Aşık Bir Adam

Monokl Yayınları etiketiyle yayınlanan Aşık Bir Adam, Türkiyeli okurlarıyla buluştu. Ülkemizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesi bulunan Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın ‘Kavgam’ serisi birçok dile çevrildi ve çok kısa sürede çok satanlar listesine girdi.

Serinin ikinci kitabı Âşık Bir Adam’da da otobiyografik bir anlatımla karşı karşıyayız. Bir erkeğin aşkı için tüm yaşantısını geride bırakıp başka bir düzen kurmak uğruna başka bir ülkeye gidişi, kimi zaman istemeden de olsa bazı şeyleri kabullenişi, kimi zaman isyankar bir ruh haliyle hareket etmesi, karmaşık bir yaşantıya çocuk sahibi olarak adım atması etkili bir roman olarak karşımıza çıkıyor.

Editörün Seçimi kategorimizde Karl Ove Knausgaard‘ın ‘Kavgam’ serisinin ikinci kitabı olan Aşık Bir Adam‘ı öneriyoruz takipçilerimize. Aşık Bir Adam, tipik bir “Best Seller” roman değil elbette. İyi bir roman okumak için vakit kaybetmemenizi öneririz.

  • Aşık Bir Adam
  • Yazar: Karl Ove Knausgaard
  • Çeviren: Ebru Tüzel, Haydar Şahin
  • Türü: Roman
  • Basım Tarihi: Haziran 2016
  • Sayfa Sayısı: 568 Sayfa
  • Yayınevi: Monokl Yayınları

Aşık Bir Adam‘dan tadımlık bir parça

Hayatımda ilk kez gerçek anlamda mutluydum. Hayatımda ilk kez mutluluğuma gölge düşürecek hiçbir şey yoktu. Sürekli beraberdik, her yerde birdenbire kenetleniyorduk, trafik ışıklarında, restoranda masada otururken, otobüslerde, parklarda, birbirimiz dışında hiçbir talep, hiçbir arzu yoktu. Tamamen özgür hissediyordum, ama sadece onunla beraberken, birbirimizden ayrıldığımız anda onu özlemeye başlıyordum. Tuhaftı, kuvvetler öylesine güçlü ve öyle iyiydiler ki. Geir ile Christina bizimle beraber olmanın tahammül edilemez olduğunu söylüyordu, gözümüz başkasını görmüyordu, ve doğruydu, kurduğumuz dünya dışında bir dünya yoktu. Yaz dönümü gecesinde Mikaela’nın kiraladığı kulübeye, Runmarö’ye gittik, kendimi bir İsveç gecesinde gülüp şarkılar söylerken bulmuştum, mutlu homurdanan bir budala, çünkü her şey anlamlı geliyordu, her şey anlam yüklüydü, sanki dünyanın üstüne yeni bir ışık vurmuş gibiydi. Stockholm’de yüzmeye gittik, parklarda uzanıp kitap okuduk, restoranlarda yedik, ne yaptığımızın önemi yoktu, önemli olan bizim yapıyor olmamızdı. Hölderlin okudum ve şiirleri içime su gibi doluyordu, orada anlamadığım hiçbir şey yoktu, şiirlerdeki coşkuyla içimdeki coşku aynıydı, ve hepsinden öte, haziran, temmuz ve ağustos ayları boyunca güneş her gün parlaktı. Âşıkların yaptığı gibi, birbirimize hakkımızdaki her şeyi anlattık, bunun sonsuza dek böyle gitmeyeceğini bilmemize ve sürebilme ihtimalinin korkutucu olmasına rağmen –çünkü bunun, bütün bu mutluluğun bir yandan da dayanılmaz bir tarafı vardı– sanki bunu bilmiyormuşuz gibi yaşadık. Sonbahar kapıdaydı, ama kafamızı bununla yormuyorduk, her şey bu denli muhteşemken nasıl yorabilirdik ki?

Bir sabah ben duştayken bana seslendi, yatak odasına gittim, pencere kenarında olduğu için gökyüzünü görebildiğimiz yatakta çırılçıplak uzanıyordu.

“Bak,” dedi. “Bulutu görebiliyor musun?”

Yanına uzandım. Gökyüzü mükemmel bir mavilikteydi, ağır ağır süzülen tek bir bulut dışında hiç bulut yoktu. Kalp şeklindeydi.

“Evet,” dedim ve elini sıktım.

Güldü.

“Her şey mükemmel,” dedi. “Daha önce hiç böyle olmamıştı. Seninle öyle mutluyum ki. Çok mutluyum!”

“Ben de,” dedim.

Tekneyle takımadalara gittik. Ormanın içindeki bir öğrenci misafirhanesinin dışarı tarafında bir kulübe kiraladık. Adanın çevresinde saatler süren yürüyüşlere çıktık, ormanın derinlerine daldık, her şey çam ve süpürge otu kokuyordu, birdenbire sarp bir kayalığa çıktık: Aşağımızda deniz uzanıyordu. Yürümeye devam ettik, bir çayıra çıktık, durup inekleri izledik, onlar da bizi izledi, güldük, birbirimizin fotoğraflarını çektik, bir ağaca tırmandık, iki çocuk gibi tepesinde oturup gevezelik ettik.

“Bir seferinde,” dedim. “Babama benzin istasyonundan sigara almıştım. Evden iki kilometre kadar uzaktaydı. Yedi ya da sekiz yaşlarında olmalıyım. Oraya giden yol ormanın içinden geçiyordu. Yolu avucumun içi gibi biliyordum. Birden çalıların içinden bir hışırtı duydum. Durup baktım. Orada inanılmaz muhteşemlikte bir kuş gördüm, bilirsin, iri ve rengârenk. Böyle bir şeyi daha önce hiç görmemiştim, sanki uzaklardan, egzotik bir kıtadan gelmiş bir misafir gibiydi. Afrika ya da Asya’dan. Birden havalanıp uçup gözden yitmişti. Bir daha hiç öyle bir kuş görmedim, ne olduğunu da hiç öğrenemedim.”

“Gerçekten mi?” diye sordu Linda. “Aynı şey bir kere benim de başıma geldi. Bir kız arkadaşın yazlığındayken. Bir ağaçta oturuyordum, evet, şu andaki gibi, arkadaşlarımın dönmesini bekliyordum. Sabırsızlandım ve aşağı atladım. Amaçsızca ortalarda dolandım ve birdenbire muhteşem rengârenk bir kuş gördüm. Ben de o günden beri bir daha hiç öyle bir kuş görmedim.”

“Doğru mu bu?”

“Evet.”

İşte böyleydi, her şey anlam doluydu ve hayatlarımız birbirine örülmüştü. Adadan eve dönerken ilk çocuğumuzun ismi ne olmalı diye konuştuk.

“Eğer oğlan olursa,” dedim, “basit bir isim tercih ederim. Ola. Ola’yı hep sevmişimdir. Sen ne dersin?”

“Güzel,” dedi. “Çok Norveçli bir isim. Beğendim.”

“Evet,” dedim pencereden dışarıyı seyrederek.

Küçük bir tekne karşıya geçerken dalgalara batıp çıkıyordu. Yan tarafındaki tescil plakasında OLA yazıyordu.

“Şuraya baksana,” dedim.

Linda öne eğildi.

“O hâlde tamamdır,” dedi. “Ola olacak!”

*

Bir seferinde Stockholm’de bir boksörün de katıldığı bir partiye gitmiştim. Mutfakta oturuyordu, hatırı sayılır bir fiziksel varlığı vardı ve bunun bende belirgin ve nahoş bir zayıflık duygusu uyandırdığını hatırlıyorum. Ondan zayıf olduğum duygusu. Tuhaftır ki gece de beni haklı çıkarmaya ant içmiş gibiydi. Parti Linda’nın arkadaşı Cora’nın evindeydi, küçük bir daireydi ve her yer ayakta sohbet eden insanlarla doluydu. Salondaki müzik setinden bangır bangır müzik sesi yükseliyordu. Dışarıda sokaklar bembeyaz karla kaplanmıştı. Linda’nın karnı burnundaydı, çocuğun gelip her şeyi tamamen değiştirmesinden önce katılacağımız son partiydi belki de, bu yüzden yorgun olmasına rağmen biraz daha orada kalmaya çabaladı. Ben şarap içip Thomas’la sohbet ettim, fotoğrafçıydı ve Geir’in arkadaşıydı; Cora onu arkadaşı Marie vasıtasıyla tanıyordu, Marie hem şairdi hem de Cora’nın Biskops-Arnö’deki danışmanıydı. Linda karnı yüzünden masanın biraz gerisine çekilmiş sandalyeye oturdu, kahkaha atıyordu ve mutluydu, son aylarda hafiften içine kapandığının ve üstüne bir hamilelik ışıltısının geldiğinin farkında olan tek kişi bendim. Bir süre sonra ayağa kalktı ve dışarı çıktı, ona gülümsedim, dikkatimi bu geceye damgasını vuran kızılların genleriyle ilgili bir şeyler anlatan Thomas’a çevirdim yeniden.

Biri bir kapıya vurdu.

“Cora!” diye bağıran bir ses duydum. “Cora!”

Linda mıydı?

Ayağa kalkıp koridora çıktım.

İçerinden biri banyonun kapısına vuruyordu.

“Linda sen misin?” dedim.

“Evet,” dedi. “Kapının kilidi bozuldu galiba ya. Cora’yı çağırabilir misin? Nasıl açılıyor biliyordur belki.”

Salona girdim ve bir elinde tabak diğer elinde kırmızı şarap kadehi tutan Cora’nın omzuna dokundum.

“Linda banyoda kilitli kaldı,” dedim.

“Aaa” dedi, tabakla kadehi elinden bırakıp dışarı fırladı.

Kilitli kapıyı bir süre açmaya uğraştılar, Linda aldığı talimatları yerine getirmeye çalışıyordu ama hiçbiri işe yaramamıştı, kapı hâlâ kilitliydi. Evdeki herkes durumun farkına varmış, ortama hem heyecanlı hem de durumdan eğlence çıkartan bir atmosfer hâkim olmuştu, bir yığın insan koridora doluşmuş Linda’ya akıl verirken, Cora afallamış ve endişeli bir hâlde Linda’nın hamileliğinin ileri bir seviyesinde olduğunu ve derhâl bir şey yapmamız gerektiğini söyleyip duruyordu. Sonunda bir çilingir çağrılmasına karar verildi. Çilingiri beklerken ben kapının yanında durup içeride kilitli kalan Linda’yla konuşuyordum; söylediğim her kelimenin ve çaresizliğimin herkes tarafından duyulmasının yarattığı rahatsızlık verici farkındalıkla. Kapıyı tekmeleyerek açıp Linda’yı oradan çıkarsam olmaz mıydı? Bu basit ve efektif olmaz mıydı?

Daha önce bir kapıya hiç tekme atmamıştım, kapının ne kadar sağlam olduğunu bilmiyordum, tekmeden sonra kapının bir milim dahi kımıldamadığını düşünün, daha da bir salak gibi görünmez miydim?

Bir yarım saat sonra çilingir geldi. Branda bezinden yapılmış alet çantasını yere serdi ve içinden çıkardığı aletlerle kapıyı kurcalamaya başladı. Adam ufak tefekti, gözlük takıyordu ve tepesi açılmaya başlamıştı, onu çevreleyen insanlara tek kelime söylemeden sırasıyla araç ve gereçlerini denedi ama nafile, lanet kapı hâlâ kilitliydi. Sonunda pes etti, Cora’ya olmuyor dedi, kapıyı açmayı başaramamıştı.

“Ne yapacağız peki?” dedi Cora. “Zaten kızın karnı burnunda!”

Adam omuz silkti.

“Tekme atıp kırabilirsiniz,” dedi bir yandan araç gereçlerini toplayarak.

Tekmeyi kim atacaktı?

Bunu yapması gereken kişi bendim, Linda’nın kocasıydım, bu iş bana düşüyordu.

Kalbim küt küt atmaya başladı.

Yapacak mıydım gerçekten? Herkesin gözü önünde gerilip, kapıya tüm gücümle tekme mi atacaktım?

Peki ya kapı kıpırdamazsa? Ya kapı açılırken Linda’ya çarparsa ne olacaktı?

Köşede bir yerde beklemesi gerekiyordu.

Birkaç kez sakince derin nefes alıp verdim. Ama işe yaramadı, içim hâlâ tir tir titriyordu. Bu şekilde dikkatleri üzerime çekmek düşünebileceğim en korkunç şeydi. Hele ki başaramama riskini düşününce durum daha da kötüleşiyordu.

Cora etrafına bakındı.

“Kapıya tekme atıp açmamız lazım,” dedi. “Kim yapabilir?”

Çilingir evin sokak kapısından çıkıp gitmişti. Eğer bu işi ben yapacaksam şimdi öne çıkmalıydım.

Ama yapamadım.

“Micke,” dedi Cora. “Boksör o.”

İçeri, adamın yanına gidiyordu.

“Dur ben sorayım,” dedim. Böylece durumdan duyduğum utancı saklamamış olacaktım, ona doğruca gidip diyecektim ki, ben Linda’nın kocası olarak o kapıya tekme atmaya cesaret edemiyorum, ama bir boksör artı bir dev olarak bu işi benim yerime senin yapmanı rica ediyorum.

Elinde bira şişesiyle pencere kenarında iki kızla muhabbet ediyordu.

“Selam Micke,” dedim.

Bana baktı.

“Linda hâlâ banyoda kilitli. Çilingir kapıyı açamadı. Kapıya tekme atıp açabilir misin?”

“Tabii ki,” dedi, birasını bırakıp koridora yönlenmeden önce bana şöyle bir bakarak. Ben de peşinden gittim. O gelince insanlar kenara çekildiler.

“İçeride misin?” dedi.

“Evet,” dedi Linda.

“Kapıdan mümkün olduğunda uzaklaş. Tekme atacağım kapıya.”

“Tamam,” dedi Linda.

Biraz bekledi. Sonra ayağını kaldırıp kapıya bütün gücüyle öyle bir tekme attı ki, kilit içine göçtü, etrafa kıymıklar saçıldı.

Linda çıkınca alkışlayan tipler oldu.

“Zavallım,” dedi Cora. “Çok çok özür dilerim. Seni böyle bir şeye maruz bıraktığım için ve…”

Micke döndü ve içeri gitti.

“Nasılsın,” diye sordum.

“İyiyim,” dedi Linda. “Ama sanırım eve gitsek iyi olacak.”

“Tabii,” dedim.

Salonda müziği kapattılar, otuzlarının başında iki kadın coşkulu şiirlerini okuyacaktı, Linda’ya montunu uzattım, benimkini giydim, Cora ve Thomas’a hoşça kal dedim, utanç içimi kavuruyordu, ama son bir görev kalmıştı, yaptığı şey için Micke’ye de teşekkür etmek zorundaydım, şiir dinleyenlerin arasından kendime yol açıp pencerenin yanına gidip onun önünde durdum.

“Çok teşekkür ederim,” dedim. “Onu kurtardın.”

“Aaa,” dedi devasa omuzlarını silkerek. “Ne olacak sanki.”

Eve dönüş yolunda takside Linda’nın âdeta yüzüne bakamadım. Benden bekleneni yapamamıştım, öyle ödlektim ki yapmam gereken işi bir başkasının yapmasına izin verebilmiştim, üstelik bakışlarımdan her şey okunabiliyordu. Ben bir zavallıydım.

Editör: Gün Çağ Aydın
Latest posts by Editör: Gün Çağ Aydın (see all)
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Sema Karaduygun’u Okudunuz mu?

Read Next

Kurt Vonnegut’tan Galápagos

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *