
Manguel okumayı sadece okuduğunu anlamak olarak görmez. Onun birikimi olmasını da ifade eder.
“Bana göre, bir sayfa üzerindeki kelimeler dünyayı bir arada tutar”
Alberto Manguel
‘Kitapların, kişisel deneyimi zenginleştirdiği ve dönüştürdüğü yaratıcı okuma nasıl olur?’ sorusuna yanıt mı arıyorsunuz? İşte Alberto Manguel’in ‘Okumalar Okuması’ bir taraftan tam bu sorunun yanıtını verirken bir taraftan da okurlarını kitaplar ve yazarların büyülü dünyasında yolculuğa davet ediyor… Doğrusu okumakta biraz geç kaldığıma üzüldüğüm bir kitap oldu benim için.
Manguel, bilindiği üzere hayatını hep okumakla şekillendirmiş biri. Başlangıçta ona okuma merakını aşılayan şanslı bir aile ve sosyal çevreye sahip olmuş olsa da, imkanları sonuna kadar zorlayan ve hatta aşan kısmının tamamen kendi özel çabası, bilginin hakikatine ulaşma isteği ve okur tatmin çıtasını oldukça yüksekte tutma tutkusu olduğu, okuduğumuz her satırda fark ettiriyor kendini.
Alberto Manguel, Arjantinli olmakla birlikte baba mesleği gereği dünyanın birçok yerini dolaşmak durumunda kalmış; gördükleri, duydukları, tanışıklıkları ve okuma biçimleri ile dev bir kütüphane haline getirdiği birikimlerini şimdi okurlara sunarken sadece kitapları değil, her şeyi okumaktan söz ediyor. Kendi hayatlarımızı, başkalarınınkini, içinde yaşadığımız veya öteki toplumları, doğayı, eşyayı, binaları, hikayeleri, sanat eserlerini, efsaneleri, simgeleri, imgeleri, ikili ilişkileri vs. her şeyi okumaktan.
Bir yazar olmaktansa iyi bir okur olma tercihini belirten yazar, “yazmadan yaşayabileceğini ancak okumadan duramayacağını” söyler. İşte “Okumalar Okuması”nda da, bir yandan kişisel okuma serüvenini anlatırken, bir yandan da okumanın sadece iki kapak arasındaki sayfalarda kalmadığını, dünyayı okuma telaşında da olduğunu gösterir bize. Dahası sürekli okuma üzerine düşünerek ve bu konuda kalem oynatarak bir okuma şöleni sunar adeta.
“Coğrafyamın haritası okumalarımdır. Tecrübe, hafıza, arzu onu renklendirir ve biçimlendirir ama kitaplarım onu tanımlar” diyen Alberto Manguel, bize yorumlamayı, anlamayı, okumayı, okuma biçimlerimizi, ayrıntıları kaçırdığımızda onların çağrışımlarını da kaçırdığımızı, yazarları tanımanın önemini, her sözcüğün tutunduğu dallara bütün boyutları ile bakıldığında nasıl bir okuma sanatı oluştuğunu gözler önüne sererken, müthiş birikimine de hayran bırakıyor insanı.
‘Yazmak’ diyor Manguel, “büyük ölçüde, yalnızca dünyamızın kaydedildiği yer değil, aynı zamanda yaratıldığı yer oldu ve o vakte kadar anılanı şimdi kılmak ve tecrübe ile arzuyu ifade etmek için kullanılmış olan kelimeler, hikayeleri birbirini izleyen kuşaklar boyunca okurlar için el altında bulundurmak için kaydedildi” kaydedilmişliğin üzerine tekrar tekrar düşünüp, yeni kayıtlar atmanın önemini belirtirken.
‘Şiir’ diyor Manguel, ‘bir şair kelimelerden, son nokta ile biten ve ilk okurun gözüyle yeniden hayat bulan bir şey oluşturur’ derken yeni hayatlar oluşturacak okur gözünü de tarif ediyor şu cümlesiyle. “Bir kitabı hem sindirmek için hem de onun tarafından sindirilmek için okuyan bir göz.”
