“Oynayalım albayım. Tekrarlara düşmekten korkmadan oynayalım. Asıl, tekrarlara düşelim ki, içimizi kemiren şeytanı her fırsatta rezil edelim. Hemen başlayalım. Yazalım albayım. İşte kalem, işte ıstırap albayım.” Tehlikeli Oyunlar – Oğuz ATAY
İşte Seyyar Sahne dahilinde sevgili Erdem Şenocak’da tam 8 yıldır tekrarlara düşmekten korkmadan, enerjisini kaybetmeden, temposunu hiç düşürmeden sesi, nefesi, nefreti, öfkesi, heyecanı, neşesi oluyor Hikmet Benol’un. Evet, neşesi, öfkesi, heyecanı, nefreti diyorum çünkü Şenocak ete kemiğe bürünmenin ötesinde duyguların kendisi de oluveriyor sahnede kıymetli oyunculuğuyla.
Ne yalan söyleyeyim. Başlarda oldukça ön yargılıydım oyuna karşı. Bilirsiniz; herkesin kendine göre canlandırdığı bir Hikmet vardır kafasında. Uzaktan bakınca örtüşmedi benim Hikmet ile değerli Şenocak’ın Hikmet’i. Sonrasında Bavul dergisinde yayınlanan ve tüm önyargımı yıkacak olan bir yazısına denk geldim kendilerinin. Neden? Neden birden fazla Hikmet olmasın? Tıpkı sevgili Oğuz Atay’ın da kıymetli romanında yaptığı gibi…
Oyun sonrası Moda Sahnesi’nde bir parça söyleştik değerli Erdem Şenocak ile Seyyar Sahne ve Tehlikeli Oyunlar’a dair… Kırmadı, yanıtladı bütün samimiyetiyle sorularımızı. Şimdi sözü fazla uzatmadan kendilerine bırakalım teşekkürlerimizi de şerh düşerek…
İlk olarak Seyyar Sahne ile başlamak istiyorum. “Her ne kadar alışılagelen anlamda “profesyonel” tiyatrocular olmasak da…” diyerek başlıyor cümleye Seyyar Sahne kendini tanıtırken. Ben biliyorum fakat okurlarımız için ilk ağızdan bir kez daha öğrenelim istiyorum. Seyyar Sahne kimdir? Nasıl bir araya gelmiştir? Erdem Şenocak’ın yolu Seyyar Sahneyle nasıl kesişmiştir?
Şu anki Seyyar Sahne dediğimiz ekip aslında 2000’de kurulmuş iki grubun İTÜ Mezunlar Tiyatrosu ve Seyyar Sahne’nin birleşimi. İTÜ’de ve Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrenci kulüplerinde tiyatro yapmış sanatçı adaylarının mezun olduktan sonra mühendislik, akademisyenlik gibi mesleklerinde devam ederken aynı zamanda tiyatro yapma motivasyonlarıyla kurdukları iki grup. İkisinin de sanat yönetmeni Celal Mordeniz. Bu iki grup, yıllar boyunca birbirlerinin çalışmalarını takip ettikten, misafir oyuncu alıp verdikten, ortak çalışmalar yaptıktan sonra 2005 yılında “galiba biz tek bir topluluğuz” diyerek Seyyar Sahne adı altında birleşiyorlar. Birleşmeden sonra da oyun çıkarmaktan çok bir araştırma tiyatrosu olarak devam ediyor Seyyar Sahne. Tabii arada bu araştırmaların sonuçlarıyla seyirciyle buluştuğu da oluyor. Günümüze kadar da evrimine devam etti, ediyor Seyyar Sahne.
Ben de İTÜ’de öğrencilik yıllarında tiyatro yaptıktan sonra mezuniyet sonrası da tiyatroya devam etmek isteyenlerden biriyim. Yani şu anki ekip arkadaşlarımla yaklaşık 20 yıldır birlikte çalışıyoruz.
