Kaybedenlerin Belleği: “Bakın çocuklar; sağda, roman ve şiirler var. Solda sosyal bilimler, politika. Bir yanda düş, diğer yanda eylem. İkisine de sahip olduğunuzda dünyayı fethedebilirsiniz.”
“İnsan fikirleri için ölebiliyorsa bu idealdir; fikirleri için yaşayabiliyorsa bu politikadır.” – Charles Peguy
Kendini her daim anarşist olarak tanımlayan ve aynı zamanda sanat uzmanı olarak soyut sanat ve modern mimarlığın eleştirmenliğini yapan Michel Ragon, sanatın tüm estetiğini taşıdığı bir nehir-romanla karşımıza çıkmış “Kaybedenlerin Belleği” ile. Bir yirminci yüzyıl devrim tarihi olarak okuduğum bu kitabın çevirisini yapan Işık Ergüden’in de bu estetikteki payını inkar etmek doğrusu çok zor.
Bilinen, öğretilen ve görünür olan tüm tarihleri hep kazananlar yazmış ve bu tarihi mutlak doğru olarak çocukluğumuzdan itibaren ezberlerimize sokarak, içselleştirmemizi sağlamaya çalışmışlardır. Napoleon’un “Tarih kazananın lehine, kaybedenin aleyhine yazılan bir masaldır.” sözüne itibar edenler ara sıra da olsa bilinen tarihten birer sayfa koparsalar da, onu değiştirmek kazanan olmadığı sürece mümkün olamamıştır.
Bilinen söylemdir. Hani derler ya, “Avcılık tarihini hep avcılar yazmıştır. Duvarlarında asılı geyik boynuzları altında gururla poz veren avcıların cesaret ve isabet öyküleri yer alır kitaplarda. Ama hiç geyiklerin kaleminden bir ‘Avcılık Tarihi’ okuma şansımız olmadı. Eğer olsaydı tarihin nasıl farklı versiyonları olabileceğini görmez miydik? Orada muhtemelen ‘av’ kanla yazılmış bir ‘geyik soykırımı’ olarak anlatılıp, duvardaki geyik başlarının da ‘soykırım kanıtı’ olarak sunmazlar mıydı?” diye,
İşte Michel Ragon “Kaybedenlerin Belleği” romanında; olayın ‘geyik’ tarafını dert edinerek, kaybedenlerin sadece fiziksel yok olmalarına değil, belleklerinin ve tarihlerinin de yok edilme tabularına karşı bir duruş sergiler ve ‘yenilenlerin’ perspektifinden bir yirminci yüzyıl tarihini anlatır biz okurlara.
Romanın, uzun yıllar önce girdiğimiz ve hala çıkamadığımız yenilgi, çöküş ve çözülüş döneminin, yeniden ayağa kalkma ve emekleme evresinde daha dikkatli okunmayı hak eden yanları; sadece ‘geçmişten ders alma’yı gerektirecek malzeme yoğunluğu değil, devrimci duyarlılığın önce kazanıp sonra kaybetmeyi ve uzun süredir devam eden kaybedegelmeyi sorgulamak için gerekli olan tarih bilincinin ne derece önemli olduğunu bir kez daha görünür kılmasıdır. Kanımca Dünya tarihi böyle yazılmaya devam ettiği sürece on yıl önce-on yıl sonra da zamana uygun düşecek bir anlatı olarak dönüp dönüp okunabilecek bir kitap.
Kitap içinde kitap yazan yazarın ismi hiç geçmez Ragon’un romanında. Anarşist fikirlere yakın bir işci olduğunu biliriz yalnızca (Bu kişinin Ragon’un kendisi olduğu iddiaları var). Biyografisini yazdığı anarşist sahafın da ismini bilmeyiz. (Onun da kaba hatlarıyla Fransız anarşist yazarlarından Henry Poula’nın yaşamından alıntılar olduğu iddiaları var). Biyografi yazarı ona Fred Barthelemy ismini takmıştır. Ve bundan sonra belki de kitapta tek kurgu isim olan Fred Barthelemy’in yaşamına tanıklık ederiz kitap boyunca.
Evet, ‘Kaybedenlerin Belleği’ tanıtım yazısında da belirtildiği gibi, her ne kadar hayali bir kahramanın yaşadıklarını anlatıyor gibi görünse de, aslında gerçek ve kurmaca kişileri, tarihin, mitin, biyografi ve otobiyografinin iç içe geçtiği geniş bir yelpazede bir araya getiriyor. Yüz yıla yakın yaşamış olan yoksul bir yol işçisinin oğlu olarak başladığı hayatının her safhasında işçi olmanın gururunu taşımış ve ömrü boyunca anarşist ideallerinden vazgeçmemiş Fred’in, Bonnot Çetesi’nden Mayıs 68’e, Kronştat’tan İspanya İç Savaşı’na dek anarşist-özgürlükçü hareketin canlı tarihi. Diğer yandan Lenin, Troçki, Stalin ve Rus Devrimi’nin merkez komitesi, bir ömre sığdırılmış iki dünya savaşı, bir Bolşevik Devrim, bir iç savaş ve büyük umutlar, büyük hayal kırıklıkları, büyük aşklar, sınırsız nefretlerle örülmüş bir tarih yansıtılıyor “Çocuklarını Yiyen Satürn” adıyla yayınlanan Fred’in yaşam öyküsünde.
Aslında on binlerce sayfaya zor sığacak koca bir yüzyılın en önemli olayları ve önde gelen şahsiyetleri dantel gibi işlenmiş olan bu romanın anlatımını birkaç sayfaya sığdırmak çok zor olsa da, Fred’in kişiliği ve yaşamında nereden nereye sürüklendiğinden kabaca bahsederek, gördükleri ve yaşadıklarını meraklı okurlara bırakmak en doğrusu galiba.
Tarihe kazınmış olaylarda yer, zaman ve kişilerin hemen hemen tamamı gerçek kimlik ve isimleriyle anlatılan romanda olayların örgüsü Fred’in yaşadıkları ve anlatımıyla şekillenir. Çocukluğu sokaklarda geçen biri olarak aynı yaşlarda tanıştığı Flora onun ilk aşkı olacaktır. Ve o sokaklar, onları pasifist ve şiddet yanlısı anarşistlerle tanışmasına neden olur. Anarşistler bu çocukları koruyup kollarken aralarında bir yakınlık oluşsa da, onların sayesinde tanıştığı bir kitapçıda okuduğu Victor Hugo’nun Sefiller romanı Fred’in bundan sonra yaşayacağı hayatı oluşturan düşüncelerin başlangıcı olur. Flora ise sadece anını yaşayan, hiç kimseye ve hiçbir şeye bağlılık hissetmeyen bir yaşam anlayışı vardır. Varsa varla, yoksa yokla bazen de yasa dışı yollarla yoğu var etmekle ama canının istediği ve aklına eseni istediği anda yapmakla mutlu olan biridir. On dört-on beş yaşlarındaki bu ergenlerin birlikteliği kaç-göç ile sürerken, Fred anarşist düşüncelere ve onların temsilcileri ile ilişkide kalmaya ve sürekli okumaya başlar. Rus edebiyatçıların eserlerini daha iyi okuyabilmek için Rus anarşist entelektüel birinden Rusça bile öğrenir. Okudukça soruları artar ve kendini daha çok araştırmaya verir. Bu arada kitapçının çabaları ile bir tesviye işçisi olarak işe girer ve Flora ile yaşamaya devam eder. Flora ise Fred’deki bu değişimden hiç hoşlanmaz. Kitapların onu zehirlediğinden bahseder. Kendisi Fred’i kendinden uzaklaştıran kitaplardan o kadar nefret eder ki okuma-yazma bile öğrenmek istemez. Her ikisinin dünyaları artık çok farklı olsa da bağlarını koparmazlar ve hatta bir de oğulları olur.
Ancak dünya savaş halindedir. Fransa da bu savaşın içindedir ve Fred’in asker olma zamanı gelmiştir. Askerlik ve savaş Fred’in düşüncelerini daha da keskinleştirir. Savaşın yerine barışı, köleliğin yerine özgürlüğü, ölümün yerine yaşamı, nefretin yerine sevginin konabileceği bir dünya düşü artık tüm benliğini kaplar. Bu arada Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşmiş ve dünya yeni SSCB’yi merak eder hale gelmiştir. Fransa hükümeti de orada olup biteni anlayabilmek için askeri bir heyet göndermek ister. Bu heyet içinde Rusça bilen tek kişi olarak Fred’de yer alır. Bir anarşist ve devrimi destekleyen biri olarak Sovyet’lere gitme fikri Fred’i çok heyecanladırır. Bir devrime tanıklık etmek, düşlerinin bir kısmını pratikte görmek, ihtiyaç varsa buna katkı vermek isteği ile Fred artık SSCB’dedir. SSCB’nin devrimini dünyaya anlatma ve yayma isteği, Fred’in devrimi anlama, tanıma ve katkı verme isteği “kazan kazan”a dönüşünce Fred’i devrim komitesinde önemli görevlere getirir. Artık devrimin baş aktörleri Lenin, Zinovyev, Kamenev, Troçki, Stalin, Sokolnikov ve Bubnov, Kollontay ile yakın temasları olabilen bir görev olan Zinovyev’in danışman-yardımcılarından biridir o.
Gel gör ki; devrimi oluşturan düşler ete-kemiğe dönüşünce Fred zaman zaman hayal kırıklıklarına uğrasa da, devrimin geleceği açısından halk iktidarının Bolşevik iktidarına dönüşmesine sessiz kalır. Bu arada Rus anarşistlerle de ilişkisini sürdürmeye, devrimin içinde veya dışında kalmış etkin edebiyatçılarla fikir alışverişinde bulunmaya devam eder. Gördüklerini devrimin idealleri ile uydurmaya çalışsa da soruları gittikçe artar. Polütbüro üyeleri arasındaki gizli çekişmelere anlam yüklemeye çalışsa da beceremez. Bu çelişkiler içinde görevine devam ederken Kronştad ve Makhno olayları devrimden beklediği umutları azaltırken, şöyle bir gerçeği de ifade eder. “Ne zaman bir hükümet korkuya kapılsa iyice kötüleşir. Kendi zayıflığı ile karşı karşıya kalan devrim, totalitarizmden başka çıkış görmüyordu.”
Fred, SSCB’de bulunduğu sırada tüm araştırmalarına rağmen Flora ve oğlundan hiç haber alamaz. Sonrasında Rus bir devrimci ile beraber olan Fred’in bir oğlu da burada olur. Ancak devrim koşulları içinde çocuklarıyla ilgilenemeyeceklerini düşünen komite, çocuğun devlet tarafından yetiştirilmesini uygun gördüğü için ellerinden alır ve Fred’in oğluyla bağlantısı burada kesilir.
Lenin’in ölümü ve polütbüro üyelerinin çekişmeleri arasında bir anarşist olarak sıranın kendine geldiğini hisseden Fred, büyük bir umutsuzlukla Sovyet’lerden kaçar. Fransa’ya dönen Fred büyük bir düş kırıklığı içindedir. Fransa’daki siyasi iklim değişmiş tüm çevresi dağılmıştır. Bulabildiği etkin sanat ve siyasi çevrelere SSCB’de yaşadığı ve gördüğü olayları anlattığında; kimileri ‘kol kırılır yen içinde kalır’ düşüncesiyle, kimileri onu artık güvenilmez bulması nedeniyle, kimileri Rus ajanı olabilir kuşkusuyla değer bulmaz. Flora ve çocuğunu aramaya başlar ama hiçbir şekilde bir ize ulaşamaz. Yorgun ve yılgın olarak kapısını çalabildiği tek kişi çocukluğunda ona kapısını her daim açan kitapçıdır yine. Büyük bir dostlukla sarılır ona. Renault fabrikasında işe girer. Flora’nın bulunmasından iyice umudunu yitiren Fred ilk resmi evliliğini yapar. Artık bir işi ve bir karısı olan Fred’in, siyasetin “S” si ile uğraşacak şevk ve heyecanı kalmamıştır. Ne kitap okur, ne gazete okur. Mazbut bir aile yaşantısı içinde işine gücüne takılır. İki çocuğu daha olur. Fred’in belki de biraz babalık yaptığı tek çocuğu bu evlilikteki ilk kızı olmuştur.
Fred’in apolitik geçen zamanı birkaç yıldan uzun sürmez. Fransa’da Durruti ile karşılaşması, SSCB’de Stalin’in başa geçip Troçki’nin sürgün edilmesi, başını çektiği Renault grevleri, Almanya’da Hitler’in yükselişi, Fransa’da Stalin ile yakınlaşmalar onu yine siyasetin içine çeker. Öncelikle SSCB’de yaşadıklarını ve gördüklerini kaleme almaya başlar. Bir kitap olarak basılmasını istese de bunu yayınlayacak kuruluş bulamaz. Bir dost tavsiyesiyle bir yayıncı broşür halinde yayımlanmasına yardımcı olur ama zamanlama açısından sol pek ilgi göstermez. Sağ parti ve yayın organları daha çok ilgilenir ve bu yüzden Fred ayrıca ‘sağın ekmeğine yağ sürdüğü’ için suçlanır kendi arkadaşlarınca bile. Herkesin farklı bir nedenle de olsa çekincesi vardır. Bu çelişkilere tesadüfen karşılaştığı Flora ve oğlunun durumları da eklemlenmiştir. Flora fizik olarak çok değişse de ruh ve tavır olarak aynıdır. Artık zengin ve hala kitaplardan nefret eden biridir. Hem siyasi hem de özel yaşantısında ki bu karmaşıklık Fred’i Barcelona’ya Durruti’nin yanına gönderir. Durruti’nin öldürülmesi sonrasında Fransa’ya geri dönerek, dergicilik yapmaya başlar ve sonrasında gelen ll. Dünya savaşı… Savaşların tüm yüzünü görmüş olan Fred ve arkadaşları, aralarına etkin entelektüelleri de alarak ‘Acil Barış’ çağrısı yapan imzalı bildiri yayınlarlar. Ve bu bildiri onun tutuklanarak iki yıl sürecek Gurs kampında türlü kötülükler yaşamasına sebep olur.
“Sürgün sonrası döndüğü Fransa’da ise artık bir HİÇti. Çünkü o esir değildi çünkü savaşmamıştı. Ne direnişçiydi ne işbirlikçi sıra dışı bir mahkumdu. Kimseye ait değildi. Hiçbir listede adı geçmiyordu. Ne kınanacaklar listesinde ne ödüllendirecekler, ne cellat ne şehit, ne şu ne bu. HİÇ. HİÇti o”. Ve son anında düşleri ve idealleri uğruna terk ettiği üç çocuğu ve ilk aşkı Flora’dan başka kimsenin olmadığı bir HİÇlik. Tıpkı Armand Robin’in şiirinde bahsettiği gibi.
“Can yok edilecek/ Akıl adına/ Sonra akıl yok edilecek.
Merhamet yok edilecek/Adalet adına/ Sonra adalet yok edilecek.
Tin yok edilecek/ Madde adına/ Sonra madde yok edilecek.
Hiç adına yok edilecek insan/ İnsan adı yok edilecek/ ad kalmayacak.
İşte buradayız.”
Ragon’un bu romanını okurken insanın aklına sık sık “İsminiz yoktur. Alfabetik ve rakamsal numaralarınız vardır. D-530 gibi.” ”Hatasız olduğuna kesinlikle inanılan bilgi, inançtır.” ”İnsan son sayfasına kadar ne olacağı bilinmeyen bir roman gibidir.” ”Hiçlikten büyüklüğe giden yol aynen şudur: Gramlığını unut ve bir tonun milyonda biri olduğunu hisset.” ”Dilin hızı, her zaman düşüncenin hızından birkaç dakika daha yavaş olmalı.” diyen Zamyatin’in BİZ romanı geliyor. Bu müthiş distopyanın gözünün önünden ürkütücü bir şekilde geçmesine engel olamıyor insan.
Roman kurgusu elbette yazarın siyasi bakış açışı çerçevesinde örülmüş olsa da ciddi bir anarşizm eleştirisi de içeriyor aslında. Diyaloglar tarihsel gerçek olgulardan kurgulanmış olsa da, eleştirel yaklaşımları acaba ve merak doğurucu. Tarihi yazan ve yazdıranların dışına çıkıp okunması gereken bir kitap. Sadece bir anarşistin yenilgisi değil, tüm yenilenlerin seslerini kapsıyor. İdeolojik barınağa veya ortodoks fikriyata bağlı kalmadan okunduğunda soruların artacağı bir kitap. Çarpıtılmış veya değil ama kaybedenlerin binlerce yıllık uğultusunu duyuruyor insana. Romana bütünüyle bakıldığında bir yönetimin nasıl olması gerektiğinden çok nasıl olmaması gerektiğini anlatıyor bize. Üzücü olan aynı mahallenin çocukları arasında oluşan keskin ayrışma ve bu ayrışmanın düşünce farklılığından çok, kişisel egoların ağız ve vücut diline yansımalarının sonucu olması. Oysa o kadar az ve korunmasızlar ki faşizme karşı. Ellerindeki tek güç kol kola girilmiş barikatlar. Ne güzel söyler sevgili Sezai Sarıoğlu;
“El yordamı ile bulduklarımızı, dil yordamıyla kaybetmeyelim.” diye.
Ezeli kaybedenlere bir güzelleme olarak yazılmış olan bu roman, “kaybedenler asla kendini yenilmiş saymaz” der. Evet, her türlü baskıya ve zulme karşı her yerde her koşulda bile baş eğmez bir özgürlük ruhu hala oluşabiliyorsa eğer bu “Kaybedenlerin Belleği”nde yer etmiş “Bakın çocuklar; sağda, roman ve şiirler var. Solda sosyal bilimler, politika. Bir yanda düş, diğer yanda eylem. İkisine de sahip olduğunuzda dünyayı fethedebilirsiniz.” tümcesinin güç ve inanç olarak belleklerde her daim “kazanan” olmasındandır.
|
- ZAMANIN BİR UCUNU DİĞER UCUNA TEYELLEMEK - 6 Mayıs 2022
- Zamana açılabilen kültür olgusu: Mitler… - 5 Mart 2019
- Çocuklarını Yiyen Satürn - 1 Ekim 2018
FACEBOOK YORUMLARI