
Üç düzlem üzerinden yürüyen Beyaz Açlık’ta; 1867 sonbaharıyla 68 baharı arasındaki dondurucu kış mevsiminde yaşanan büyük açlık anlatılıyor.
“Teo gökyüzüne bakıyor, orada Johan’a dair bir işaret arıyor, en azından Tanrı’ya ait.
Ama gökyüzünü gri bir halı kaplamış.
Bu griliğin ardında bir Tanrı varsa, Finlandiya’ya doğru bakmıyor…”
Beyaz Açlık, 1972 Finlandiya doğumlu Aki Ollikainen’in ilk eseri. İlk kitap olmasına rağmen dikkat çekmiş; Helsingin Sanomat ve Finlandiya Edebiyat Ödülü’nü kazanmış, Man Booker Uluslararası Ödülü’ne de aday olmuş. Üç düzlem üzerinden yürüyen kitapta; 1867 sonbaharıyla 68 baharı arasındaki dondurucu kış mevsiminde yaşanan büyük açlık anlatılıyor: Hasta eşi Juhani’yi ölüme terk ederek iki küçük çocuğu Mataleena ve Juho’yu kurtarmak için Petersburg’a doğru ölüm-dirim savaşına çıkan Marja’nın yolculuğu ve güzel fahişe Cecilia’ya âşık olan Doktor Teo ile çocuksuz kardeşi Lars ve eşi Raakel’in hayatı bağlamında açlığın halk ve elit üzerindeki etkileri anlatılır. Dönemin siyasi durumu ise Senatör vasıtasıyla aktarılır.
Her ne kadar birbirine bağlanan üç hikâye olsa da kurmaca Marja ve çocukları üzerinden ilerlemektedir. Soğuk ve açlık öylesine bastırmıştır ki, insanlar bir lokma yemek bulmakta zorlanmaktadır. Ekmeklere yosun, ağaç kabuğu karıştırılmakta, insanlar otlardan yosunlardan zehirlenip ölmektedir. Bir yandan da yamyamlık, ölü yiyiciler söylenceleri yayılmaktadır. Marja, çocuklarını kurtarmak için zorlu ve neredeyse imkânsız Petersburg yolculuğunu göze alarak ölüm döşeğindeki kocasını geride bırakır. Juhani, son aylarda yemek yemeyi reddederek her şeyi eşi ve çocuklarına bırakmıştır. Bunun karşılığında da ölümün nefesi gelip onu bulmuştur. Ancak davranışı Marja tarafından fedakârlık değil korkaklık, aptallık olarak nitelendirilir; ailenin sorumluluğunu üzerine alması gerekirken adeta kaçmıştır. Daha fazla eziyet çekmemesi için eşini öldürüp öyle gitmeyi bile düşünen Marja, evi terk ederken kapısını da açık bırakır. Geceyi kasabanın zenginlerinden Lehtoların evinde geçirirler. Aile, çocuklardan birini bırakmasını, onu besleyebileceklerini söyler. Ancak Marja çocuklarından kopamaz. İnsanların insafından başka güvenebilecekleri bir şey yoktur. Kızağına alacak biri çıkmadığı takdirde gün boyu yürürler. Geceleri kapısını çaldıkları ev sahibinin, han ya da kilisenin insafına sığınırlar. Gittikleri yerlerde istenmezler her kasabanın kendi dilencisi kendilerine yetmektedir. Ama gene de bir yatak bir lokma ekmek bulurlar. Bunun karşılığı genellikle aşağılama bazen de tecavüz olur.
İnsanlar bu kadar büyük açlık çekerken papazlar tok karınlarını kalın kürklerine sararak ölenler için tanrıya dua etmektedir. “Bugünlerde zaten herkes aç gözüküyor. İri yarı bir insanı vaiz kürsüsü dışında bir yerde gördün mü ki?” Elitin de açlık çekmesinden hasetvar mutluluk duyan fakir halk kısa süre sonra bunun kendisi için felaket olduğunu fark eder: “Doktor Berg kapının eşiğinde duruyor. Marja doktorun üstünden sarkan paltoya bakıyor. Berg’in yüzü kemikli ama kıyafetlerinden bir zamanlar iri bir adam olduğu anlaşılıyor. Adam çok kilo vermiş. Beyler de çöküyormuş diye düşünüyor Marja. Ama bu teselli kısa sürüyor; zenginler bile ekmek sıkıntısı çekiyorsa fakir halka ekmek nasıl yeter.” Siyasilerin açlığa bulduğu çare, işlikler açmak böylece insanların yollara düşmelerini engellemektir. Fakir halkın buralarda para kazanması mümkündür ama ekmek yiyebilmesi çok zordur. İşliklerde en çok üretilen şeyse, tabuttur!
Siyasilerin gözünde açlıktan ölen insanlar, satranç tahtasındaki isimsiz piyonlardan farksızdır. Elit içinse bahçıvanın elma ağacının dayanıksız dallarını budaması gibi açlık da en zayıf fertleri elemektedir. Din adamları durumu insanların inançlarının sınanması olarak görür. Oysa halk için açlık canlarını alan beyazlıktır: “Ölümün rengi beyazdır ama cenazelerde insanlar siyahlara bürünür, yani yaşayanlar. Ölüye de hayata da sahip olmuş olduğu en iyi siyah kıyafeti giydirilir ama ölümün yüzü hep beyazdır. Ruh insanı terk edince geriye sadece beyaz kalır.”
Roman boyunca anlatılan açlık öylesine burkucu ki, midenize saplanan spazm gibi onu hissediyorsunuz. İnsanların dişleriyle bir köpeğin karnını yarıp diri diri yemeğe çalışmalarını, ineklerin kanlarını emerek güç toplamak istemelerini hatta yiyecek çalanları linç etmelerini dahi anlıyorsunuz.
İstanbul’da doğmuş ve yirmili yaşlarda Finlandiya’ya taşınmış olan Ailin Gümüş’ün başarılı çevirisi sayesinde kitap boyunca altı çizilecek tasvir ve benzetmelere sıklıkla rastlıyorsunuz: “Atın kaburga kemikleri dua etmek için kenetlenmiş parmaklara benziyor.” “Samanlığın duvar tahtaları daha da seyrelmiş. Rüzgâr bir akciğer hastası gibi boğuk boğuk uğulduyor.” “Kadının sesindeki kederli zafer sevinci Marja’nın tüylerini diken diken ediyor.” vb.
Kitabın sonsözü olan epilog ise bittiğini sandığınız romana bambaşka bakış açıları sunuyor. Beyaz Açlık güzel bir kitap ama soğuk kış günlerinde sıcacık kaloriferin başında, elinizde çayınız ıhlamurunuzla kurabiyenizi yerken okumaya kalkarsanız vicdanınızı sızlatacağından, rüzgârın uğuldadığı bir havada hırkalara montlara bürünüp bir parkta aç karnına okumanızı tavsiye ederim. Hasta olursanız mesuliyet kabul etmem ama… Baştan söyleyeyim.
![]()
|
- KÜÇÜK ANATOLA’YI KURTARMAK - 2 Aralık 2019
- Hişt! Hişt! Hayal Kursana Dostum - 25 Mart 2019
- Jules’ün Bağladıkları - 17 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI