarak yaşar. Yargılanır. Soğuk savaş yıllarında şiiriyle çıkış yapar. Yaşıtlarından bazılarının tersine doksan yıllık ömrünü ırkçılığa kayıtlanmadan tamamlar. Resmi tarihi çoğaltmayı kendine “iş” edinen milliyetçilik alıp-satan, akıl tutulmasına uğrayan şairlerden sıkılır… Fenomen bir şair için, “Irkçılık insanı boka sokar!” der şiirin gizli tarihinde… Irkçılıkla malul bir dünyada ırkçılığa bulaşmadan yaşaması, yaşaması, yaşlanması ve ölmesi iki, üç daha fazla kıymetlidir…
Beş dakika gözünü kırpsa yüzyıl uyumuş gibi gelir ona…
- Evinin duvarına gömülen şair - 28 Temmuz 2018
- Çağın dedikodusu; şiir siyasetin, siyaset şiirin nesi olur? - 26 Haziran 2018
- Gitmek Ama Varamamak, Uçmak Ama Konamamak - 8 Nisan 2018
FACEBOOK YORUMLARI