
“Ölümden beter yaşamlarla” tehdit edilmekte olduğumuzu fark ediyoruz.
Roman, bazen bir direniştir, bazen de “yalancı hayat”ı üreten mekanizmalardan biri.
Kimseye büyük ikramiye çıkmayacak olsaydı insanlar umutla, heyecanla piyango bileti alır mıydı? Ama 9 yüz 99 bin 999 kişinin bir piyango çekilişini finanse etmesine, milyonda bir gibi minicik bir umut yetiyor.
Bir piyango sistemi içinde yaşıyoruz. Hayatı garantiye alacak bir diploma veren fakülteyi, üniversite giriş sınavında adayların ancak yüzde 5’i kazanıyor. Şirketteki bir bölümde yöneticiliğe yükselme, girişilen ticaret sayesinde refaha ulaşma olasılıkları da daha yüksek değil.
Ezilen taraftan ezen tarafa geçme olasılığı var elbette. Zaten bu sayede sistem sürdürülebiliyor. Bir kişinin bu olasılığı gerçekleştirmesi mümkünken, “başaracak” ve “başaramayacak” olanların sayısının-oranının değişmesi mümkün değil. Bu apaçık gerçeği görmemek, üniversite giriş sınavında “bütün adaylara başarı dilemek” gibi saçmalıklara neden oluyor.
Eğitim sisteminden ve çalışma hayatından zarar gören bunca insan, kendi konumları açısından değil de ulaşmayı hayal ettikleri konum açısından hayata bakınca, “küçük bir grubun çıkarını savunan çoğunluk” gerçeği ortaya çıkıyor. Dünyayı değiştirme olasılığı, bütün o sahte umutlardan daha düşük sanıldığı için, yalancı bir hayat sürekli yeniden üretiliyor. İşte sömürüyü, ayrımcılığı, cahilliği meşrulaştıran “çoğunluk yönetimi”!
Tek tek insanların çoğu bu gerçeği görse bile, ortak hareket etme koşulları yaratılmadığı sürece, kendilerine zararlı düşünceleri ve değerleri savunmaya devam edeceklerdir. Yoksulluğu yoksulların suçu, işsizliği işsizlerin tembelliği gibi hissedeceklerdir.
ZEVK MESELESİ DEĞİL, EDEBİYAT!
Bu “yalancı hayat” olgusuna karşı mücadele etmenin bir yolu olarak, sıkça edebiyattan söz edilir. Oysa edebiyat, özellikle de roman, bir direniş yolu olduğu kadar, “yalancı hayat”ı üreten mekanizmalardan biridir de. Son on yıllarda yayımlanmış romanların, hele çok okunmuş olanların hayata olumlu etki yaptığını ileri sürmek, herhalde ancak ezberci bir yaklaşım kabul edilebilir.
Zaten herhangi bir düşünce, herhangi bir olgu toplumun tamamına faydalı veya zararlı olabilir mi? “Herhangi bir kitap” da tıpkı böyle, toplumun bir kesimine faydalı, başka bir kesimine zararlıdır. Bazı iyi yazarların iyi yapıtlarına rağmen, geçtiğimiz on yıllar boyunca okunan romanların bileşke etkisinin toplumdaki hangi duygu ve düşünceleri beslediği ortada değil mi?
Bir roman elbette sadece “fayda” açısından değerlendirilemez; “güzel” niteliği taşıması kuşkusuz daha önemlidir. Fakat bir romanı “güzel” bulmak veya “sevmek” bir “kişisel zevk meselesi” olamayacağı gibi, toplumun tamamı tarafından üzerinde anlaşılan bir mesele de olamaz. Sonuçta, biz bir romana “iyi” dediğimizde, kendi kültürel değerlerimizi ve evrensel emek değerlerini referans alıyoruzdur. Yani “güzel”, toplumun Karacaoğlan’a, Yunus’a ve günlük hayatında emeğiyle ürettiklerine yabacılaşmamış, yozlaşmamış kesiminin estetik değerine uygun olandır; “faydalı” da yine bu kesimin hayatını güzelleştirmeye, kolaylaştırmaya yönelik olandır.
Bu durumda, genel olarak “kitap okumayı” yüceltmek anlamlı değil. Ama bunca zararlı kitabın büyük bir kandırmacayla piyasaya sürüldüğü bir dönemde, örneğin, İlker Aksoy’un romanı Ölümden Beter Yaşamlar’dan söz etmek bir görev.
TEDİRGİN EDİCİ BİR ROMAN
Biraz “karışık” denebilecek kurgu içinde ilerledikçe olaylar zinciri gelişiyor, karakterler canlanıyor. Onca karamsar, sert, acımasız bir hikaye anlatmasına rağmen, Aksoy, hiçbir kahramanına nefretle yaklaşmıyor. Hak etmediği konuma yükselmiş olmanın doğal sonucu olarak “başarısız” insanları küçümseyenler, kendisine ihtiyacı olan dostlarını görmezden gelenler, gücünün yettiğini acımasızca ezen itaatkarlar… Kişilere bir suçlama değil, ama dünyanın bu koşullarına yıkıcı bir eleştiri var romanda.
Ezen tarafa geçmeye çalışan, bunu başaramasa da o tarafın değerlerini benimseyerek gönüllü bir kölelik hayatı süren insanları zaten günlük hayatlarımızdan tanıyoruz. Daha açıkçası, öyle yaşıyoruz. Daha zengin, daha başarılı, daha ünlü (saygın) bir konuma ulaşma seçeneği, her zaman önümüzde duruyor.
Oysa o üst sınıf hayat kadar, düşkünlük içinde bir hayat da elimizi uzatsak dokunacağımız yakınlıkta. Ölümden Beter Yaşamlar’ın sefil kahramanları, bu yakınımızda olma durumunu somutlaştırdıkları için bizi tedirgin ediyor. Örneğin, apartman kapısının önünde yatıp duran tinerci, kimsesiz ve hayatında hiç başarı şansı yakalayamamış biri değil; üniversitede öğrenciyken “yoldan çıkmış” biri.
Yükselmek için oyunun kurallarına uymak gerekliliğinden sıkça yakınır, “başarılı” olanları eleştiririz. Ama tepkilerimiz hep sözde kalır, bazı ütopik emeklilik hayalleri dışında, asla bu dünyanın dışına çıkmayı düşünmeyiz. Yarışta yer almayı reddetmenin nasıl bir yıkıma yol açabileceği konusu bize pek yakın değildir. Başka türlü yaşamak için harekete geçmeyerek aslında çok yakınımızda olan sefil bir hayata sürüklenme tehlikesinden kendimizi koruruz, hatta onu pek hissetmeyiz.
İşte bu tehlikeyi hissediyoruz, Ölümden Beter Yaşamlar romanında. Tedirgin oluyoruz. O “ölümden beter yaşamlarla” tehdit edilmekte olduğumuzu somut biçimde fark ediyoruz.
HEYECANLA, UMUTLA
Hiçbir dil, söz, kurgu oyununa gereksinimi olmayan derin bir roman bu. Tam da bu nedenle bir iki küçük kusur gözümüze takılıyor. Merak uyandıran sürükleyici hikayesine, akıcı diline ve dünyaya baktığı doğru açıya rağmen, yazarımız biçimsel ilginçlik hevesine kapılmış gibi. Ve neredeyse tamamı gereksiz gibi görünen çok sayıda devrik cümle…
Belki İlker Aksoy, ilk romanını çok sevmiş bir okurunun bu sözlerini dikkate alıp bir düşünür. Böylesine “güzel-faydalı” ve daha duru romanlarını umutla, heyecanla bekliyoruz.
- Ölümden Beter Yaşamlar
- İlker Aksoy
- Sel Yayıncılık
- 2014
- 317 sayfa
- İbrahim Meleknaz’ı Seviyor! - 16 Şubat 2017
- Karanlığı Dağıtan Aydınlık - 5 Ocak 2017
- HAYIR’lı Bir Roman - 2 Şubat 2017
FACEBOOK YORUMLARI