Murat Yalçın ile gerçekleştirdiğim bu söyleşide edebiyat dünyasından, yayıncılığa, editörlükten, yeni dönem edebiyat anlatı anlayışına, romanı Dayı Parçası’nın ince detaylarına varana kadar hemen hemen her konuda sohbet ettik.
Murat Yalçın‘ın romanı Dayı Parçasını okumaya başladığımda romanın konu ve anlatımı başta olmak üzere öykü türüyle olan dirsek teması, dolayısıyla romanın aldığı biçimin beni heyecanlandıracağını hiç tahmin etmemiştim. Bu anlamda Dayı Parçası için edebiyatımız adına yeni dönem anlatım içeriğine sahiptir diyebiliriz elbet.
Murat Yalçın ile gerçekleştirdiğim bu söyleşide edebiyat dünyasından, yayıncılığa, editörlükten, yeni dönem edebiyat anlatı anlayışına, romanı Dayı Parçası’nın ince detaylarına varana kadar hemen hemen her konuda sohbet ettik. Son derece kapsamlı ve detaylı bir söyleşi oldu. Okuyunuz lütfen. Tabii ki Dayı Parçası’nı da yeni dönem edebiyat anlayışına şahitlik etmeye başlamak istiyorsanız eğer ve elbette iyi bir roman okumak isterseniz alıp okuyunuz efendim.
Söyleşi için buyurun lütfen
-
Aynur Kulak: İÜEF Psikoloji mezunusunuz. 1990 yılı itibariyle yayıncılık mesleğine giriş, 2000 yılı kitap-lık dergisi yayın yönetmenliği, editörlük, MSGSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Çağdaş Türk Hikâyesi dersleri… Baktığımızda edebiyat dünyasında faal olarak bulunma ve odaklanma var. Mezun olduğunuz psikoloji bölümüyle ilgili bir icranız oldu mu bilemiyorum fakat gelişmeler birbirini mi takip etti yoksa yayıncılık dünyası da hep vardı ve istediğim şey tam da buydu diyebilir misiniz?
Murat Yalçın: Okullar, işler, hayat, aile, meslek hepsi bir okuma yazma uğraşı çevresinde oluştu. Onlu yaşlarımda nasıl bir gelecek düşlediysem dönüp baktığımda iyi kötü o düşlere yakın bir hayat sürmüşüm. Yayıncılık çok okumanın, kitap sevdasının beni bağladığı bir meslek… Yazın hem mesleğim hem yaşama biçimim oldu. Daha ötesini istememiştim zaten. Derdim hiç değişmedi: daha çok yazabilmek, daha çok okuyabilmek.
-
Dayı Parçası romanınız kitabın ismi itibariyle bir gücü ve sahiplenişi çağrıştırıyor ilk etapta. Romanın isminin getirdiği çağrışımlar güçlü bir şeyin parçası olma hissiyatını –kendi adıma en azından– zihnimde canlandırdığı için sonsuz bir aidiyetlik hissiyle başladım romana. Dayı Parçası sizde hangi duyguların getirisi olarak şekillendi? Nasıl bir sürecin sonucu olarak yazıldı?
Dayı Parçası her zamanki gibi, yazmakta olduğum ama bir türlü ilerlemeyen öyküler arasında sıkışmışken, tam anlamıyla, boş duran sağ şeride hızla giren bir ambulans oldu. Yeni bir öykü yazdığımı sanırken dallanıp budaklandı. Matruşka ya da Binbir Gece Masalları gibi birbiri içinden çıkarak açılıp saçıldı. Son yıllarda üst üste gelen acıların acısını çıkarma, yaşanan kayıpları telafi etme arzusu anlatıyı çekip çevirdi diyebilirim.
-
Hikâye dört ana bölüm üzerine (Hastane-Ev-Tabut-Bellek) kurulu. Güçlü bir hikâyenin parçası gibi hissedilen duygularla başladığımız hikâyenin içinde ilerledikçe yolculuğun farklı duygulara bizi savuracağını anlıyoruz. Öncelikle anlatıcı dayısının hikâyesini (ve dolayısıyla kendi hikâyesini de aslında) anlatmaya başladığı mekân olarak hastaneyi seçiyor. Güçlü çağrışımlarla başlayan yolculuk, kendimizi en güçsüz hissettiğimiz mekân olan hastanede başlıyor yani. Hikâyenin asıl damarının bu iç içe geçmiş zıtlıklarda ve bu tipte zıtlıkların yarattığı duygularda yattığı yorumunu yapabilir miyiz?
Hastalık, düşkünlük içinde güçlü bir dayı karakteri belirdi yazdıkça. Bize zıt görünen hiçbir duygu, hiçbir düşünce birbirinden uzak değil. Gücün içinde güçsüzlük, umutsuzluğun içinde umut vardır. Bireysel yaşamda da tarihsel, toplumsal alanlarda da bu böyledir. Elbette insan yanımız güçsüz, çaresiz olduğumuz zamanlarda kendini daha çok gösterir. Gurur, onur, kibir yakamızdan düşer; kendimize yakıştıramadığımız, konduramadığımız ne varsa bizi bulur.
-
İlk ana bölüm Hastane, birbirine bağlı olmakla beraber on beş öykü başlığından oluşuyor ve bir günü hastanede geçen anlatıcımızın (veya herhangi X birinin) günlük koşuşturmaları içinde geçiyor. Koşturmalı bir gün kesiti sunmasına rağmen koşuşturma içinde geçen bir hayatın özeti (Hem Dayı hem de anlatıcı için) fakat aynı zamanda aslında nasıl bir hayat sürdürülüp gelinirse gelinsin hayatın ‘özü’ nün anlatıldığı (tek bir günün koşuşturmasını anlatsa da) bir bölüm diyebilir miyiz bu bölüm için? Çünkü sosyalist bir dayının dindar, namaz kılan belki de, bir dayıya dönüşümünün ilk ipuçları verilmeye başlanıyor. Anlıyoruz ki dipte akan su bize bambaşka bir hikâye anlatacak.
Dayının siyasal geçmişi, geçirdiği dönüşümler dayı-yeğen ilişkisini belirlemiyor. İnsani boyut inanç, düşünce düzeninden, siyasal bağlılıklardan daha önemli… Siyasal, toplumsal düzlemde nasıl ki bazı felaketler, afetler, acılar kutuplaşmaları geçici de olsa ortadan kaldırıyor ya da askıya alıyorsa bireysel düzlemde de ilişkileri belirleyen temel insani sorunlardır. Fedakârlık, feragat, sadakat, vefa, müsamaha kavramlarının birer erdem olmanın yanında bir güçler ilişkisinin göstergesi olduğunu unutuyoruz. Ortak geçmiş, sevgi, saygı daha eşit bir ilişkiyi vaat eder. Dayı Parçası’nda işleyen duygu sanırım minnettir, gönül borcudur. Giderayak başlamış bir iyilik yarışıdır.
-
Ev bölümü ile hastaneden çıkıyor, düşünü anlatmayı düşleyen dayının evine geçiyoruz. Eskimişlik, yıpranmışlık, küflenmişlik eşliğinde kaçınılmaz olan ölüme giderken dayı ile ilgili ufak ama dayıyı dayı yapan ayrıntılar vermeye başlıyorsunuz. “Bir şeye inandı mı, artık hiç savsaklamaz ibadete dönüştürür.”Anlatıcı ile dayısı arasındaki ilişki gibi yani. Hastalık, tedavi, bitmişlik duygusu ve nihayetinde ölüm eşliğinde edebiyatın insan yaşamı üzerine ayrıntılı iz düşümü diyorum ben buna. Ne söylemek istersiniz?
İnsanın özünü araştırma biçimidir yazın. Okurken kendimiz bulabildiğimiz ölçüde bağlanırız metne. İnandırıcı, tutarlı, işlenen karakteri doğru tonlarda renklendirme işidir anlatı. Ben de bir dayı yaratmaya çalıştım dilimin döndüğünce. Dolayısıyla, kitabın adını koyarken “dayı üstüne bir okuma parçası” demek istediğimi de yeri gelmişken söyleyeyim.
-
Tabut bölümünde anlatıcı ile dayının son seremonisine, Bellek bölümüyle de artık anlatıcıya odaklanıyoruz. Bir başkasının hikâyesini anlatıyor olmak kendi hikâyemizin aslında derinlerine dalıyor olmakla ya da dayının hayatından kesitler, parçalar hatırlarken, kendi hayatımızdan da bir şeyleri hatırlıyor ve aktarmak, anlatmak istiyor oluşumuzla alakalı olabilir mi? Dayı Parçası kendi parçamızın bir iz düşümü, bir tezahürü sanki. Ne dersiniz? Bu soruyu sorarken şu da geçti aklımdan: Aynı durumu hiç sevmediğimiz biri üzerinden de gerçekleştirebiliriz. Anlatıcı neden hiç sevmediği biri üzerinden değil de çok sevdiği ve özdeşlik kurduğu biri üzerinden anlattı bu hikâyeyi?
Kendimizde ötekini, ötekinde kendimizi görebilme yetisi sağlar yazın. Sevip sevmemek, beğenip beğenmemek öncelikli değildir bu noktada. Biz birini yererken de överken de kendimizi ifade etmiş oluruz esasında. Bir yazın yapıtında dile gelme biçimini gözetmeliyiz. Bir dil yaratısında anlatan da anlatılan da, yazar da okur da belirli ölçülerde işin içindedir.
-
Dayı Parçası romanı, hastalık, tedavi, yaşlanma, yüzleşme, ölüm temaları üzerine kurulu fakat anlatıcı hikâyenin bazı yerlerinde içinde bulunduğu durum veya yaşadıkları ne olursa olsun öyle güzel bir mizah yaklaşımı içerisine giriyor ki hikâyeyi salt dramatik bir yapıya büründürmekten çıkarıyor. Temaları yukarıda yazdıklarım olan bir hikâyede yaşama uğraşı için verilen umut dolu bir çaba diyebilir miyiz bunun için?
Dayının daha en başta güldüğünü sanırken ağlaması, ağlamak isterken gülmesi bahsettiğiniz dramın içindeki mizaha, acıklı güldürüye işaret ediyor. İkinci parçada anlatıcı hastane koridorundaki tiyatroyu görüyor, “vodvili tornistan edin facia oluverir” derken de kitabın iki damarını açıklamış oluyor. Yazarken hiçbir zaman yirminci yüzyıl hümanistleri gibi umut ya da umutsuzluk tasası gütmedim. Yeri geldiğinde her ikisinin de boşluklarına göz dikmeyi severim.
-
Dayı Parçası’nın yapısı da en az konusu kadar ilgi çekici. Edebiyat türlerini roman, hikâye, öykü minvalinde kategorize edersek (ki bu kategorize etme meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz parantez için de bunu da sormak isterim) Dayı Parçası bir roman fakat otuz dokuz kısa öyküden oluşan bir roman. Böyle bir yapıyı oluştururken hikâyeyi bir bütün haline getirmekte zorlandınız mı yoksa hayır zaten anlatmak istedikleriniz konusunda netseniz roman, hikâye, öykü, bunların iç içe geçmesi, dış dışa durması hiç fark etmez diyebilir misiniz?
Sık sık söylerim, bizim romanımız büyük hikâyelerimizdir, diye. Roman da şiir gibi daha geçen yüzyılda birkaç kez ölüp dirildi. Türler yeni biçimlere kavuştukça öldüğünü ileri sürenlerin sesi daha fazla çıkar. Ben, otuz dokuz parçadan mürekkep, dört ayaklı bir büyük hikâye yazdığımı söylesem yeridir. Bölümleri numaraladım. Bir tefrika-roman olduğunun altını çizmek için değil salt. Başka bir okuma düzeni önermemden, kırktan bir eksik olduğunun görülmesini istememden. Biçimin de bir noksanlığı göstermesi gerekti. Biçimle içeriği kaynaştıracak semboller, ayrıntılar üstünde durmayı seviyorum.
-
Yayıncı ve editör olmanızdan yola çıkarak biraz da yukarıdaki soruma istinaden son yıllarda anlatım tarzında türlere hiç takılmadan yeni, dinamik, yazarı tarafından iç içe geçmesinde hiçbir sakınca görülmeyen yeni anlatı teknikleri uygulanmakta. Bu anlamda yeniliğe doğru giden bir yola girdik diyebilir miyiz?
Murat Yalçın: 2000’li yıllardan sonra endüstriye hizmet eğilimlerinin ağırlık kazandığını, biçim araştırmalarının yerini kimlik söylemlerine, politik duruşlara bıraktığını düşünmeye başladım. Yazının bir dil, bir biçim işi olduğunu unutmayan yazarlar sessizce çalışıyor neyse ki. Öte yandan, “yenilik” derken, teknolojinin güdümünde hızla dönüşen yazınsal dil üstünde durmalı sanırım.
|
- TOPRAKTA BÜYÜR, TOPRAKTA YAŞAR, TOPRAKTA ÖLÜR İNSAN - 9 Ağustos 2021
- NE TAM OLARAK SUYA, NE DE TAM OLARAK GÖKYÜZÜNE AİT: SAKARMEKE - 8 Temmuz 2021
- YÜRÜMEMİŞ İLİŞKİLERİN, HAYAL KIRIKLIKLARININ, VAZGEÇİŞLERİN VE KABULENMELERİN ÖYKÜLERİ - 20 Haziran 2021
FACEBOOK YORUMLARI