Manguel okumayı sadece okuduğunu anlamak olarak görmez. Onun birikimi olmasını da ifade eder. ‘Nerede’leri metnin geldiği, durduğu ve gittiği yönü bulabilmeye yöneliktir çoğu kez. “ Devrimizin fakirleşmiş mitolojisi, yüzeyin altına gitmekten korkuyor sanki. Derinliğe güvenmiyoruz, vakit kaybettiren derin düşüncelerle alay ediyoruz. Ekranlarımızda ya da perdelerimizde korku imgeleri hızla gelip geçiyor ama onların yorumlarla yavaşlatılmasını istemiyoruz” derken, okurları yüzeyselliğin cazibesinden çekip çıkarmaya çalışır adeta.
‘Okumalar Okuması’nın her bölümüne, çocukluğunda okuduğu ve onda oldukça iz bırakan Alice Harikalar Diyarı’ının alıntıları kılavuzluk eder. Bu alıntılarla çıkılan yolculukta; bir yandan Homeros’tan Borges’e , Che’den 68 hareketine, Pinokyo’dan Proust’a, Dante’den Don Quijote’a geniş bir coğrafyada dolaştırırken, bir yandan da ideal okurdan çeviri sorunlarına, yazma pratiklerinden ideal bir kütüphane nasıl olmalıya, editörlerin yazarlara etkisinden yazdıkları yüzünden cezalandırılanlara, eski zaman hikayelerinden kutsal kitaplara, şiirlerden kült kitaplara, erotik edebiyattan pornografiye kadar daha birçok konu, birçok anı ve birçok kitap adı eşlik ediyor biz okurlara…
Herakleitos’un “Asla iki kez aynı kitabı okumazsınız” ünlü sözünü kanıtlarcasına, kitapları okuyup geçmeyen; geriye dönüp tekrar tekrar bakan; zaman, alan, mekan algı değişikliği ile yeniden düşünen, her defasında yeni şeyler bulan, sözcüklerle sohbet eden, sorular soran, olmadı yorumlarını metnin kenarlarına yazan, gördükçe okuyan okudukça nasıl bakması gerektiğini anlayan bir okuma biçimi Manguel’in okumaları.
Kitabın her bölümü ayrı bir konu ve ayrı bir tat, kitaplarla tanışmasına neden olan Borges ile ilgili hikayeleri benim ilgimi yoğun çekenlerden. Tanışıklığının verdiği Borges anlatımı, bizim de onu yakınen tanımamıza vesile olur. Manguel kendisine okuma aşısı yapan Borges’e duyduğu saygı ve minneti şu sözlerle anlatır: “Dünyayı kitaplarına sığdırmaya çalışan yazarlar vardır. Bir de sayıları az olmakla birlikte dünyanın bir kitap olduğuna inananlar. Borges onlardandı. Tüm kırılganlığına rağmen yazıya inanır, güvenirdi. Kendi deyişi ile bize, okurlarına ‘başkalarının evren adını verdiği’ o sonsuz kütüphaneye ulaşmamız için gereksindiğimiz anahtarlardan birini armağan etmişti.”
Okuma edimiyle politik duruşunu da sergileyen Manguel, denemelerinden birinde Hrant Dink’e de selam durarak onunla ilgili yorumunda şöyle der: “Hrant Dink, her ciddi gazetecinin, her dürüst entelektüelin, kendisine saygısı olan her yurttaşın isteğinden fazlasını istemiyordu: hakikatin kabul edilmesini.” Dink’in ’tek silahım samimiyet’ vurgusundan yola çıkarak. “Hakikati arayan kişi susturulabilse de samimiyeti nihayetinde yalanı ortadan kaldıracaktır.”
Bir Arjantinli olarak Che’ye duyarsız kalması da beklenemezdi tabiî ki… Üniversite yıllarında ölüm haberini aldığı Che ile ilgili, “Che bizim gördüğümüzü görmüş, bizim gibi hissetmişti. ‘İnsanlık durumu’nun temel adaletsizliklerine karşı öfke duymuştu ama bizden farklı olarak bu konuda bir şey yapmıştı. Yöntemlerinin şaibeli, siyasi felsefesinin yüzeysel, ahlaklılığının acımasız olması, nihai başarısının imkansız görünmesi ise, onun, yerine tam olarak ne koyacağı konusunda asla pek emin olmasa da yanlış olduğunu düşündüğü şeye karşı savaşmayı kendine görev edinmesinin yanında daha önemsiz kalıyor.” diyerek kitaplardaki Che’ye biraz farklı bir yorum katsa da “benim kuşağımın vicdanımızı yaratmak için gerek duyduğu bir figür oldu” diyerek kahraman olarak gördüğünü de inkar etmez..
Edebiyat ve okumaların, insanların nefes aldığı son kale olması nedeniyle muhafazasının öneminin altını çizerek “ Gayet iyi bildiğimiz gibi edebiyat çözüm önermez ama ortaya iyi açmazlar atar. Bir hikaye anlatılırken ahlaki bir sorunun sonsuz kıvrımlarını ve içten sadeliğini sergileyebilir ve sonuçta bizi, dünyanın evrensel değil de kişisel bir kavrayışını algılayacağımız belli bir berraklığa sahip olduğumuza inandırabilir” derken, yazar ile okur arasındaki samimiyetin önemini ve bu inandırıcılığın, okuru etrafındaki olumsuzluklardan belirli ölçüde koruduğunu da ifade etmiş olur aynı zamanda.
Kitabın hemen her bölümü, üzerinde sayfalarca yazılabilecek konu barındırıyor. G.K. Chesterton’un “Her sıradan kitabın içinde bir yere gerçekte bütün geri kalanının onlar için yazıldığı beş ya da altı kelime gömülmüştür.” sözünü sanırım bu deneme için ‘hemen her paragraf’ diye değiştirmek durumunda kalabilirdi. Bir de, İdeal Okur – İdeal Kütüphane tanımları var ki, söz edilmeden olmaz. Bir okur olarak kendimizi sorgulatan belki de test eden bir birkaç tanım:
İdeal okur, çevirmendir, metni teşhir edebilir, derisini soyabilir, iliğine kadar dilimler, her arter ve damarı izler ve sonra da tamamen yeni duyarlı bir varlığı ayakları üstüne kaldırır. İdeal okur, tahnitçi değildir.
İdeal okur, biriktiren bir okuldur. Bir kitabın her okunuşu anlatının anısına yeni bir katman ekler.
Bir kitabı kapattığında ideal okurlar, onu okumasalar dünyanın daha yoksul olacağı duygusuna kapılır.
İdeal okur Don Quijote’un ahlak anlayışını, Madam Bovary’nin hasretini, Wife of Bath’ın şehvetini, Ulysses’in maceracı ruhunu, Holden Caulfield’in ataklığını hiç değilse hikaye boyunca paylaşır.
İdeal okur çok tanrılıdır. İdeal okurun belirgin bir milliyeti yoktur.
İdeal kütüphane hem gözden uzaktır hem halka açıktır, hem mahremdir hem toplumsal ilişkiye açıktır, meditasyon ve diyalog için yapılmıştır, cimridir ve cömerttir, hikmet sahibidir ama sorgular, bolluğun umutsuzluğu ve henüz okunmamış olanın umuduyla doludur.
İdeal kütüphanenin kapanma saati yoktur. İdeal kütüphane toplumun hafızasıdır.
Okumayı sanat edinmiş bir yazarın kitabını anlatmaya çalışmak için kalem oynatmanın güçlüğünü görsem ve bilsem de, bir okursever olarak aynı duyguları paylaşan okurların kaçırmamasını önerebileceğim bir kitap olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. Kitabın kalınlığı ve sık yazımı sizi ürkütmesin derim. Çünkü daha ilk sayfada sıcak ve samimi üslup sizi öyle bir sarmalıyor ki, Alice gibi harikalar diyarında dolaşmanın keyfini sürmek kalıyor okura.
Denemelerin en güzel tarafı kendisiyle birlikte birçok romanı, hikayeyi, şiiri yeniden okumalara veya yeni okumalara vesile olmasıdır. Hatırlamalar ve yeni tanışıklıklar okuma yolculuğumu yeniden belirlerken, Manguel’in okumalarının yanında biraz da ince bir tebessümle kendine soruyor insan…
Marguel bir okursa, ben neyim peki?
![]()
|
- ZAMANIN BİR UCUNU DİĞER UCUNA TEYELLEMEK - 6 Mayıs 2022
- Zamana açılabilen kültür olgusu: Mitler… - 5 Mart 2019
- Çocuklarını Yiyen Satürn - 1 Ekim 2018