Beat Kuşağı’nın öncülerinden Kerouac ile Ginsberg’in mektupları – “Jack Kerouac – Allen Ginsberg Mektuplar” – arkadaşlığın, edebiyatın, hayatın paylaşıldığı bir atölye gibidir.
Zamana asılı kalan duyguları ve düşünceleri eyleme dönüştüren, kokusundan tutun da yazınıza kadar her şeyiyle sizi ve karşınızdakini özel kılan, aidiyet hissini solumanızı sağlayan tattır, konuşmayı değil de yazmayı sevenlerin harcıdır mektuplar. Yüz yüze geldiğinizde açıkça anlatamıyorsanız içinizdekileri yahut uzaktaysa dostunuz, sevdiğiniz, oturup konuşma olanağınız yoksa kâğıda dökersiniz olan biteni. Şimdilerde postacının bıraktığı zarflardan yalnız faturalar, ekstreler çıkıyor. İletişimde / teknolojide yaşanan devrim çığ gibi büyürken ve biz artık hızına yetişemezken, el yazısıyla yazılmış mektuplarla kimi zaman dalga geçiliyor.
Herkes çok konuşuyor ama artık yazmıyor, mesajları bile kısaltmalar süslüyor, görüntülü aramalar yapılıyor, pek akıllı telefonlar sayesinde insanların nerede, kimlerle, ne yaptığından anında haberdar olabiliyoruz. Bilgisayar karşısında yorulmak nedir bilmeyen parmaklarımız kaleme kavuşunca tükeniyor, iki cümleyi yan yana getirmeyi beceremiyor. Kalemi elimize almadığımız her vakit kelimelerimiz değil ama duygularımız köreliyor. Özenle katlanmış, pullarla donanmış bir mektubun ne önemi var zamanımız bunca kıymetliyken? Oysa mektup; tereddütlerinizi, neşenizi, sahiciliğinizi, samimiyetinizi hatta parmak izinizi dahi taşır, kaleminizden dökülenler sizin adınıza dokunur bir başkasına.
Pek çok ülkede olduğu gibi, Amerika’da da 1960’larda uzun mesafeli ve uzun süreli telefon görüşmeleri pek çok insan için lüks bir harcamaydı, insanlar yalnız doğum veya ölüm haberlerini vermek için telefonu kullanıyorlardı. Çağdaşı olan ve kendinden sonraki Amerikalı yazarların yazım biçimini etkilemiş, sayısız neslin dünya görüşünü şekillendirmesine neden olmuş, kült eseri “Yolda” ile Amerikan yazın dünyasında çığır açmış Jack Kerouac ile başta “Uluma” olmak üzere şiirleriyle, mühim bir aktivist ve öğretmen olarak oynadığı rolle kültürel bir sembole dönüşen Allen Ginsberg’in 1944 – 1969 yılları arasında birbirlerine yazdıkları mektuplar; “… tutkulu otoportreler, oluşumuna katkı sağladıkları kültürün canlı bir portresini çizer. Beat hareketinin merkezindeki edebi keşiflerin, kilit noktalarını gözler önüne serer, kendi içlerindeki ruhani keşiflerin de eşsiz bir kaydıdır bu yazışmalar ve derin, özel bir arkadaşlığın devingen bir kaydı.” (s. 2)
Soğuk Savaş döneminde dünyada dengeler yeniden kurulurken milyonlarca insan acı çekmeye devam ediyordu. 1950’lerin Amerika’sında ise gençlik “Özgürlükler Ülkesi”nde özgürlüğün peşine düştü. “Beat Kuşağı” diye adlandırılan Jack Kerouac, Allen Ginsberg, William S. Burroughs, Lawrence Ferlinghetti, Neal Cassady gibi yazarlar yaşamın onları şekillendirmesine izin vermeyip sosyal, siyasal, ahlaki baskıya, modern köleliğe ve savaşa karşı durarak, yaşam tarzları ve eserleriyle asıl uyuşturucunun din, devlet, düzen olduğunu vurgulayarak “Beynine ve ruhuna tecavüz etmelerine izin vermeyeceksin!” diye haykırdılar. “…O kadar hastaydım ki kendimi insan ruhunun ve özellikle kendiminkinin tabii, geleceği hakkında kafa yorup kederlenirken buldum.” (s.28) diyen Ginsberg gibi durmadan kederlenseler de, yazdıklarını caz ayinlerine katıp bize emanet bıraktılar.
Beat Kuşağı’nın öncülerinden Kerouac ile Ginsberg’in mektupları – “Jack Kerouac – Allen Ginsberg Mektuplar” – arkadaşlığın, edebiyatın, hayatın paylaşıldığı bir atölye gibidir. Düşüncelerinde hemfikir olmadıklarında dahi birbirlerine sonsuz güven duyarlar. Tolstoy’dan, Dostoyevski’den, Gide’den, Rimbaud’dan ve nicesinden bahsederler, birbirlerine tavsiyelerde bulunurlar, yazılarını, şiirlerini takas edip düşüncelerini sınarlar. “… Delicesine yazıyor olmama şaşırabilirsin. Tam şu anda üç roman yazıyor, üstüne bir de devasa bir günlük tutuyorum. (…) Günlüğümden bir cümle: ‘Hepimiz, gezegenler gibi tıpkı, kendi melankolik atmosferlerimize tıkılıp kalmış bir şekilde, ortak fakat uzak arzumuz güneşin etrafında dönüyoruz.’ Çok iyi değil belki de ama bu cümlemi çalarsan, bir değişiklik yapar ve seni gerçekten gebertirim.” (s.26) diyerek yazma serüvenini anlatan Kerouac’a, bir zaman sonra “…Sanırım bir sone dizisi yapacağım. Petrarch ve Shakespeare, Spencer ve Sidney, vs. okumak ve soneleri baştan aşağı öğrenmek ve kusursuz, yeni tasarlanmış aşk soneleri yazmak istiyorum.” (s.48) diyen Ginsberg kendi şiir dünyasını salık verir.
Mektuplarında yer alan yaratıcı ve muzip hitaplar, şakalar dostluklarının sembolü; tartışmaları, anlaşmazlıkları ise ne denli yoğun düşündüklerinin bir göstergesidir aslında. “… Şayet tüm dünya yeşil olsaydı yeşil diye bir renk olmazdı. Benzer şekilde, insanlar ayrı olmanın ne demek olduğunu bilmeden birlikteliğin ne olduğunu bilemezler. Tüm dünya sevgi olsaydı eğer, sevgi nasıl var olabilirdi? Gerçekten mutlu ve yakın olduğumuzda birbirimizden uzaklaşmamız bu yüzden işte.” (s.59) diyen Kerouac’a Ginsberg şöyle yanıt verir: “ … Şüphenin varlığını kabul etmeye kalkışıp da sonrasında, her şeyin temeli o olduğu halde, sanki hiç önemli değilmiş gibi yapmak ne mutluluk ne de hayat doğurur. (…) Temel ve tek yorucu şey sevgiyken tüm mesele anlaşılmaktır. Bu yüzden uzanıp insanlara dokunuyorum – fiziksel olarak. Belki de içerik barındırmayan biçimi meşrulaştırıyorum? Çünkü eyleme inanıyorum. Şayet anlaşılsaydın, senin deyiminle tamamen anlaşılsaydın, anlaşılmanın bir anlamı kalmayacaktı, dolayısıyla günaha da gereksinim olmayacaktı.” (s.64)
Kitabın sayfalarını çevirmeye başladığınızda yalnız küfürlerin, argo kelimelerin havada uçuşacağını düşünmeyin sakın. Zaman zaman hüzünleneceğinizi, bol bol tebessüm edeceğinizi de hesaba katın. Başkalarının yazdığı mektupları okumak zordur. Hayatlarına sorgusuz sualsiz dalıverdiğimiz insanların mahremlerini öğreniriz çünkü. İstediği kadar toplumcu izler taşısın, mektup kişiseldir. Çağımız teknolojisi sebebiyle gelecekte mektuplara rastlayamayacağımızı hayal ettiğimden olsa gerek, içimde yer eden endişeyi uzaklaştırır, bir çırpıda okurum mektupları. Temelde gizliliği esas alsa da mektuplar, yazın insanları arasında paylaşılanları daima bir döneme ışık tutar. Bildiğimizi düşündüğümüz şeylere farklı bakmamızı ve daha akılcı sorgulamamızı sağlar. İşte bu yüzden “Yolda”, “Yalnız Gezgin”, “Kaddish” ve “Uluma” ile ilk gençliğini çiçeklendirenlere, Beat Kuşağı’nın bu kederli kaçıklarının mektuplarını okumaları ısrarla tavsiye edilir. “… Fakat ben kaçıp da kendime sığınmak istemiyorum, kendimden kaçmak istiyorum. Bilincimi ve bağımsız yaşam bilgilerimi yok etmek benim arzum; suçlarımı, gözlerimi, senin tanımınla ikiyüzlülüğümü. Doğanın çocuğu değilim ben; çirkinim ve kusurluyum kendi gözümde ve şiirle ya da romantik imgelemlerle yükseltemem kendimi sembolik bir cennete.” (s.14) dese de Ginsberg, “Hepimiz birer bebeğiz! İyi hissettiriyor. Kelam nihayet!!!” (s.620)
|
- Marat’ın Yahut Fikret’in Ölümü - 6 Mart 2017
- Bir Ağacı Bütünüyle Görmek… - 20 Şubat 2017
- Vurulduk Ey Halkım, Unutma Bizi! - 23 Ocak 2017
FACEBOOK YORUMLARI