Elimizden Kayıp Giden Beden

Peki, şu çok ünlü Yeşilçam repliği buraya uyar mı? “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!” Uymaz. Çünkü iktidar önce ruhumuzu teslim alır!

Şair Tarık Günersel “Bedenlere inanır mısın?” sorusunu kitabına başlık olarak seçtiğinde, bedenimizin “bedenimizden” kayıp gideceğini öngörmemişti belki…

Ben de bu yazının notlarına başladığımda, “Çocuk istismarı” konusundaki “iğrenç” düzenleme gündemde değildi. Hızla gündeme girdi. Bu yazı biterken de gündem çıktı. Notlarıma konu olan kitap, Sel Yayıncılık yayını “Bedene Veda” adlı kitabı. Yazarı, David Le Breton, Türkçesi, Aziz Ufuk Kılıç.

“Bedenin Dil/İfade Aracı Olarak Kullanılması; İtiraz Eden Beden” adlı yayımlanmamış bir doktora/sanatta yeterlik tezimi yeniden gözden geçirirken ulaştığım bu kitabı yollarda okudum. Bu açıdan, beden konusu zaten tam bir disiplinler arası niteliğe sahipken, bir de coğrafi anlamda coğrafyalar/mekânlar arası bir okuma oldu.

İktidarların, kişinin bedeni üzerindeki tahakküm ve tasarrufları yeni değil. Bu konuda ilk akla gelenlerden bir düşünür olan Foucault başta olmak üzere dünya ölçeğinde zengin bir düşünsel birikim ve literatür var.

Bedenimizin sahibi kim?

İnsanı bir hak öznesi olarak kabul eden en demokratik iktidarlar dâhil olmak üzere, insan ve insan bedenini sahibi iktidarlardır. Açık ya da örtük, insan ve insan bedeni ekonomik bir birim olarak tasarlanmakta ve korunmaktadır. Hem üretici olarak, hem de tüketici olarak vazgeçilmez bir özne halindedir.

İktidarlar, insan öldürmeyi cezalandırırlar. Bu cezalandırmada, örneğin Anglo-Sakson hukukunun hakim olduğu İngiltere’de, başlangıçta, öldürme suçu işleyen kralın barışını bozduğu için cezalandırılması esas olmuştur. Aslında öldürme yetkisi kralındır. Suçlu bu yetkiyi çiğnemiştir. Burada derhal Max Weber ve devletin şiddet tekelini elinde bulundurmasına dair düşünceleri aklımıza gelebilir. Yani, diyebiliriz ki, Kral/iktidar, Max Weber’i öncelemiştir!

İngiliz hukukunda, bireyin merkeze oturması süreci 1200’lü yılların başına, Magna Carta’ya kadar uzatılabilir. Birey olma süreci bu denli uzundur.  Artık günümüzde bireyin/bedenin korunması öne çıkmış, kral görünmez gibi olmuştur. Burada, hegemonik sistemin rasyonelliği gereği, ölüm sonucu üzerine yoğunlaşılmaktadır. Yani, öldüren bir rasyonel birey olarak bu fiili seçmiş, ölüm bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Yargılama bu sonuç üzerinden yürüyecektir. Bizim hukukumuzun da kaynağı olan Kıta Avrupası hukukunda “illiyet/nedensellik, bağlantı/irtibat, kast/taksir” başta olmak üzere pek çok kategori suç ile maktul arasına girmektedir. Çünkü, bu hukukun bir kaynağı Roma Hukuk olmakla birlikte, diğer bir kaynağı Reform/Fransız Devrimi kanadındadır. Bu açıdan, kraldan/feodaliteden “kamu” lehine kazanılan “erk” – İngiltere’ye göre oldukça geç bir zamanda- sıkı sıkıya korunmak istenir. İşte bu nedenle, kamu düzenini bozduğu için, öldürme suçu işlenen davanın şikâyetçi kısmında “KH” yazısı yer alır. Yani Kamu Hukuku! Öldürülen şikâyetçi olamaz elbet. Ama onun yakınları şikâyetlerin “katılan” olarak ileri sürebilirler.

Başta söylediğimizde çokça sert ve radikal gelme olasılığı olan, “insanın ve insanın bedeninin sahibi iktidardır” sözünü sanırım daha kolay söyleyebiliriz. Peki, şu çok ünlü Yeşilçam repliği buraya uyar mı? “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!” Uymaz. Çünkü iktidar önce ruhumuzu teslim alır!

Bedeni kaybetme görünümleri

İnsan ile bedeni arasında kelimenin ikili anlamıyla bir oyun vardır. İkiciliğin modern bir versiyonu, bedeni artık ruh ya da zihnin karşısında değil, tam da öznenin karşısında koymaktadır.” (s.25). Ne denli doğrudan bir saptama; bedeni öznenin karşısına koyduğunuz anda, o özne artık her yola gelir!’ öyle ki, bu beden “…aynı zamanda bir yapım, bir bağlantı noktası, bir terminal, sayısız eşlemelere açık geçici ve işletilebilir bir nesnedir.” Biz buna yukarıda ekonomik bir birim demiştik.

David Le Breton, beden üzerine yoğun çalışmaları olan bir yazar. Kitabın sistematiği içinde yer verdiği bazı başlıklar, “Benliğin farmakolojik üretimi”, “Çocuk imalatı”, “Yaşam bilimlerinin müsvedde bedeni”, “Siber-uzayın fazladan bedeni.” Bu başlıklar, bir bakıma bedeni kaybetme görünümleri… Başlıklardan anlaşılacağı üzere, yazar bedeni her yönüyle didik didik ediyor. Sonuçta kimi çağdaş düşünsel tartışmaların içinden geçerek, güncel ve bireysel olan bağlamında bir beden haritası çıkartmakta.

Mevcut toplumsal sistemin mevcut eşitsizlik koşullarıyla birlikte, kısa dönemde beden için tekinsiz bir geleceğin de ipuçlarını kitap metninin içinde barındırıyor. Yazar en sonda “Ne mutlu ki dünyanın tadını kaybetmeyecek kadar etten ve kemikteniz hala!” demesi, kitabın bütünü düşünüldüğünde, daha çok zorlama bir iyimserliği akla getiriyor.

Kitapta daha çok antropolojik bir sistematik ön planda olduğu için, beden/iktidar ilişkisi/mücadelesi bir nebze geri planda kalmış. Buna eksiklik demek yerine, sistematik bir gereklilik denebilir.

Şu “iğrenç” tasarı

İktidarların insan ve bedeni üzerindeki tahakkümü ve tasarrufuna en acımasız örnektir şu anda geri çekilmiş olan tasarı. Bu tasarıya hukuksal, sosyolojik, politik ya da başka bir kategorik disipline ait bir niteleme yerine doğrudan “iğrenç” demeyi uygun buluyorum.

İktidarlar “idam” adı altında insan öldürme yetkisine sahip olduğunu ileri sürerler. Bu tasarı ise, idamdan daha öte bir “cüret” içermekte. Çünkü iktidar böyle bir tasarı ile “suçlu” olanın bedenine yönelmek olan idamdan farklı olarak, ”mağdur” olanın bedenine dahi hukuksal müdahale hakkını kendinde görebilmiştir. Bu bir “dip” noktasıdır. Geri dönülmüş olması elbette çok iyidir. Ancak, böyle bir dip, büyük ve temel bir hayati ihlaldir. Artık bu ihlal bu toplumda bir kere yaşandıktan sonra; müsebbibi, iktidar kim, ihlalin kaynağı hangi parti… gibi soru ve bağlamların anlamı birincil mesele değildir. Çünkü bu soruların yanıtı ne olursa olsun, bu düzeyde gerilediysek, bu gerileme somut bir veri olarak kaşımızda durmaktadır, tarihte yer almıştır. Yani bu sonuçtan iktidarı,  muhalefeti, muhalif olmayanıyla, hepimiz sorumluyuz…

Şunu da belirtmek gerekir ki, tasarı tartışmaya açılır açılmaz, sırf iktidara yaranmak adına tasarıyı canhıraş bir biçimde savunanlar, iktidardan daha büyük sorumluluk altındadırlar. Ve de ahlaki bir zanla karşı karşıyadırlar.

Şimdi Tarık Günersel üstadıma sormalı; Bedenlere inanalım mı?

  • Bedene Veda
  • Yazar: David Le Breton
  • Çeviri: Aziz Ufuk Kılıç
  • Türü: İnceleme
  • Baskı Yılı: Ekim 2016
  • Sayfa Sayısı: 246 Sayfa
  • Yayınevi: Sel Yayıncılık
Sabri Kuşkonmaz
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Ruj, Kadın, Kırmızı ve Aşk

Read Next

Murat Özyaşar ve “Kara kış gibi bastıran devlet”

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *