
1876 yılı baharında gayrimeşru bebeğimi doğurmak üzere evin erkeklerinden habersiz Büyükada’ya gönderildim. Yanıma Bedriye Kalfa’yı verdiler. (Gözyaşı Konağı- Ada, 1876)
Başka şehirlerde farklı zamanları olabilir ama İstanbul’da dut zamanı başladı. Kızımın kreşinin yan tarafında birkaç dut ağacı var. Çiçeklenmeye başladıklarından beri takip ediyoruz gidiş gelişlerimizde. Bulunduğu yerden kaynaklı henüz olgunlaşmadı. Bir iki gün içinde olgunlaşacak sanırım. Tadına baksak dedi iki gün önce kızım. Haklı çocuk 20 metre ötedeki henüz kiraz çekirdeği büyüklüğündeki erik çağlalarının tadına bakmış ve çok ekşi bulmuştuk. Eriğin olgunlaşmadan tadına bakılabiliyorsa ‘ağacına dalınabiliyorsa’ neden dut için bunu yapmayalım ki diye soruyordu. Biz yetişkinler büyüyene kadar öğreniriz; bazı meyvelerin olgunlaşmasına gerek yoktur. Erik, elma, badem, reçel için incir, limonata için limon… Olgunlaştığındaki tadını tutmasa da meraklısını mutlu edebilir. Öğrenmişizdir ki dut hamken tüketilmez. Bir iki gün beklenildiğinde ellerinizi, dudaklarınızı yapış yapış eden balıyla, döküldüğü alanları sineğe ve karıncaya doyuran haliyle dut, o iki günü beklemediğinizde ağaç kabuğu çiğniyor tadı bırakır ağzınızda.
Kimi romanlar ve kitaplar da dut gibi. Okuduğunuzda sası bir tadı vardır, hele de bir yazarın ilk okuduğunuz kitabıysa, keşke buradan başlamasaydım dersiniz.
Şebnem İşigüzel’in Gözyaşı Konağı Ada, 1876 romanı olgunlaşmamış dut tadında.
İşigüzel’in bir önceki romanı Venüs 2013 yılında yayımlanmış. Hayranları –ki anladığım kadarıyla azımsanmayacak bir hayran kitlesi var yazarın- yeni bir roman için üç yıl beklemiş. Beklemiş ama baştan söyleyeyim pek olmamış bu roman.
Şebnem İşigüzel’in okuduğum ilk kitabı Gözyaşı Konağı. Dolayısıyla bundan önceki roman ve öykülerinin aurası altında değilim. Tabir caizse sırtımda yumurta küfesi yok. Gözyaşı Konağı romanının bana hissettirdiği; bitmemiş, aceleye gelmiş, hızla bağlanmış olduğu.
Gözyaşı Konağı
Bir tecavüz sonucu hamile kalan Vuslat Emine, 1876 yılının Osmanlı Devletinde iyice palazlanan, padişahın sarayına borç para verecek durumdaki tüccar babasının ve alkolik ağabeyinin korkusuyla, bir de “başkaları ne der” tedirginliğinden Büyükada’ya yollanıyor. Evin kadınları tüm romanda egemen olan kadın kadının kurdudur özlü sözüne uygun bir yaklaşımla durumu ayarlıyor, gerekli öyküleri uyduruyor ve yolluyorlar. Vuslat Emine kadın dayanışmasının en çok gerektiği yerde “ölsün gitsin de kurtulalım” diyerek yollanıyor Büyükada’ya. Öncesinde neden bizi rezil ettin hıncıyla güzel bir pataklanarak gidiyor. Doğuma ne kadar kaldığı, adada ne kadar kalacağı gibi sorular belirsiz. Kalacakları yer yarı tamamlanmış bir köşk. Sınıf atlama meraklısı anne tarafından başkaları beğensin diye yaptırılan, İnci ismi düşünülürken Gözyaşı’nda karar kılınan ve ısrarla köşk değil konak olduğu vurgulanan yerde kalmak üzere. Bedriye Kalfa’nın yanına katılıp uzaklaştırılıyor, sürgün ediliyor.
Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı (Aşk ve Gurur) romanındaki Bayan Bennet karakterine çok benzeyen bir anne, aynı romandaki Elizabeth’e çok benzeyen Vuslat Emine ve kız kardeşleri Hicran ve Fatma romanın asıl karakterleri. Elbette bir de Bedriye Kalfa. Bayan Bennet pardon Vuslat Emine’nin annesi kızlarını paşalarla evlendirmek isteyen eski bir köle. Köle olmadan önceki hayatını özleyen, anne ve babasıyla yaşadığı yerleri hasretle yâd eden, dönemin Osmanlı’sında rahat yaşayan gayrimüslimlere özenen bir mutsuz.
“Halktan geldik, hakka gideceğiz,” diyen annem halktan geldiğini kabul ediyor ama bundan sonra halkın sadece seçkin zümresinin içinde bulunmak istiyordu.
Romanda mutlu olan kimse yok. Kadın karakterlerin ekseriyetle birbirini çekiştirip kıskandığı, erkek karakterlerle aradaki menfaat ilişkisinin kötücül sonuçlarının vurgulandığı, mutsuzluk kokan ilişkiler. İkiz kız kardeşi sarayda yüksek mevkilere kadar gelen Bedriye Kalfanın mutsuzluğu ise ayrı bir hikâye olmayı hak ediyormuş kuşkusuz. Bedriye Kalfayla Anne arasındaki benzerlik defalarca kere vurgulanıyor ve okuyucuda buradan bir hikâye çıkacak beklentisi oluşuyor.