Zaten prova tiyatrosu olarak nitelendiriyorsunuz birkaç söyleminizde…
Aynen öyle. Genelde prodüksiyon tiyatrosu olmak zorunda kalıyor çoğu grup. Devlet Tiyatrosu mensubuysanız devlet size oyun çıkartmanız için ödenek veriyor, ticari tiyatroysanız zaten oyun çıkarıp para kazanmak derdine düşüyorsunuz. Biz kendimizi biraz daha araştırmaya dönük, içimize sinerse oyun çıkaracağımız şekilde organize ettik. Gelişmek, ilerlemek, yaratıcılık adına… Kendimizi finansal açıdan da buna göre organize ettik. Yani biz başka işlerden para kazanalım (akademisyenlikti, mühendislikti); tiyatrodan para kazanmak zorunda kalmayalım; dolayısıyla da deneme-yanılma lüksümüz olsun, oyun çıkarmak mecburiyetimiz olmasın, dedik. Uzun süren ve bir oyun çıkarmayı hedeflemeyen prova süreçlerimiz oldu. O süreçler, sonra tiyatro kampları fikrine ve bu fikrin bizde ve başkalarında büyük etkiler yaratmasıyla bir oyunculuk araştırma merkezi olan Tiyatro Medresesi’ni kurmaya kadar getirdi bizi.
Şimdi de Tehlikeli Oyunlar’a giden süreci sormak istiyorum. Bir oyuncu için oldukça zengin bir malzeme diyebiliriz sanırım ama 476 sayfalık bir romanı bir oyun metnine dönüştürmenin ve sahneye taşımanın zorlukları da ortada… Tehlikeli Oyunlar’ı sahneye taşıma fikri nasıl doğdu? Nasıl bir süreç izlediniz?
Aslında hemen az önceki soruyla biraz bağlantılı, biraz önce anlattığım şeyin pratik sonucu. Araştırma, deneme, yanılma lüksümüz vardı demiştim az önce. Tehlikeli Oyunlar fikri işte böyle bir yaratıcı ortamda, tiyatro kamplarından birinde doğdu. Çünkü o kamplar tamamen özgürce deneyebildiğimiz ve saçmalama riskini alabildiğimiz yerler. Normalde sezonda ne yaparsın, nasıl çalışır kafası insanın? “Bir metin bulayım da bir oyun yapayım. Kaç kişiyiz? Yedi kişiyiz; sen onu oyna ben bunu oynayayım” gibi çalışır ya. İşte zihnin öyle çalışmayacağı ortamlar yaratmaya çalışıyoruz biz. Ve o kamplarda yönetmenimin bir çalışma önerisi vardı: Arkası yarın şeklinde roman okuma… Ve bu oradan bir oyun çıkarırız amacıyla da değil, sadece romanı okuyacak olmanın yüzü suyu hürmetine yapılmış bir çalışmaydı. İşte bir çalışma da bu olsun demiştik. Gündüz başlıyoruz mesela; denize yürüme çalışması bu da bir çalışma, dağda yürüyoruz vs. O kampların çoğunda tiyatroyla hiç alakası olmayan çalışmalar yapıyorduk. Hiçbir zaman o kamplarda “hadi sen de şu metni al, sen onu oyna ben de bunu oynayayım, gel biraz okuyalım” gibi bir çalışma asla olmadı. Tiyatroya çok uzak çalışmalar yapıyoruz gibi oluyordu ama her seferinde paradoksal bir şekilde o çalışmalar bizi şarj edip besliyordu. İşte Tehlikeli Oyunlar’ın da tesadüfen fikir olarak ortaya atılması bu kampların sayesinde oldu. Ben o dönemde tek kişilik bir çalışmanın içerisine girmek istiyordum, yönetmenim de biliyordu. Arkası yarın şeklinde okurken 3. gün sıra bana geldi, çok da güzel denk geldi, ben ve dinleyenler açısından Oğuz Atay’la güzel bir buluşmaydı. Ve dediğim üzere sonsuza kadar prova yapma ve gerekirse oyunu oynamama lüksümüz de olduğu için o cesaretle yönetmen “Bunu çalışalım işte, sen de bir şeyler yapmak istiyordun benim de gözüm kesiyor bunu. Beceremezsek çağırırız arkadaşlarımızı onlara okuruz sadece.” diye önerdi. Böylece hiç sahneye çıkmama riskini de alarak 7 -8 aylık delice bir çalışma sürecine girmiş olduk.
Bavul Dergisinin 16. sayısında “Tehlikeli Oyunlara Gülmek Caiz midir?” başlıklı bir yazınız yayınlanmıştı. İtiraf edeyim beni oyuna çeken şey de bu yazınızdı. O kadar samimi ve sağduyulu bir şekilde değerlendirmiştiniz ki gelen tepkileri “Haklı, herkesin Hikmet’i kendine” deyip Moda Sahnesi’nde almıştım soluğu… Neden peşin hükümler peşimizi bırakmaz, bunu aşmamızın yolu sanat olabilir mi sizce?
Yani evet peşin hükümleri kırmanın bir yolu da sanattır diyebiliriz. Bazen peşin hükümlü sanat eserlerine de rast gelebiliyoruz ama onlar bence değerinden yitiren eserler oluyor. Büyük bir sanat eseri gördüğümüzde çok sesli olduğunu görürüz. Tek bir ses gelmez onlardan. Bunu “kim ne anlarsa odur” anlamında söylemiyorum. Örneğin bir akoru bastığınızda farklı sesler içerir fakat ortak bir ses gelir ama do majörse do majördür o, bence si yediliydi falan demez kimse. Yine de içinde tek bir ses yoktur. Ya da tragedyalara bakalım. Bir kahraman çıkar “Ne kadar haklı” dersin, sonra karşı kahraman çıkar “Aaa ama bu da haklı” dersin. Ve tragedya dediğin şey de bu çok sesliliktir biraz. Dediğiniz üzere, büyük sanat eserleri peşin hükümleri kırmamız yolunda bize rehber olabilirler.
Aynı zamanda seyircinin Hikmet Benol’a karşı bir yüceltme eğilimi olduğuna değiniyorsunuz. Ve Oğuz Atay’ın dahi Hikmet’ten bahsederken “olumsuz bir karakter düşünüyorum “ dediğinden… Çok doğru, kimsenin okumadığı kitapları okuyan, sevilmeyen, olumsuz bir karakter Hikmet fakat ben de yüceltiyorum onu modern topluma karşı muazzam bir eleştiri aracı olarak kullanıldığını düşündüğüm için. Peki, oyuncu, yönetmen, dramaturg Erdem Şenocak’ı bir kenara koyarsak, bir okuyucu olarak Erdem Şenocak’ın gözünde nasıldır Hikmet Benol?
Hikmet’in çevresinde okuyucu tarafından oluşturulmuş romantik bir hale var evet. Bence bu biraz Hikmet’in Tutunamayanlar’ın kahramanı Selim Işık’la da karıştırılmasından. Selim Işık onun kadar olumsuz bir karakter değil ama Selim Işık bir karakter değil bence zaten. Roman kuramı açısından konuşacak olursak daha mitik bir tip. Gerçek hayatta göremeyiz belki Selim Işık gibi birini. Ama gerçek hayatta görüyorum Hikmet Benol’u, “çok benziyor bana” diyorum. Hem de bir sürü insanda görüyorum, kadınlı, erkekli… Yani sadece erkekler değil kadınlar da benzetiyordur kendine. Hırs, rekabet, yeniklik duygusu… Bilmiyorum siz bu açıdan yorumluyor musunuz Hikmet’i ama ben “Aaa aynı ben!” diyorum bir sürü açıdan. Dolayısıyla evet Selim Işık yüce bir yerde ama çok daha kanlı canlı, yeryüzünde bir karakter Hikmet Benol. Olumsuz özellikleri nedeniyle çok daha insan… Hepimizde olan özellikleri taşıyor. “Hikmet var ya şeytandır hiç bizim gibi değildir” de diyemeyeceğim. Kötüdür ama bizim gibi kötüdür. O yüzden de çok sert bir sopayla vuramıyorum Hikmet’e. Oğuz Atay’da vuramamış bence zaten.
Ve gülüp gülmeme konusuna değinecek olursak; ironi ve mizah zekânın işçiliğidir ve zekâ beni gülümsetir. Çünkü bunu eser sahibine çıkarılan bir şapka olarak düşünürüm her zaman. “Bitirirken en başta verdiğim sorunun cevabını kendimce verecek olursam; bence caizdir(bu arada caiz-yapılabilir ama yapılmasa daha iyi olur-anlamına geliyormuş. Birinci ve ikinci gruptakilerden biri çıkar da niye gülünmesine icazet verdin diye beni sıkıştırırsa kendimi bu şekilde savunmayı planlıyorum.)” diyorsunuz yazınızın sonunda. Ben burada da şapka çıkararak gülümsüyorum. Tehlikeli Oyunlar’a gülmek aslında farzdır desek yanlış mı olur?
Farzdır diyemem. O da kime ne yapacağını söyleyemeyeceğimden. Ben Oğuz Atay’ı her okuduğumda gülümsüyorum, gülüyorum. Bir şey okurken yüksek sesle gülmek çok yaptığım bir şey değil çok komik bile olsa hani ama gülünç buluyorum çoğu yeri, komik buluyorum, ironik buluyorum. En dramatik yerinde bile mesela Tutunamayanlar’da “Bat dünya bat. İki gözün kör olsun da piyango bileti sat!” diyor. Yani buraları komik bölümler, buraları acıklı bölümler gibi bir ayrım yapabilmek de mümkün değil. Ama gülmek için farzdır da diyemem söylediğim gibi, çünkü her okuduğumda farklı duygularla okuyorum.
Sekiz yıldır sahneliyorsunuz Tehlikeli Oyunlar’ı ve eminim ki bu süre içinde bir çok farklı tepkiyle karşılaşmışsınızdır. Peki, sizi çok şaşırtan ve aklınızda kalan bir izleyici yorumu var mı?
Düşüneyim… Bir tanesi mesela Bavul’daki yazıda da kullandığım bir ekşi sözlük yazarının yorumuydu. Oyuna çok olumsuz bakıp, niye gülünüyor diye tepki gösterip sonra kendini gülerken yakalayan o kişinin yorumu çok ilginçti. Bir insanın böyle bir şeyi, bir yanılgısını itiraf edebilmesi çok hoşuma gitmişti. Bir yazar arkadaşımız Kerem Eksen de “Romanın iç sesini bulmuşlar sanki” diye tarif ediyordu bizim oyunu, o da ilginç bir yorum. Bunların dışında pek bir şey aklıma gelmiyor şu an.
1998 yılında başlamışsınız tiyatroya ve o zamandan bu zamana yer aldığınız (gerek oyuncu gerek yönetmen ve düzenleyici olarak) onlarca proje var. Tehlikeli Oyunlar’a geldiğimizde ise son derece zahmetli, yüksek bir konsantrasyon ve hatta kondisyon gerektiren bir oyun görüyoruz. Kariyerinde nereye koyar Erdem Şenocak Tehlikeli Oyunlar’ı?
Şöyle; geçmişle bağlantılandıracak olursam aslında Seyyar Sahne’deki oyuncu arkadaşlarımızla, yönetmenimizle beraber yaptığımız çalışmaların, araştırmaların bir sonucu. Yine “Ben, Pierre Rivière…” diye bir oyunumuz vardı bundan önce. O oyunda tek kişi olarak sahneye çıkma deneyimim olmuştu. O oyunun karakteri de Hikmet’e bir anlamda benziyor aslında. Pierre Rivière de kendini seyircinin, okuyucunun karşısında açan bir karakterdi. Fakat onda hiçbir komik öge yoktu; Hikmet daha komik bir şekilde açıyor kendisini seyircinin karşısında. Gelecekle bağlantılı olarak ise oynamaktan çok keyif aldığım, aynı zamanda oynarken kendimi, Oğuz Atay’ı, romanı tekrar tekrar dinleyebildiğim bir oyun benim için. Sevdiğim ve uzun seneler daha oynamayı istediğim bir oyun. Ve de tabii ki en azından şimdiye kadar bu oyunu uzun süre oynama şansım olduğu için -seyirciyle buluşma anlamında- çok da şanslı hissediyorum.
Son olarak klişelere düşmeden olmaz. Kitapeki.com okuyucuları için söylemek istediğiniz bir şeyler…
Şunu söyleyebilirim; madem Kitap Eki, Seyyar Sahne’nin birçok edebiyat uyarlaması var, sadece Tehlikeli Oyunlar değil. Şu anda gösterimde olan Çocukluğun Soğuk Geceleri -yine Oğuz Atay familyasından diyebileceğim Tezer Özlü’den uyarlamadır-, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünden Dimrit karakteri için bir uyarlama yaptı arkadaşlar Seyyar Sahne’den. Daha önce Leyla Erbil’ler vardı ama onlar artık repertuarımızda değiller. Seyyar Sahne’nin edebiyat uyarlamalarını takip etmelerini tavsiye edebilirim. Edebiyat uyarlaması olmayan, kendileri de bir edebi eser olan Yılın En İyi Kadın Oyuncusu ve Bir Meşrutiyet Faciası yahut Gündüzlerimiz adlı oyunlarımızı takip etmelerini de öneririm. Web sitemizde güncel bilgileri bulabilir hatta hizmet ücreti ödemeden bilet satın alabilirler.
Fotoğraflar: Erdinç ERKUL
- Sıcak Kafa; “Sözlerin rengini hareketlerin makamına tercih etmeyen bir roman” - 4 Nisan 2018
- Olivia Laing anlatımıyla özel bir şehir: Yalnızlık… - 9 Mart 2018
- Bir Vakitsiz Kaybeden: Albert Karako - 19 Ocak 2018
FACEBOOK YORUMLARI