
Sadık Hidâyet, kişiliği ve dünyaya bakış açısıyla yarattığı kendine özgü anlatım biçimiyle, yaşamın içinden öyküler yazmış Alacakaranlık’ta.
İçinde bulunduğumuz ve çok umutlar besleyerek karşıladığımız yeni yüzyılımız tam bir hayal kırıklığı insanlık için. Savaş Felsefesi, büyük umutlarımızın yerine, yüzyılımıza hâkim oldu. Görünmez kara bir el insanlığın en ücra köşelerine kadar sızıp onun güçsüzlüklerinin, zaaflarının, acımasızlığının, kendi türünü ezme, hatta yok etme istencinin kaynağını oluşturdu.
Bir tarafta gönenç içinde yaşayanların oluşturduğu aydınlık bir dünya, öte tarafta ise tam aksine açlığın, hastalığın, cehaletin hâkim olduğu karanlık bir dünya ve bu dünyada oradan oraya savrulan, benliğini kimliğini insanlığını kaybeden insanlık.
Bu kargaşa ve korku ortamında, dijital bir dünyanın en mahrem anlarımıza saldırıp algılarımızı altüst eden olgusu içinde sığınacağımız, biricik sahici varlıklar kitaplardır. “Alacakaranlık”, diğer Sadık Hidâyet kitapları gibi, içinde yaşadığımız süreçte Savaş Felsefesinin tam anlamıyla hüküm sürdüğü (ne yazık ki bizim de bir parçası olduğumuz) Ortadoğu’yu ve geri kalmış diğer doğu uluslarını anlama, geçmişimizden geleceğimize ışık tutma açısından, okunası bir kitap.
“Belirli bir yazarın olası yanları, tarihin ve geleceğin baskısı altında belirlenir.” Der, Roland Bartnes. Sadık Hidâyet, yazarlığı tam da bu anlamda yaşadığı toplumun ve zamanın teknesinde yoğrulmuş bir yazardır. Geçmişi milattan önceye dayanan güçlü bir imparatorluktan geriye kalan, bulunduğu coğrafi bölge olarak dünyanın ortası sayılabilecek, oldukça değerli bir yerde konumlanmış olan, güçlü kültür geleneğine sahipken, dünyadaki değişim ve dönüşümden pay olarak pek de iyi şeyler alamamış, köklü bir ulusun yazarı.
Kitap, hâkim olan dini anlayışın ve kökleri derinlere işlemiş ve henüz çözülmemiş feodal yapının benzerliğinin getirdiği yaşam tarzı ve hayata bakış açısının ortaklığında, kendimizi de bulduğumuz psikolojik ve sosyal yönden ufkumuzu geliştiren öykülerden oluşuyor. Kitabı oluşturan yedi öyküde Sadık Hidayet, yaşadığı yıllarda İran’ın geri kalmışlığını ve sosyal sorunlarını, bu sorunların toplumun çeşitli kesimlerindeki farklı etkilerini anlatıyor. Dinin etkisinde kalmış, geleneklerine sıkı sıkı bağlı bir toplumdaki bunalımların yansımasını bulduğu öyküler bize hiç de yabancı değil.
İlk öykü, “S.G.L.L” adını taşıyor. Bilimkurguyu andıran anlatı tarzıyla yazarın yaşamı, sanatı, insan aklını Mazdeizm ve Hayyam felsefesinden yola çıkarak sorguladığı felsefik bir öykü. “Aşk, dostluk, alaka hepsi yok olmuş, sözcükler anlamsızlaşmış… İnsanoğlu gerçekten de çıldırmış. Cinnet ve kendini beğenmişlikten kaynaklanan bir hareketle insanın kutsal spermasını yok etmeye çalışıyor!” (sf:26) Yazarın o günden günümüze yankısını bulan bu çığlığı, bu gün dünyayı baştanbaşa saran savaş ateşinde, insanoğlunun kendi soyunu yok etme çabasıyla birebir örtüşüyor.
İran’ın eski dini olan Mazdeizm, öykülerden “Dua”da da işlenmiş. “Öteki Dünya-Yaşanan Dünya” ikileminin sorgulandığı öyküde, var olanın bilinmeyenden daha anlamlı olduğu, yaşamın yanında ölümün anlamsızlığı, önemli ve doğru olanın bu dünyada yaşamayı bilmek olduğu vurgulanıyor. “Yeryüzünde eğlence var, para var, şarap var, rüya var, unutma var, aşk var, koşuşturma, açlık, sıcak soğuk, susuzluk, gezip tozma, hatta intihar umudu var. Ama bizim meşgul olacak bir şeyimiz yok burada. Yaşayanların hayatıyla mutlu oluyoruz ve bunu konuşarak kendimizi aldatıyoruz.” (sf:74)
“Erkeğini Kaybeden Kadın”, feodal yapının hâkim olduğu doğu toplumlarının özelliklerinin yansıtıldığı bir öykü. Kadının yok sayılması, sevgisizlik, yoksulluk, dinsel ve geleneksel bağların yarattığı ezilme, ötekileşme, büyü, beddua, şehvet, ve bunlarla baş etmeye çalışan bir kadının öyküsü.
“Perde Arkasındaki Bebek” ise, defalarca okunacak, her okumada yeni anlamlar çıkarılacak çok katmanlı psikolojik öykülerden. Bu öyküde yazar, Avrupa’yla ilişkilenen kendi sınıfının bireyinden, -iki yaşam tarzı arasında kalan bir gençten- yola çıkarak analizini yapmış. Fransa’da okuyan, okul bittikten sonra yaşadığı yere dönen gencin, kendi geleneklerinin baskısında her iki tarafta da yaşadığı uyumsuzluğu ve hâkim erkin kuralları yüzünden bastırılmış cinselliğinin yol açtığı kişilik bunalımlarını psikolojik olarak çok iyi yansıtmış. Batının bireysel özgürlüğünün doğu toplumlarında başkaldırı ve saygısızlık olarak karşılanması, dinden ve geleneklerden gelen ve topluma dayatılan ahlak kurallarının kişiliği baskılaması, baskılamanın yarattığı olumsuzluklar ve yarattığı yıkımlar, bunalımdan çıkmak için farklı çıkış arayışlarının neden olduğu ikiyüzlülüğün anlatıldığı bu öykü de ‘bizden’ gibi. “Mihrdad yirmi dört yaşındaydı ama on dört yaşındaki bir Avrupalı çocuk kadar yüreği, deneyimi, terbiyesi, uyanıklığı ve yaşama cesareti yoktu.” (sf:54)
Kitabı oluşturan diğer öyküler, tanıtmaya çalıştığım öyküler kadar etkileyici ve sürükleyici. “Son Gülüş” isimli öyküde Hidâyet, İran’ın İslamlaştırıldığı dönemde İslam’a karşı direnişi ve tarihini oluşturan kadim Fars kültürünün İslamiyetle yoğrulan Arap kültürüne üstünlüklerini anlatma çabasındadır. Aynı zamanda bu hikâye, ölüm ve hayatın Budizm Felsefesi ışığında işlendiği hikâyedir
Kitabın son öyküsü “İnsanın Ataları” ise, insanın insan olma evrimini yazarın, Pers folklor ve mitolojisinde önemli bir yeri olan, Asya Kıtasının en yüksek doruğu, Demavend Dağı merkezinde anlattığı, başlı başına bir destan öykü. Geçirdiğimiz evrimsel süreçte değişmeyen kötücül yanımıza vurgu yapan bu öyküde, yaşamı güzelleştiren aşk ve sevgi umudumuzu diri tutmamızı sağlıyor.
Yaşadığımız günlerin sıkıntısının nedenlerini ve niçinlerini aradığımız, sanal ortamların sularında kaybolduğumuz şu günlerde, kendinizi tanımak istiyorsanız Alacakaranlık’ı okumalısınız. Kendi toplumunun sosyal olaylarını yansıtırken koca bir doğu uygarlığının sönümlenmesinin sebeplerine de ışık tutuyor Sadık Hidâyet bu evrensel kitabıyla.
Orta Avrupa’nın yetiştirdiği en önemli deneme yazarlarından, Avusturyalı yazar Manés Sperber “Paylaşılmış Yalnızlık” Kitabında yazarla okuru arasındaki ilişkiyi ele aldığı bir denemesinde; “Kitap, ancak okuru ona kendi sesini verdiğinde canlanır… Aslında ölü olan harf, okurla kitap arasındaki ikili söyleşi içerisinde hakiki anlamına sürekli olarak yeniden kavuşur; suskunluktan kaynaklanan sesler, sanki kendi yankılarınca çağrılmışçasına duyulabilir olur. Okuru ile kitabı arasında saldırganca gürültülü bir dünyada oluşan mahremiyet içerisinde, iki yalnızlık birbiriyle karşılaşır.” Der.
Sadık Hidâyet kitapları benim için tam da ‘gürültülü bir dünyada oluşan mahremiyet içerisinde’ yalnızlıklarımızın birbiriyle karşılaştıkları kitaplardandır. Hep doğruyu söyleyen, eksiklerimizi gösteren kitaplardan.
Gelenekçi ve yenilikçi değerlerin çatıştığı, düşünürlerin ve toplumun zihniyetinde gevşekliğin ve karmaşanın baş gösterdiği bir çağın yazarı olan Sadık Hidâyet, kişiliği ve dünyaya bakış açısıyla yarattığı kendine özgü anlatım biçimiyle, yaşamın içinden öyküler yazmış Alacakaranlık’ta. Her bir karakteri yanınızda hissedecek, kendinizden çok şey bulacaksınız. Her ne kadar fantastik görünse de…
- Alacakaranlık
- Yazar: Sadık Hidayet
- Çeviri: Mehmet Kanar
- Türü: Öykü
- Baskı Yılı: Şubat 2007, 2. baskı
- Sayfa Sayısı: 112 Sayfa
- Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
- Okuyanı derinden sarsan bir hikâye; Eşiktekiler - 12 Nisan 2018
- Gerçekleri görmek için bir çağrı; İçimdeki Gölge - 27 Mart 2018
- Mete Kaynaroğlu imzalı öyküler; Spartaküs’lerin Ölümü - 6 Mart 2018