![](https://kitapeki.com/wp-content/uploads/2017/07/15Temmuz2017_sabrikuskonmaz.jpg)
Bu kitap kafa karıştırmak için olduğu kadar, yazıyı ve yazarı avucunuzun içinde görmenizi sağlayacak bir kitap!
Yaz geldi, yarılandı neredeyse. Yaz için, çıkılacak tatil için kitap önermek diye bir şey vardır. Yaz için nedense, genelde “hafif” kitaplar girer listeye.
Ben de âdete uyup bir hafif kitaptan söz etmek istiyorum. Ancak bu kitabın hafifliği sadece sayfa sayısı ile ilgili. Kırk bir sayfalık bu kitap, üç farklı yazarın imzasını taşıyan üç makaleden oluşmuş. Kapağında “Yazmanın Zavallılığı ve Yazarın Ölümü Üzerine” adını taşıyan kitabın adı, iç sayfada biraz değişiyor; “Yazmanın Lüzumsuzluğu Ve Yazarın Ölümü Üzerine” olarak yer alıyor. Kitabın adı, üç yazardan, üç makalenin sentezi.
Fernando Sdrigotti’nin makalesi, “Yazmanın Lüzumsuzluğu Üzerine”, Peter Lamarque’nın makalesi “Yazarın Ölümü”, William S. Burroughs ise bu konudaki bir konferansının ses çözümü olan metni ile yer alıyor, “Jack Kerouac Üzerine.”
Bu üç yazarın adını gördükten sonra artık, kitabın içeriği için kelime harcamaya gerek bile kalmıyor, diyebiliriz! Çünkü, kitabın yazarlarını ve başlıkları gördükten sonra, hemen arkasından Borges, Barthes, Foucault gibi referans isimlerin de geleceğini bilmeliyiz.
Şimdi bu üç ismi, metinlerini – ve de referanslarını- düşündüğümüzde, okuma sonrasında tatilin ve hatta koca bir yazın zehir olması içten bile değil. Özellikle yazma-yazmama üzerine derin çalkantılar yaşayanlar açısından bu yargı daha çok geçerli. Pek çok yazarın yazma macerasında az ya da çok düştüğü kimi kinizm/nihilizm içeren, kimi zaman depresyona ve bazen de şizofreniye kadar varan soru, sorgulama ve kaygılarla dolu hallerini anlamak için ise bu kitap bir çeşit katalizör. Yani bir yandan anlarken, bir yandan da düşünsel tepkimelere neden olabilecektir.
Kendini yazmaya zorunlu görmeyen –ve aslında yazabileceğine inandığım- sadece okur konumundaki insanlar içinse, bir içe bakış olanağı sunuyor kitap. Kendi içine değil yazarın içine bakış! “Yazma mecburiyetim, sayfaları kelimelerle doldurmanın faydasızlığını önlemiyor” (s.3) diye yazan yazar, yazma edimini, akıntıya atılan mesaj şişesine benzetiyor.
Yazmak cin çıkarmak mıdır?
Yazma konusunda, şişedeki cin, şişenin okşanmasıyla değil, yazmakla çıkar. “Yazarlar doğuştan kötüdür” diyor (.s32) Burroughs. Yazarın sorun yoksa bile sorun yaratmaya çalışmasından söz ederken, bunun nedenini, yazarın muğlak varlığına bağlıyor. Yazar içinde hep biriktirir. Ve yazarak biriktirdiklerini dışarı çıkarır. İçindeki cinin çıkartılması demek, cinden kurtulma anlamına hiç gelmez. Boşluk derhal dolacak ve içerde yeni cinler dönmeye başlayacaktır.
Cinler azalmıyorsa, yazdıkça azalan nedir o halde? Buna farklı yanıtlar verilebilir. Benim yanıtım nettir; kötülük, karanlık, cehalet ve bunların ekürileri yazdıkça azalır! Yazar, (.s34) “okuyucun, izleyicinin, öğrenicinin bildikleri şeylerden ve bildiklerini bilmedikleri şeylerden haberdar olmalarını sağlamaya çalışmakta.” Bu işlev okura “Genel farkındalıkta da genel bir artışa erişme” olanağı vermektedir (s.35). Yazmak, bilgi ve bilmekle ikiz kardeştir. Bilgi de cehaletin panzehridir.