Anlaşılmıştı. Annemin hayali Bedriye’nin hayaliydi. Benim yüzünden bu hayal lekelenmiş, tarumar olmuştu. …
“İnsan kendisine benzeyeni sevmezmiş.” Babam, annemin Bedriye Kalfa’yı azarlayıp zulmettiğini görünce böyle söylerdi.
Bedriye Kalfanın saraydaki ikizine ulaşma çabası, Annenin köle olarak satılmasa ve bu adamla evlenmese yaşantısının nasıl olacağına dair hayalleri, Fatma ve Hicran’ın kendilerine has mutsuzlukları ışıl ışıl bir atmosfer gibi yansıtılan bu Büyükada hikâyesinin aslında nasıl bir acıyı barındırdığını gösteriyor. Şebnem İşigüzel şahane bir temayı hızlı hızlı tüketiyor. Derinleştirilemeyen karakterler birbirinden ilginç hikâyelere sahipler. Fakat hiçbir karakter yok ki hikâyesi hakkıyla anlatılsın. Nedenler yok hikâyelerde, kestirmeci bir takım tevatürler var. Ben daha zekiydim, o daha kıskançtı, beriki sekse düşkündü, neden âşık olduğumu bilmediğim adam da isyankârdı gibi. Ya da babamın da oynaşı vardı zaten şeklinde devam eden yalınkat tanımlamalar.
Bedriye sayesinde (Daha önce de yaptım. Daha önce kimi öldürmüştü acaba?)bebeğin icabına bakılmıştı. Sır eve düşen bir ateştir. Bir gün mutlaka bütün aileyi yakar, kül eder.
Hukuk okudum ben. Bu memlekette özgürlük, eşitlik, kardeşlik tesis edildiği anda kurtuluruz. Yoksa böyle yüzyıllar boyunca debelenir dururuz.
Elbette yazarın tüm ayrıntıları, tüm söylenmek istenenleri romanında belirtmesi gerekmiyor. Okuyucu denilen kişi çoğu yeri kendisi dolduruyor yaşanmışlıklarıyla. Öznel bir yanı oluyor bu nedenle okumaların ve kitap eleştirilerinin. Gözyaşı Konağı için ise böyle bir durumdan bahsetmiyorum. Aksine romanın epeyce bir kısmından bunları daha sonra anlatırımcı bir tavır geçiyor yazardan okuyucuya. Okuma bittiğinde kalan anlatmadı ama duygusu başta bahsettiğim olgunlaşmadan koparılan meyve tadını bırakıyor zihinde.
Romanın tek iyi yürekli kişisi neyse ki hürriyet isteyen bir isyankâr. Bu durum Mehmet karakterini hadi bir de aşk girsin işin içine diye yazılmış gibi göstermekten kurtaramıyor.
Rüyalar kötü dizilerde bulanık gösterilen sahneler gibi. Buraları da böyle bağlayayım hissine sebep oluyor. Ufak yollu metafizik değinilerle ve onların kanıtlanışıyla bitiriliyor roman.
Romanın dilinin rahatlığı, seçilen temaların güncele teması okumayı kolaylaştırıyor. Kanuni Esasinin ilan edildiği Osmanlı Devletinde beşeri münasebetler, padişaha karşı gelen siyasi kaçak, kölelik, kadının toplumsal konumu, yabancı hayranlığı/öykünüşü, kadının kadına ettikleri…
Boş zamanlarımda kitap okurum diyenler için Gözyaşı Konağı. Yaz tatilinde kumsalda, şezlongunuza uzanıp okuyabilirsiniz.
- Gözyaşı Konağı- Ada,1876
- Yazar: Şebnem İşigüzel
- Yayınevi: İletişim Yayınları
- Yayın Yılı: Mayıs 2016
- Sayfa Sayısı: 250
- Çağatay Yaşmut’tan Moda Cinayetleri - 16 Şubat 2019
- Bir Sevgi Masalı ve Organik Kitaplar - 19 Ocak 2019
- Domingo’dan Böcek Çılgınlığı - 12 Aralık 2018
FACEBOOK YORUMLARI
3 Comments
Yazarın Venüs isimli romanını okudum. Eleştirileriniz bana o kitap için de geçerli gibi geldi. Venüs’te de pek çok okuyucunun ilgisini çekecek aşk ve tarih teması akıcı bir dille veriliyor. O kadar akıcı ki bir kaç günde bitirmiştim kitabı ama bende tekrar okuma isteği uyandırmadığı gibi olmamış hissi vermişti. Elif Şafak seven okurların tercih edeceğini düşünmüştüm.
İlk kez okuyorum Şebnem İşigüzel’i ,tam da sizin başta söylediğiniz gruptayım yani. Elif Şafak, Ayşe Kulin, Livaneli, Ahmet Ümit ve Ahmet Altan tadında yazan yeni bir yazarla tanıştığım için heyecanlıyım. Mükemmel bir hikaye, inanılmaz akıcı bir dil ve beğendiği im betimlemelerle dolu çok sürükleyici bir roman olmuş. Ben sizin gibi düşünmüyorum. Tam Zaman’ında çok ta güzel sonlanmış bir roman olmuş. Diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum.
Günümüzün zahmetsiz okurlarına ilaç gibi gelecek bir roman. Romanın matematiğinden anlamayan, romanı roman olduğu için okumayan, okurken kafasının zorlanmadığı romanları tercih eden okuyucuların romancısı, İşigüzel. Arkadaşlar belirtmiş zaten, 2009 sonrası Elif Şafak bu. Başka da bir şey değil.