
Kerem Bakıcı ile ilk öykü kitabı Toprakta Büyür mü İnsan? odağında yapmış olduğum söyleşi insanın büyüme, büyürken hayat mücadelesi verme ve yaşamı ölümü de kapsayacak şekliyle kabul etmesi üzerine gerçekleşti.
Toprakta büyür mü insan? Tüm hayatı, bir insan yaşamının tamamını, bir ömrün her bir evresini kapsayan böyle bir soruya verilen yanıt -aynı sorunun kendisi gibi- evrensel bir noktaya götürüyor bizleri. Toprakta büyür, toprakta yaşar, toprakta ölür insan. İnsan topraktan yaratılmıştır çünkü. Bu inanç üzerinden can bulur bazı öyküler ve biz okuyucuya ulaşır ulaşmaz kapak resminden, ismine ve ilk öyküsünden itibaren sorular sorup, cevaplar bulmaya zorlar sizi. İnsan yaşamı boyunca içinde bir avuç dahi olsa toprak taşır. İnsan topraktan –toprağından- ayırt edilebilir mi hiç?
Kerem Bakıcı ile ilk öykü kitabı Toprakta Büyür mü İnsan? odağında yapmış olduğum söyleşi insanın büyüme, büyürken hayat mücadelesi verme ve yaşamı ölümü de kapsayacak şekliyle kabul etmesi üzerine gerçekleşti.
-
İnönü Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüm mezunusunuz ve Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalında Yüksek Lisans eğitimine devam etmektesiniz. Yüksek Lisans’ınızı neden Yeni Türk Edebiyatı alanında yapmak istediniz? Bu konunun dikkatimi çeken tarafı ilk kitabı geçtiğimiz aylarda yayımlanan genç bir yazarsınız ve edebiyat ile olan temasınız öyle görünüyor ki; sizin için önemli bir yere konumlanıyor. Tesadüf olamayacak kadar art arda gelen bu konular çerçevesinde biraz edebiyat ile olan bağınızdan bahsedebilir misiniz?
Edebiyata sıkı sıkıya bağlı biriyim. Her yeni kitap bende tarif edemeyeceğim kadar güzel bir heyecan yaratıyor. Hayal kırıklığı yaratan kitaplar yok değil ama edebiyatla olan bağıma zarar verecek düzeye varmıyor.
Üniversitede eğitim görmeye başladığım ilk haftadan itibaren ilgimin tümüyle yeni edebiyata yöneldiğini fark ettim. Son 160 yılda gelişen, Batı etkisindeki edebiyat. Okumalarım buna göre şekillendi. Hem Divan edebiyatı hem de eski Türk dili dikkatimi pek çekmedi. O dönemlerden okuduğum, sevdiğim şairlerin olmadığını göstermiyor bu ama okuma, üstüne düşünme yoğunluğum orada değildi. Bugünü, yaşadığımız dönemin edebiyatıyla haşır neşir olmayı seviyorum. Bu yüzden yüksek lisansta da bildiğim, yaşadığım zaman dilimine yoğunlaşmak istedim.
-
Toprakta Büyür mü İnsan? Üç bölüm, 15 öyküden oluşan ilk kitabınız ile edebiyat dünyasına giriş yaptınız. Kitaba isim olarak neden soru cümlesi içeren bir isim koymak istediniz? Çok dikkat çekici, güzel, düşündürücü, insanda okuma isteği uyandıran bir soru cümlesi. Toprak ve insan ve büyümek… Nasıl oluştu kitaba ismini veren böyle bir soru cümlesi?
Dosyam tamamlandıktan epey sonra bir isme kavuştu. Önce aklıma herhangi bir öykünün ismini vermek geldi. Düş Artıkları, Alıç Ağacının Bedduası vs. İsim konusundaki kararsızlığım uzun bir süre devam etti. Artık sıkılmaya başladığımı fark ettiğim bir akşamüstü doğa, insan, yaşam ve ölümün kesişim noktalarını bize gösteren Ölüm Kokan Boşluk öyküsü geldi aklıma. Okudum. Tekrar okudum. Tekrar ve tekrar. “Toprakta büyür mü insan?” sorusu gitmedi gözümün önünden. O an kararımı verdim ve bir soruyla insanların huzuruna çıkmak istedim. Doğru sorular hem heyecan verir hem de merak uyandırır. Sizde bir okuma isteği uyandırması tesadüf olmasa gerek.
-
İnsan mücadelenin ta kendisidir aslında ve üç bölümden oluşan öyküler boyunca karakterler düşünüldüğünde ve yaşadıkları dışardan beklediğimiz, dışarıdan gelmesine alışık olduğumuz kötülüğün içerden gelmesi ve içerden geldiğinde ne yapacağımızı bilemiyor oluşumuz. Özellikle İkinci bölüm öykülerde bu daha belirgin sanki. Toprakta Büyür mü İnsan? Bahsedilen büyüme tam da bu içerden gelen etkilerle, insanı dağıtan içerden gelen kötülükle oluyor desem, siz nasıl yorumlarsınız?
Sevdiğimiz, değerin en alasını verdiğimiz insanlardan gelen kötülük yaralar bizi. Beklemeyiz, sırtımızı rahatça yasladığımız yerden gelmiştir çünkü. Onulmaz, kabuk bağlamaz bir yara açar.
Yaşam her anlamda bir mücadele alanıdır. Hayatta kalma dürtüsünün verdiği bir keşmekeş içindeyiz. İçerden gelen kötülükle karşılaşınca da bu keşmekeşlik etkisini daha fazla arttırıyor. Yalpalıyor, ne yapacağımızı bilemez hale geliyoruz. En büyük sitemler sevilenedir.
-
Birinci bölüm öykülerde hâkim olan tema, ölüm. Ölüm herkes için yüzde yüz gerçekleşecek ama bir zamansızlıkla, haksızlıkla, zulümle geldiğinde ölümü kabul etmek zor. Salman Rushdi’nin bir sözünü alıntılanmış: “Hepimiz ölüme bir hayat borçluyuz.” Evet, özellikle bahsi geçen Doğu Anadolu coğrafyasında ölümün borçlu olduğu hayatlar söz konusu. Kitaba ölüm teması içeren dört öykü ile başlamanızın tesadüf olmadığını düşünüyorum. Oy Havar ağıdı ile başlamanız tesadüf değil. O coğrafyada yaşamı niteleyen başat unsur ölüm bu yüzden mi dersiniz yoksa sadece coğrafya değil yaşamı da niteleyen en önemli unsur ölüm, bu yüzden ölüm vurgusu ile başlıyor öyküler mi dersiniz?
Yaşamlarımızın değerini, varlığını ölüme borçluyuz. İlk nefesi aldıktan sonra adım adım çağırıyor bizi ölüm. Gel diyor, tıpış tıpış kollarına gidiyoruz. Hayatı bu derece etkileyen bir şeyi merkeze almak kimseyi şaşırtmamalı. Coğrafyanın da etkisi var elbette ancak bunu salt coğrafyaya indirgememek gerek.
İnsan psikolojisini harap eden en temel şey ölüm korkusudur. İçinde bulunduğumuz döneme bir bakın isterseniz. Aşı destekçileri ve aşı karşıtları. Hangi taraftan bakarsanız bakın ölüm korkusunu görürsünüz. Onlara aşı adımını attıran da attırmayan da budur. Kitaba Oy Havar ile başlamam sizin de dediğiniz gibi tesadüf değil. Bir yakarış, ağıt, hatta isyan var orada. Bu isyan kişinin kendi ölümüyle ateşlenmiştir. Babaannenin oy havar ünlemi benim için önemliydi.
-
İkinci bölüm öyküleri insanın nasıl değişime uğrayabileceğini, içerde birbirini tanıyan insanların birbirine neler yapabileceğini, aşklarını, inançlarını nasıl yaşadıklarını ve ait oldukları toprakta nasıl büyüdüklerini anlatan üç öyküden oluşuyor. Kitabın ismini de niteliyor sanki bu bölüm öyküleri, ne dersiniz? Kendi içinde insan olmak, ne kadar kendi toprağın, kendi insanın olsa da zorlukları da niteleyen durumlar, olaylar, büyüme, yetişme ve bir daha eski “ben” eski insani özelliklere sahip olamayacağının anlanması söz konusu sanki.
İkinci bölümdeki üç öykünün birbirinin devamı niteliğinde olması, karakterlere daha fazla eğilmiş olmam, sanırım en beğenilen bölüm olmasının sebebi. Birbirini seven, arka kollayan, beraber gülüp ağlayan beş arkadaş. Birbirlerini çok iyi tanıyanlar. Yine aynı noktaya geldik. En yaman kötülük en yakından gelen kötülüktür. Bir daha karşımıza çıkıyor. Bu sefer sadece içerden değil, dışarıdan kötülüklere de rastlıyoruz. Mahallelinin söyledikleri bir ergenin içine şüphe tohumlarını ekiyor. Şüphe kemirir için için. Ondan kurtulmak zordur. Gözü kör eder de öyle yol aldırır. Arkadaşmış, aileymiş dinlemez. Öykünün sonunda hiçbir karakter yerinde saymıyordur. Değişim ve dönüşümün pençesindedirler artık.
-
Üçüncü bölüm öyküleri kaybedilen ve bir daha geri gelmeyecek olan zamanı, insanları, mekânları, geride bırakılmış coğrafyayı, yeni kurulmak istenen ama -yokluklarla nasıl mümkün olabilirse o kadar-, yeni kurulmak istenen hayatları anlatılıyor. Şunu düşündürdü buradaki öyküler: Galiba toprakta büyümüyor insan. Daha doğrusu büyüyor da kendi toprağında değil. Yabancı, hiç bilmediği topraklarda tutunmak isterken tutunamayıp bir anda büyüyüveriyor, ne olduğunu, başına ne geldiğini anlamaksızın. Ne dersiniz?
Bu bölüm öykülerinde ölümün etkisi az da olsa hafifliyor fakat ölüm ben buradayım, bir yere gitmedim diye de söyleniyor. Tek hükümdar, tek söz sahibi olmadığının da farkında. Umut var çünkü. Umudun olduğu yerde yokluk düşüncesinin ağır yükü etkisini yitirmez mi? Örneğin Haris. Kel Tepe’de Uzayan Gölge’nin Haris’i, bizzat kendi toprağında büyüyüp serpiliyor, hem de ayak dibine düşen gözyaşlarıyla. Haris gerçekten uzadı mı? sorusu ile sıklıkla karşılaşıyorum. O toprak, o acılar, o güzellikler, o umut uzatır mı insanı? diye karşı bir soru yöneltiyorum ben de. İnsan her nereye giderse gitsin, ister kendi mayasının çalındığı toprakta, ister başkasının toprağında öyle ya da böyle büyür, serpilir, kök salar. Ancak unutmayalım ki her büyüme, her kök salma iyiye, güzelliğe götürmez insanı. Daha çok acılara boğar, içine gömer.
-
Yerel bir dil kullanarak, yerel anlatımı tercih etmişsiniz. Tabii ki bu tercih öykülere yaklaşmamız açısından çok önemli. Atmosferin anlatılması, tasviri açısından da dil tercihinin, anlatımın Toprakta Büyür mü İnsan? da bir karakter misali varlığını hissediyoruz. Dilin ve anlatımın önemini konuşmak isterim sizinle. Özellikle yerelde insan hikayeleri ve olaylar aktarılırken dilin ve anlatının bir karakter gibi kendisini göstermesi konusundaki düşünceleriniz neler?
Sanırım olumsuz anlamda bana gelen en büyük eleştiri yerel dil kullanımım ile alakalı. Sizin söyleminizin aksine, oldukça az kullanıldığıyla ilgili bir eleştiri. Birkaç öykümde bu kullanım daha fazla yer edindi ancak çok fazla yerele boğmak istemedim. Bunu azaltınca da şöyle bir sıkıntı çıkıyor karşımıza: Yazarın izine karakterlerin sesinde rastlamak. Olmasını istemediğim bir şey ama bazen bir şey gelmez elden.
Yerel dili önemli, olmazsa olmaz olarak görenlerdenim ben de. Çünkü hayatın kendisi, gerçek dünya, sokağın dili var orada. Kahvehane köşelerinde kaçak çaya dört şeker atan amcalardan tutun da tarlada çapa sallayan annelere değin kimse kitabi bir ağızla konuşmaz. Yutar sözcükleri, harfleri. Nefesi tükenir de derince bir esner, geçmişten bir anı delip geçer zihnini, sonra devam eder sözlerine, kaldığı yerden, bambaşka yerden. Bunu, bu gerçekliği yakalamak kolay değildir bir yazar için.
Atmosferini hissettiğim her tür hoşuma gider. Okumaktan, izlemekten, dinlemekten büyük keyif alırım. Bu yüzden öykülerimi kaleme alırken özellikle atmosfer üzerinde daha bir sıkı çalıştım. Öykülerimi okudum, kayda aldım, gözlerimi kapayıp uzun kış gecelerinde dinledim. Gözümde canlandıramadığım kısımların üzerinden tekrar geçtim, düzelttim, kayda aldım, tekrar dinledim. Ta ki o atmosferin içine dalana dek. Dil ve anlatı olmazsa olmazımdır, es geçildi mi vay halime.
-
Pandemi süreci hala devam ediyor ve bu sürecin etkilerini aslında pandemi süreci başlamadan önce hissetmeye başlamıştık ve pandemi tuz biber oldu. Bundan sonrası için nasıl bir süreç bekliyor bizi? Özellikle edebiyat ekseninde düşünürsek edebi metinler ve yeni edebiyat nasıl etkilenecek bu süreçten?
Edebiyatta her zaman ve her şartta değişim olmakta. Özellikle hükümetlerin siyasete bakışı, toplumu yönlendirmesi birey üzerinde kalıcı etkiler bırakabiliyor. Bu etki ister istemez edebiyat sahasında da kendine yer buluyor. Küresel salgının insan üzerinde bıraktığı etkiyi kelimelerle ifade etmek güç. Korkunç bir ruh hali. Her kafadan bir ses. Maruz kalıyoruz kelimelere, cümlelere. Ölüm var ölüm, kapattılar evlere, tatmin etmiyor hiçbir şey, ne olacaksa olsun artık, aşı olun, aşı olmayın, psikolojimizin içine ettiler, büyük oyunu göremiyorsunuz, pandemi süreci, antikor, entübe, bulaş vs. Salgın yaşamımıza hem kötü etkisini salıyor hem de kendine has kelimeler kullandırıyor. Edebiyat bu durumdan kaçamaz, değişmeden ilerleyemez. Salgınla ilgili onlarca öykü yazıldı, yazılıyor ve ileride çok daha sağlam öykü ve romanlar gelecektir. Son olarak pandeminin maddi boyutuna da değinmek istiyorum. Bağımsız yayıncılar ve kitapçılar çok büyük darbe alabilirler. Dergiler kapandı, kapanıyor. Bu alanda çalışan, üreten tüm emekçilere desteklerin artması lazım.
- Toprakta Büyür mü İnsan?
- Yazar: Kerem Bakıcı
- Türü: Öykü
- Baskı Yılı: 2021
- Sayfa Sayısı: 80
- Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
- TOPRAKTA BÜYÜR, TOPRAKTA YAŞAR, TOPRAKTA ÖLÜR İNSAN - 9 Ağustos 2021
- NE TAM OLARAK SUYA, NE DE TAM OLARAK GÖKYÜZÜNE AİT: SAKARMEKE - 8 Temmuz 2021
- YÜRÜMEMİŞ İLİŞKİLERİN, HAYAL KIRIKLIKLARININ, VAZGEÇİŞLERİN VE KABULENMELERİN ÖYKÜLERİ - 20 Haziran 2021
FACEBOOK YORUMLARI