Basımın icadı okumayı demokratikleştirmiştir (s.7). Bu sürecin devamı ve sonucu olan internet ve dijital teknikler de yazmayı demokratikleştirirken, “aynı zamanda bayağılaşmasına da katkıda bulunmaktadır.” Buradaki bayağılaşma da bir cehalet kategorisinde yer bulabilmektedir.
Aslında yazarı matbaa “üretmiştir.” Bundan bir kestirime gidersek; matbaa ( kâğıda basılı medya) biterse, yazar da biter, diyebilir miyiz? Yazının bir mülk ilişkisi olduğu sürece, biçim değiştirse de “yazar” bitmez. Matbaa öncesinin örneklerini düşünelim; Sokrates, Aristo, Platon örneğin. Onlar yazmaktan çok söylemiştir. Şimdi bize aktarılan bu metinleri yazılmış olarak okumaktayız. Yazılmadan aktarılan bu düşünceler, düşüncenin yazıyı öncelediği gibi bir başka kestirime götürür bizi: Bu anlamda, yazı düşünceyi sınırlamış olabilir mi? Bu retrospektif bir akıl gereken soruyu yanıtlamak meşakkatli bir iş. Düşüncenin yazı ile biçim kazanıp, korunup, zamanları aşması ve yeni düşünlere kaynaklık etmesi başka bir mesele. Konuyu şuraya getirmek istiyorum. Şimdiki zamanda yazar da bir aktarmacı. Kendi yazısını aktarıyor. Aktarma ve aktarmaya çalışılanın çoğunun aktarıldığı yüzeyden silinip gitmesi, yazarın zavallılığının bir başka boyutu.
Gerçeğin kokusu
Bilinir ki, Barthes “yazarın ölümünü” yazalı çok olmuştur. Bu ölüm meselesinin bağlam farklılığı dışında, soruyu yinelersek, “yazdıkça azalan” sorusu için başka ne yanıtlar ne yargılar bulunabilir? İnce ve derinden bakalım! Özne olarak yazar, eylem olarak yazmak ve sonuç olarak yazı bağlamında. Burada bir düşünce anaforu çıkar karşımıza. Çoklu kategorilerden elde edilen bir anafor. Akıllı düşünürlerin simülasyon açıklamalarını bir yana koyarak, yazarın yaptıklarından biri, gerçeğin kokusunu korumaktır. Burada simulatif bir yanıltıcılık yoktur. Gerçeği koruyan bir iksir söz konusudur. Elbette bu koku, bir aroma veya esans değil, konsantre/sıkıştırılmış gerçeğin kokusudur. Bu nedenle de, yazı sahtenin/sahteliğini azalmasını sağlayan bir araçtır.
Yazmak sorunsalı, bildiğimiz klasik “yazı” ortadan kalksa bile, hala konuşulmaya tartışılmaya aday bir şeydir. Çünkü insan var olduğu sürece düşünme/düşünce, düşünsel eylem/edim var olacaktır. Yazı da bu toplamdan ayrı değildir.
En başa dönersek, yaz döneminde kafa karıştırıcı kitaplar okumak istenmeyebilir. Ama bu kitap kafa karıştırmak için olduğu kadar, yazıyı ve yazarı avucunuzun içinde görmenizi sağlayacak bir kitap! Yazarın zaten kafası hep karışıktır. Ama okurun karşısına genellikle taranmış olarak çıkar.
![]()
|
- Azerbaycan Şiiri ve Çağdaş Bir Derviş, İbrahim İlyaslı - 1 Kasım 2018
- Paslı Bir Kelime; Umut - 15 Eylül 2018
- Zor Olanı Yazmak; Kırgın Çocuklar Mevsimi - 1 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI