
Kısa ama dopdolu, merakla okurken özeleştirinizi yapacağınız, kendinizi ya da bir parçanızı bulacağınız bir roman Bir Çift Ayak.
Ertuğ Uçar’ın kalemiyle ilk kez 2006 yılında çıkardığı Rüya Arızaları öykü derlemesiyle tanışmıştım. Onu sırasıyla, Yalnızlığın 17 Türü (2008) ve Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer (2010) adlı öykü kitapları takip etti. Hepsi de kendi içlerinde bir şekilde yalnızlığı barındırıyordu. Rüyalar ve deniz fenerleri… Belki de deniz fenerlerinden başka hiçbir mekân tek başına var olmayı, hatta var olma amacının yalnızlık olduğu hissini vermiyor, veremiyor. Sadece deniz fenerleri tek kişilik bir hayatı temsil ediyor, fenerci ve fener. Rüyaları ise hiç karıştırmıyorum, kontrolümüzden uzak, zihnimizin en karanlık yerlerine yapılan bu yolculuktan daha kişisel, daha yalnız ne olabilir ki?
Uçar’ın Can Yayınlarından çıkan beşinci kitabı aynı zamanda ilk romanı Bir Çift Ayak, haziran ayında okuyucuya ulaştı. Pek az yazarda kendi düşüncelerimi, hayallerimi bulurum. Ertuğ Uçar’ın yazılarına beni çeken, okudukça yüzümde bir gülümseme, başımda onaylarcasına bir sallanma yaratan işte bu özelliğiydi, sanki düşüncelerim okunmuştu ama benim yazabileceğimden çok daha estetik bir şekilde kâğıda yerleştirilmişlerdi. O yüzden romanını da çıkar çıkmaz aldım. Bir solukta okudum mu, hayır. Çünkü o zaman kitabın hakkını veremem. Her cümlesinde durarak, düşünerek, iç çekerek, gülerek, onaylayarak okudum. Sadece 100 sayfa olması sebebiyle ne yazık ki uzun sürmedi beraberliğimiz. Ama zaten yazarın en sevdiğim özelliklerinden biri de bu, geveze olmaması.
Bir Çift Ayak, İstanbul’un gelecek bir zamanında, bir gökdelenin 36. Katında tek başına yaşayan, duvarını Edward Hopper’ın pencereden bakan kırmızı elbiseli kız resmiyle süslemiş bir adam üzerine kurulmuş bir roman. Yayılmayıp yığılmış bir şehrin içerisinde her gün aynı şeyleri yapmaya programlanmış, kalabalığın içinde yalnızlığın farkına varmış bir adam. Bir gün duvarında bir çatlağı fark eder, bir ipucu bulduğunu düşünerek bu detayın üzerine düşer, araştırmaya başlar. Evde bir takım gariplikler hisseder ama adını koyamaz. Derken eşyalarını kontrol etmeye başlar, sanki kaybolan bir şeyler vardır evde. Ama tespit edemez. İçinden bir ses bu çatlağın kendi hayatıyla ilgili bir çözüm taşıdığına fısıldar. Elleriyle takip eder, bir deliğe kadar izler ve telefon hattının bu delikten bir paralel kabloyla paylaşıldığını keşfeder.
Şaşkındır, 36. Katta kim onun telefon hattına paralel çekebilir, hem de bir boşluğa bakan duvarından? Telefon idaresini arayarak karşısına çıkan bant kaydına derdini anlatır. Zaten alışıktır bant kayıtlarına, yıllar vardır ki çevirdiği hiçbir numara canlı insan sesiyle karşılamamıştır onu. Ertesi günü kapısı çalar, pazar olmasına rağmen bir teknisyen durmaktadır kapıda. Şaşırır, sevinir, teknisyeni içeri alır. İşini büyük bir ciddiyetle yapan teknisyen çatlağı ve kablonun çıktığı deliği inceler, hassas ölçümler yapar ve bulduğu sonucu adamla paylaşır; duvarında bir parazit yaşamaktadır. Teknisyen adamın eline bir kartvizit tutuşturarak oradan ayrılır, şayet parazitten kurtulmak istiyorsa araması gereken numara işte bu kartta yazılıdır. Adam, elinde kart, 36. Kattaki evinde teknisyenin ardından aklında bir sürü soruyla kalakalır, parazit de nedir, kartvizitteki adam kimdir, tüm bunlar onun hayatı için nasıl bir çözüm olabilir?
Birçok açıdan romanı başarılı buldum. Hoşuma giden noktalar;
- Tüm kitap boyunca en ufak bir gevezelik yok (işlevsiz cümleler-laf kalabalığı), tekrar yok, cümleler net ve derin anlamlar içeriyor. Bunu yaparken de son derece sade bir dil kullanılmış. Edebiyatın süslü ve ağdalı anlatım olmadığını ispatlarcasına yazılmış bir metin. Kopukluk yok, samimi, kendiliğinden akıp gidiyor okurken, zorlama hissi veren tek bir cümle yok.
- Parazit fikrine bayıldım. Kırlangıç yuvalarını hatırlattı bana. Senden izinsiz, habersiz, bir gecede yerleşirler, seni umursamadan, sanki onlara duvarını veren sen değilmişsin gibi yuvalarına sahiplenerek, ve utanmadan her yıl gelerek yaşamına ortak olurlar.
- Karakterler tam da bilimkurgu kahramanları, gerçek üstü meslekler, tahmin edilemeyen gerçekler. Sadece yaptıkları işe odaklı, empatiden uzak, robot garson Elly’nin farklı versiyonları. Belki de tek insan kalmış kişi parazit avcısı.
- Kahramanın yalnızlığı, şehirle ve dayattıklarıyla içsel savaşı, eşyaları atmakla başlayan isyanı tablodaki kadının yalnızlığı ile paralel anlatılmış. Hopper’ın çizimlerindeki pencereden bakan insan figürlerinin yüzlerindeki arayış bu öyküye çok uymuş. Adamın parazitle ilgili değişken hisleri, korkuyla karışık merakın saygıya devşirmesi kademeli olarak verilmiş.
- Kurgunun geri sayımı, giderek artan merak duygusu. Finalde, sıfırıncı bölümde patlayan bomba, yaratılan gerilimin çözümü.
- Küçük kızla olan dostluk, belki de büyüdükçe kaybediyoruz iletişimi, yalnızlaşıyoruz.
- Yayılmayıp yığılmak, işte tam da yaptığımız bu. Siteler, gökdelenler insan fabrikaları haline gelmiş. Kendi yarattığımız canavar bizi ele geçirmiş. Tavuk çiftliklerinden tek farkımız gezinecek alanımızın daha geniş olduğunu sanmamız. Yollarda, barlarda, metroda asansörde, binalarda bu kadar iç içe geçtikçe daha fazla içimize kapanmak istiyoruz, özel alanlarımız işgal edildikçe içimizde kimseyi sokmak istemediğimiz alanlar yaratıyoruz.
- Eşyaların esaretine girmek, bir kere eve alınan bir eşyadan kolay kolay kurtulamamak, eşyanın bir tür ev paraziti olarak tanımı. Her eve bir şekilde giren ve kurtulamadığımız yedi boy fil ve diğerleri.
- Şehrin yarattığı ama şehre karşı bir isyan olan, anarşist eylem olarak parazitler.
- En sevdiğim cümle: Daha onurlu bir sonu hak ediyoruz. Uzaylı halklar gelip bizi yese. Savaşa savaşa yok olsak!
(Bazen kapıdan bir aslan girse ve beni yese diye düşündüğüm olmuştur, onurlu bir ölüm hayalinde. Çünkü gerçek güç onunki ve yenileceksem doğanın bu heybetli kralı tarafından yeneyim, bir arabanın altında kalacağıma.)
Ertuğ Uçar 1971 Antalya doğumlu. ODTÜ Mimarlık Fakültesinden mezun olduktan sonra mesleğinin yanında kurmaca metin yazmaya başlıyor. Kalemi sadece sözcüklerde değil çizimlerde de kuvvetli, Yalnızlığın 17 Türü kitabının tüm illüstrasyonları kendisine ait.
“Mükemmel bir hayattan hangi üç şeyi atardın sorusuyla gerçekten ihtiyacın olan üç şey ne sorusu aynı değil mi?”[1]
Kısa ama dopdolu, merakla okurken özeleştirinizi yapacağınız, kendinizi ya da bir parçanızı bulacağınız bir roman Bir Çift Ayak. Özellikle tatilde, tam da kendinizi özgür hissederken okumanızı tavsiye ederim, romanın içindeki özgürlük kavramı tüm inançlarınızı sarsabilir.
İyi Okumalar,
[1] Bir Çift Ayak, Ertuğ Uçar Can Yayınları s:85
![]()
|
- SORGULATAN, HAYAL KURDURAN KİTAPLARA İHTİYAÇ VAR! - 22 Mart 2020
- İnsanca bir başkaldırı; Aşk - 16 Mart 2016
- Gerçek Bir Çocuk Kitabı; Mumi Baba’nın Anıları - 20 Haziran 2017