Güzin Yalın: “Ziyafet ilk öykü kitabım ve aslında ilk ciddi öykü yazma deneyimim”

Güzin Yalın: “Öykü yazmak benim için sanırım her şeyden çok bir gözlem işi.  Yaşadıklarımdan çok görüp izlediklerimi, belli bir süreçte biriktirdiklerimi yazıyorum öykülerde yani. “Zamanı şimdiymiş ancak demek ki” diyorum bu yüzden.”

Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından yayımlanan “Zifayet” yemek yazarı, yemek kültürü araştırmacısı ve gıda iletişim uzmanı Güzin Yalın’ın ilk öykü kitabı.

Yalın, yemeğin kültüründen öteye giden bir yolu mutfağın yalnızlıklarından geçirmiş. Yalın’ın öykülerini okurken özellikle pek çok kadına kendine ait bazı anların anlatıldığını farkedecek. Çağın kötülükleri ve hastalıkları da öykülerin satır aralarında okurun belleğine sunuluyor. Güzin Yalın okurken etrafınızı hoş kokular ile donatıyor ve o hep en güvende olduğunuz yeri ve anı gözünüzün önüne getiriyor.

  • Öncelikle sormak istediğim şey sizin mutfakla aranız nasıl?

“Ev işi” diye adlandırılan faaliyetler arasında en fazla mutfakla ilgili olanları severim. Pişirdiğim yemeklerin çok lezzetli olduğunu söylerler. Doğrudur. Ama mutfak eylemleri benim için hiçbir zaman özellikle bir tutku haline gelmemiştir. Yeni tatlar yaratmaya, yenilikler denemeye falan çalışmam mesela. Elim çok çabuktur, kısa sürede birkaç çeşit yemek pişirip bayağı iyi bir sofra yaratabilirim. Bu işin her şeyden çok zeka ile ilgili olduğunu düşünürüm zaten. Ama ben galiba mutfağın ürettiklerinden, malzemelerinden ve lezzetlerinden çok daha fazla sembolize ettiği şeylerle, yaşattığı ve anımsattığı duygularla, öyküleriyle ve kültürüyle ilgiliyim. Kızımla birlikte yemek pişirmek veya babaannemin mutfağını hatırlamak bana herhangi bir lezzetli yemeği yaratmaktan veya yemekten çok daha fazla şey ifade ediyor.

  • Öyküleriniz bana oldukça hüzünlü geldi, sizin için mutfak neleri anımsadığınız bir yer?

Sanırım aile ilişkilerini, neden bilmem annemi, galiba nostalji duyduğum kaybolup giden her şeyi ve nedense yüreğimde hep var olan yapayalnızlığı. Hem sahip olduğum gerçek sevgileri ve sımsıcacık anıları, hem de yaşamış olduğum kırgınlıkları ve kayıpları yani.

  • Sakın yanlış anlamayın öykülerinizle ilgili sorular yönelteceğim elbette ama bir başka merakım en sevdiğiniz yemek ve en çok pişirmekten keyif aldığınız yemek nedir?

Ben maalesef tatlıları ve hamur işlerini severim en çok. Yani sağlığa en zararlı olduğu söylenen yemekleri. Bu yüzden de tabii en çok onları pişirmekten keyif alırım. Ne de olsa, harcanan emeğin sonunda ulaşılacak çok büyük bir ödül vardır çünkü. Ama hayatın gerçekleri farklı olduğu için sık sık başka yemeklerle de ilgilenmem gerekir tabii. Bu yüzden de sebzelere baharatlarla yeni lezzetler katmaya çalışırım. Türk mutfağının klasik yemeklerini, özellikle de zeytinyağlıları iyi yaparım. Bunlar için mesela anneannemden öğrendiğim, herkesin bildiğinden azıcık farklı bir tarif kullanmak ve sonucun beğenildiğini görmek hoşuma gider.

  • Öykü yazmakla ilgili daha önce bir deneyiminiz oldu mu? Yemek ve yemek kültürü ile ilgili yazdığınız yazıları biliyoruz ama bu öyküler nereden ve nasıl çıktılar?

“Ziyafet” ilk öykü kitabım ve aslında ilk ciddi öykü yazma deneyimim de denebilir. Okuma yazmayı öğrendiğimden beri sürekli bir şeyler yazdığım için çok daha genç yaşlarda elbette bu tarz denemelerim de (kağıda dökmedimse bile en azından aklımda) olmuştur herhalde ama şimdi elimde onlardan kalan bir şeyler bulunmadığına göre demek ki söz etmeye değmezler. Öykü yazmak benim için sanırım her şeyden çok bir gözlem işi.  Yaşadıklarımdan çok görüp izlediklerimi, belli bir süreçte biriktirdiklerimi yazıyorum öykülerde yani. “Zamanı şimdiymiş ancak demek ki” diyorum bu yüzden.

  • Sizin için bu hikayeleri bir araya getirmek ne demekti?

Yazmaya başlamadan ne eylem olarak öykü yazmaya ne de yazacaklarıma fazla özel bir anlam yüklemedim. Sadece yazarken, yıllardır alışkın olduğumun aksine kurmaca yazıyor olmanın yani belirli bir gerçeği aktarmak zorunda olmadan istediğim gibi insanlar yaratıp istediğim gibi olaylar örmenin bana kendimi çok özgür hissettirdiğini fark ettim. Ama öyküler ortaya çıktıkça ve ben hepsinde kendimden bir şeyler buldukça anlamları arttı, bütünleşti. Bu yüzden de onları bir kitapta bir araya getirmek benim için hem çok daha derin bir anlam hem de önem kazandı.

  • Yazmakla yemek yapmak arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

“Her ikisi de yaratıcılık gerektiren ve insanın kendisini farklı açılardan ifade edebilmesini sağlayan uğraşlar” desem çok mu klasik olur? Bir de tabii ilişkilendirmeyi doğru becerirseniz, birbirlerini çok güzel besliyorlar.

  • Ruhun Gıdası Kitaplar’a çok yakışır bir kitap olmuş. Okurun gerçekten ruhuna dokunan bir kitap. Pek çok insan bu dokuz öykünün içinden kendine dair bir şeyler bulup çıkarabilir. Ama sanırım en çok kadınlar ve anneler bu kitabın hüznünden nasiplerini alacaklar. Kadınların mutfakla olan bağlarını nasıl yorumluyorsunuz? Pek çok ülkede pek çok mutfak gördünüz; bizim gibi mutfağın genelde kadına ait olduğu ülkelerin sayısı fazla mı?

Aslında fazla derin sosyolojik analizlere girmeden, “dünyanın aşağı yukarı her yerinde bereket kavramı kadınla bağdaştırılıyor, yemeklerin yaratılmasıyla ilgili kavramların çoğu kadına yakıştırılıyor” demek yanlış olmaz ama tabii bu iyimser bakış açısı. Bir de mutfak faaliyetlerinin bir “iş” olarak görülüp kadının üzerine “yıkılması” var. Bu ikinci bakış açısı daha çok kadının ev dışında çalışmadığı geleneksel toplumlarda, örneğin müslüman Ortadoğu ülkelerinde geçerli. Gerçi dünyanın pek çok yerinde profesyonel erkek aşçılar evde asla yemek pişirmemekle övünüyorlar! Erkekler bir köşede kendi kendilerine bu şekilde hallenedursunlar, genelde yemek pişirmek kadınların yaratma ve doyurma içgüdülerine çok uygun bir uğraş ve mutfak da aynı özelliğe çok uygun bir mekan denilebilir. Yeryüzünde pek çok kadın varlığını mutfakta yarattıkları üzerinden meşru kılıyor, dünyanı pek çok köşesinde birçok kadının tek egemen olduğu veya kendini en becerikli hissettiği yer mutfak. Bunun aşırı geleneksel, kadının fazla özgürlüğe sahip olmadığı ülkelerden sonra en güzel biçimde gözlemlenebileceği yer Akdeniz havzası, özellikle de İtalya. Güneydoğu Asya’nın geleneklere sıkı sıkıya bağlı yaşayan toplumlarında da durum farklı değil.

Güzin Yalın
  • Peki, yemek kokularının hafıza ile olan ilişkisine ne diyorsunuz?

Ben kokunun her türlüsünün her halükarda hafızaya en fazla hükmeden, aklımızın bir köşesinde kendisine en kesin yer edinen unsur olduğunu düşünüyorum. Hele bir de böyle mutfaktan gelen mis gibi bir kokunun hafızada boyunu aşan bir anlam edinmemesi mümkün değil. Yemek kokuları hafızamıza, hem de sadece kendi özellikleriyle değil sembolize ettikleri şeylerle de birlikte, yer ediyorlar. Kahve kokusunun sohbeti çağrıştırması, fırından çıkmış taze ekmek kokusunun içimizi ısıtması, insanın elleri soğan koktu diye dertlenmesi hep bu yüzden.

  • Türkiye toplumu mutfağından ve misafirperverliğinden çok methederek bahseder. Sizin öykülerinizin satır aralarında insanın ve çağın kötülükleri de yer alıyor. Bu çağın hızla bu kadar kirlenmesine ne diyorsunuz? İnsanlar neyi unuttular, merhamet ve vicdan neden kayboldu? Çocuklar, kadınlar ve hayvanlar bu vicdansızlıktan neden bu kadar nasiplerini alıyorlar?

Bence insan yeryüzündeki canlılar arasında en kötü ruhlu, en zararlı olanı. Zekası üstün olsa da iyi niyeti çok eksik. Dolayısıyla, her tür koşulda bir bahane bulup her şeyi kirletmeye zaten çok yatkın. Çağımız da insana bu tür bahanelerden bol bol sunuyor maalesef. Yok teknoloji gelişti, yok globalleşme arttı derken insanlar giderek daha fazla rekabetçi ve acımasız oluyorlar. Empati, anlayış ve değerlere saygı gibi kavramlar artık nadir bulunan nadide mallar gibi. Çağımızın hastalığı hafıza kaybı, ideolojisi sadece iyi vakit geçirmek, en belirgin özelliği de egoizme ulaşan bir bireysellik. Tüm bunların doğurduğu sonuç doğal olarak vicdansızlık çünkü eğer içiniz titreyerek hatırladığınız bir koku, başkalarıyla paylaştığınız için mutlu olduğunuz bir tarif, özen göstererek sakladığınız bir anı yoksa hayatınızda, merhamet ve vicdan da yok oluyor galiba. Çocuklar, kadınlar ve hayvanların en fazla mağdur olması tabii ki bir açıdan üstün, diğer bir açıdan da nispeten güçsüz olmalarından. Ama bu durum da deminden beri saydıklarımın tüm “insan”lar değil, sadece “erkek”ler için geçerli olduğu sonucuna getiriyor bizi ki bu da başlı başına farklı tartışma konusu.

  • Peki, yalnızlık, öykülerinizin pek çoğunun içinde bir kavram ve yaşam biçimi olarak yalnızlık var. Mutfak neden bu kadar yalnızlığı anımsatan ya da yalnızlıkla ilgili bir yer? Sizin yalnızlıkla aranız nasıl?

Mutfak sadece yemeklerin piştiği değil, yaşamın anlamlı pek çok boyutunun da kotarıldığı mekan bence. Dolayısıyla içinde şenlik de var, yalnızlık da, eğlence de, yas da… Benim yalnızlıkla ilişkime gelince… Bilmiyorum. Bilsem eksile arta hep var olan o çok derin sızıyı hissetmekten kurtulurdum belki. Bu tabii çok hassas bir konu. Çünkü sevdiklerim/sevenlerim tarafından yanlış anlaşılabilir, kırıcı olabilir. Oysa ben tabii ki ne fiziki yalnızlıktan ne de yakınlarımla paylaştığım yaşam dilimlerini bir yalnızlık olarak algılamaktan bahsediyorum.  Çünkü sakın yanlış anlamayın; benim örnek denilebilecek düzgünlükte, sevgi dolu bir çekirdek ailem; gayet iyi ilişkiler içinde olduğum bir geniş ailem; çok ama pek çok kalabalık bir sosyal çevrem ve hepsini çok sevdiğim bir sürü arkadaşım var. Yaşam biçimim yalnızlık değil yani. Söz konusu olan ve bir türlü tam anlamlandıramadığım derin yalnızlık benim şu anki insanlarımla hiç ilgisi olmayan, farklı bir şey. Olsa olsa annemle ilişkimle ilintili olabilir diye düşünüyorum doğrusu çünkü galiba farkında olmadan en çok onu yazıyorum. Annem de aslında dünyanın en tatlı annesidir ama sanırım mutfak bir yanda kaybolup giden anneannemin zamanına ait inceliklerin nostaljik mekanı,  bir yanda da çelişkili ama çok gerçek anne-kız ilişkilerinin sahnesi benim için.

  • Aynı zamanda Ruhun Gıdası Kitaplar’ın genel yayın yönetmenisiniz… Bunun yanı sıra Gidivermek adında bir siteniz var. Yayıncılık özellikle bu zamanda nasıl gidiyor? Sizin yayınevinizin mutfağında neler okurlar için pişiyor?

Yayıncılık ülkemizdeki dağıtıcı/sipariş/tahsilat sistemiyle zaten çok zor giden bir işti, özellikle de bizim gibi minik ölçekli, ihtisas yayıncılığı yapan, butik yayınevleri için. Bu zamanlarda artık galiba hiç “gitmiyor” desem yeri! Kağıt fiyatlarının, dolayısıyla da baskı maliyetlerinin dolar artışından etkilenmesi gibi tahmin edilebilecek zorluklara ilaveten, bastığımız kitapları onları okumak isteyen okura ulaştırabilmek için verdiğimiz mücadele akıllara ziyan bir boyuta ulaşmış durumda. Zaten kitap alan insan sayısı, hadi eksiliyor demeyelim de, sanki hiç artmıyor. Bu yüzden de hayatımız zor.

Ama şikayet etmeyi bir yana bırakıp her şeye rağmen yapmaya devam ettiklerimize bakacak olursak; bir yandan merkezinde yemek kültürü veya bir yiyecek malzemesi olan kurgu kitaplar basmayı sürdürüyoruz, öte yandan da dünya edebiyatından özenle seçtiğimiz, sadece bir yemek öyküsü değil aynı zamanda edebi değer de taşıdığına inandığımız dört çeviri romanımız peş peşe hazır olacak. Ardından benim ikici öykü kitabım ve daha önce Tadın Kıyısında adlı bir öykü kitabını yayınladığımız Ayla Özberk’in yeni öyküleri gelecek. “Osmanlı Kitaplar” ve “Lezzetin Sohbeti” dizilerimiz de iki yeni kitapla devam edecek. Geçen sezon başladığımız “Yeryüzü Günlükleri” yine benim yazdığım Geri çağıran Kentler ile sürecek. Bu sezona özgü bir yenilik olarak da çocuklar için hazırladığımız çok keyifli bir kitaptan, Masal Sofralar’dan söz edebilirim.

Adalet Çavdar
Latest posts by Adalet Çavdar (see all)
Vinkmag ad

Read Previous

Büyük Atatürk’ten Küçük Öyküler

Read Next

Korkunç ve amansız bir saplantının öyküsü: Kumarbaz

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *