Korku Benim Sahibim Filiz Özdem’in, imparatorlukların yıkılıp yerini ulus devletlerin aldığı acımasız savaş yıllarında insanların karşı karşıya kaldıkları sürecin yarattığı durumlardan birinin öznesi olan ailesinden yola çıkarak oluşturduğu bir roman.
İnsanoğlu ‘devlet’i yaratıp kendini, değişen çıkarlarına göre sınırlarını ayarladığı mekânlara hapsettikten sonra, soyuna en büyük kıyımları yapmaktan çekinmedi ve tarihini savaşın kanlı kaleminin yazdığı bir geçmişi geleceğine bağladı durmadan. Günümüzde de bu gelenek hiç değişmedi. Her nesil bir önceki neslin kıyımını genetik hafızasında taşıdığından, dünya sevinçlerinden çok korkuları ortak olan insanların yaşadığı bir gezegene dönüştü.
“Korku Benim Sahibim” Filiz Özdem’in, imparatorlukların yıkılıp yerini ulus devletlerin aldığı acımasız savaş yıllarında insanların karşı karşıya kaldıkları sürecin yarattığı durumlardan birinin öznesi olan ailesinden yola çıkarak oluşturduğu bir roman.
Savaşın kıyıcılığından nasibini almış ailesinin korkularının, kendi iç dünyasının korkularıyla iç içe geçmiş sarmalında, biten ilişkisini sorgularken, babasından çok korkan kız olarak geçen çocukluğuna gidip, babasının hiddetinin ve uyguladığı şiddetinin altında da aslında bir korkunun yattığını keşfetmesiyle birlikte ta köklerine kadar giden bir sorgulamada buluyor kendini.
Bugünün dünyasında romanı okurken, insanın kendi soyuna yaptığı kıyıcılığın aslında nesiller boyunca silinmez izler bıraktığına dair tanıklık ediyor, yanı başımızdaki savaşlarda yaşamak ve çocuklarını yaşatmak telaşındaki insanların katlandıkları acıların ve zorlukların yoğunluğunu defalarca yüreğimizin derinlerinde hissediyoruz.
Filiz Özdem kitabında, korkunun, öznesi olan insanı nesiller boyunca nasıl ele geçirdiğini, yaşamının her alanına nasıl nüfuz ettiğini çocukluğuna gidiş ve dönüşlerle, yumuşak ama can yakıcı anlatımla çok ustaca veriyor. Kitabın 18. sayfasında yazarın dile getirdiği cümlelerden alıntı yapacak olursak;
‘’Kalıtım yalnızca kaş, göz, saç renginin, hastalıkların, belli davranış kalıplarının aktarıldığı bir zincir değil. Bu mirasla bize geçmiş yaşam deneyimleri, kimi duygular ve anılar da aktarılır. Bu büyülü zincir bazen hiç aklımıza gelmeyecek biçimlerde dokunur bize. İncecik sırlı çatlaklardan akar gelir.’’
Yazar öyküsünü anlatmaya, çocukluğunun geçtiği evden başlamak istiyor, çocukluğa dönme isteğiyle ziyaret ettiği sokağı ve sokakta bulunan dede evini aramaya çıkıyor ama artık ne sokağı sokak, ne de ev o ev değildir. Sokaklar ve evler yıkılmış, insanlar ölmüştür. Babasının ninesi Elmas Nine’nin ölümüyle, hayatındaki ilk kırılma noktalarından birini yaşıyor. Geçmişini aramak için çıktığı yolculuk zamanı, aslında sevdiğinden ayrıldığı dönemle çakışıyor. Bu yolculuk, aslında yaşadığı kimlik bunalımını aşmak için köklerini araştırma ihtiyacından doğuyor. Bir anlamda kendi var oluşunun başlangıç noktalarını bulmaya çalışıyor.
Romanda Sude, ‘’İki korku arasında büyüdüm ben. Biri sevgiyi kaybetme korkusuydu. Diğeri babamın yoluma düşen gölgesinin saldığı korku.’’(sf:36) ‘’Sonra da korku benim sahibim oldu.’’(sf:36) cümleleriyle kitabın ilk bölümünde korkularını tanımlamaya çalışırken de aynı zamanda kişiliğinin oluşumunda bu korkularının etkisinin yoğunluğu da ifade ediyor. Babasının korkusunun baskın olduğu ve korkularıyla başa çıkmakta zorlandığı zamanlarda dedesinin şefkatli yatıştırmalarına ve onun güvenli varlığına sığınması, baba sevgisini yaşayamaması, babasının hep eleştiren ve buyurgan bir figür olarak yaşamında yer alması, yaşamındaki olumsuzlukların ve uyumsuzlukların kaynağı olarak karşısına dikiliyor. Bunu belirtirken de kullandığı cümleler oldukça açık ve net. ‘’Söz dinlemeyecek misin? Cevap mı vereceksin? Orospu mu olacaksın? Gâvur mu olacaksın? Anarşist mi olacaksın? Yasak! Yasak! Al sana. Kaç baban geliyor. … Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar. (sf:37)
Sude’nin babasıyla olan sorunlarının kaynağında aslında, sakin ve uyumlu dedesinin aksine inançlı ve despot bir kadın olan babaannesinin etkisi de çok fazla. Çünkü o zamanın şartlarında hayatta ve ayakta kalmanın tek yoludur Müslümanlık. Ne kadar çok inançlı olursa o kadar daha fazladır hayatta kalma şansı. Bu durum despot bir annenin terbiyesinde, onun yöntemlerinin sertliğinde yetişen babasının kişiliğindeki acımasızlığı, çocuklarına baskı ve korku salmasının nedenleri hakkında ipuçları veriyor. Babaanne, kendini ve ailesini korumak adına, kimliğini ele veren dininden vazgeçtikten sonra, vazgeçişinin acılarını, sertlikle dindirmeye çalışıyor, despot bir dindar oluyor. Sude’nin babasını ve diğer çocuklarını sert yöntemlerle terbiye ediyor. Aynı yöntemleri bu kez de babası, annesinin acımasızlığından kendisine miras kalan yöntemleri Sude’ye uyguluyor. Bu baskılı ve yaralayıcı yetiştirme sürecinde, geçmişten gelen korkularını çocuklarına aktaran ailenin kendilerini, akrabalarını, yaşamlarını reddedip bulundukları yere ait olma çabalarının yaralarını sağaltan tek yer yazları gidilen dedeye ait bağ evi. Dedenin sevgisi. Hayatını oluşturan ve olumlayan bir süreç dedeyle geçirilen zamanlar. Dedesinin hediye ettiği kırmızı kazak ve pürtüklü derisiyle, gece yatarken sırayla bütün çocukların sırtını kaşıdığı sevgi yüklü parmakları, Sude’nin geçmişiyle kuracağı ilişkinin giriş kapısı. Geçmişinin izlerini sürmesinde yol göstericisi.
Sude, sevdiği adamla ilişkisini anlattığı bölüm, ‘’Korkuya Bakmak ve Evrende Hikâyelerin Kapladığı Yer’’ adını taşıyor. Baba sevgisine duyduğu özlemi, dedesine duyduğu güvenle birleştirerek sevdiği adama bağlandığını, bu yüzden de onun olumsuz davranışlarının, verdiği ipuçlarına rağmen, değerlendirmede yanılgıya uğradığını, aslında onu görmek istediği şekilde gördüğünü, onu tanrısı yerine koyarak, bir anlamda bile isteye gözünü ve kulağını gerçeklere kapadığını anlattığı bölümü. Bu bölümde aynı zamanda dedesinin öldüğü yıl, on sekiz yaşındayken ermeni olduklarını öğrenmesine rağmen o yıllarda önemsemediği durumun, sevdiğinden ayrılmanın acısını, kimliğindeki yetersizliğe bağlamasıyla birlikte duyduğu kimlik edinme ihtiyacıyla birlikte önemli hale geldiği anlatılıyor. Hayatındaki ezilmişlik ve yarım kalmışlık duygusunu bölüm sonundaki; ‘’Durmadan tekrarlanan her söz gibi adımda doldurduğum anlamını yitirip kendi anlamının yeni heceleriyle çınlamaya başlıyor: Sürül-müş. Ezil-miş. Dövül-müş.’’(sf:54) tümcesiyle yalın ve etkili bir dille ifade ediyor.
‘’Her Gece Kendi Kabında Uyuyan Su’’ Bölümü Sude’nin sevdiği adamla yaşadığı çıkmazları ve çocuğunu o istemedi diye kaybedişini okuyoruz. Bir kadın olarak, dedesinin yaşadığı aşktaki güzelliği ve derin saygıyı kendi yaşadığı aşkta bulamaması, onu daha çok isimleri ve mezarları aramaya, çocukken hiç sözü edilmeyen, yokmuş gibi davranılan gerçekleri araştırmaya itiyor. ‘’Korku tarifsiz. Evrenin koca çöplüğünde yitip gittiğimi bilmek katlanılır gibi değil. Ve o bekleme zaten insanın iliğini kemiğini kurutuyor.’’
Araştırmalarındaki zorlukların Sude’de yarattığı umutsuzluk ve tükenmişlik, bölüm içinde bir başka bölümde, gördüğü rüyalara da yansıyor. ‘’Eğer hayatımızdaki olumsuzlukların oranı çok yüksekse rüyamızda karşımıza çıkan hayallerin bir kurtuluş yolu olduğunu söyleyebiliriz.’’ diyor Eric From. ‘’Yıllar sonra bir nisan ayında, dedemin bana hediye ettiği artık keçeleşmiş, güvelerin yediği kırmızı kazağımı yastığımın altına koyarak rüyalara duruyorum.’’ diyerek rüyaların çoğunlukta olduğu anlatıma geçiyor. Bu bölümdeki rüyasında o kadar çok kapı betimlemesi yapılıyor ki; uzun boylu beyaz ahşap kapı, aralık duran kapı, demirden bahçe kapısı, binanın başka bir kapısı, dar bir kapı, ana giriş kapısı, bir başka kapı gibi iç içe ya da birbiri ardına açılan ya da açılmayan bir sürü kapı. Rüyada kapı görmek çeşitli, şekillerde anlamlandırılabilir. İçinde mutlu olunan bir yere girmekte kullanılan kapılar olduğu gibi, sıkıntıdan kurtulmak için kullanılan kapılar, zorunlu olunduğu için açılan ama insanı rahatsız eden olaylara açılan kapılar gibi, yaşantımızın olumlu ya da olumsuz anlarına tanıklık eden birçok kapı var. Zaten Sude’nin de girip çıktığı kapılar bu çeşitliliği taşıyan, ama daha çok da onun huzursuzluğunu, aidiyetsizliğini, korkularını, başarısızlıklarını, kırgınlıklarını, kimsesizliğini, yenilmişliğini yansıtan kapılar. Kendisinin de belirttiği gibi, çıkmazları ve insan aykırı özelliğiyle, sivri kuleleri, yıkık kiliseleri, sur gibi yükselip geçit vermeyen duvarlarıyla Escher’in gravürlerindeki ortaçağ şehirlerini andıran şehirleri mesken tutan rüyaları, o rüyalardaki kolları ayakları olmayan insanları, tabutları, tozlu yolları, kaçırılan ama kurtarılan bir kız, çocukları şeker ve gofretle kandıran adamın olduğu bir ortaçağ şehrine açılan kapıların olduğu sıkıntılı rüyalar. Sonra gördüğü rüyalardan yola çıkarak, dedesini ve onun annesi Gül Hanımı düşünmesi, Gül ninenin ördüğü dantel bir yastıktaki motiften yola çıkarak, Gül ninenin hayatının şifresini çözmesi Sude’yi hem rahatlatıyor, hem de onun hayatındaki, evlatlarından kopuşunun, yavrusuyla bir başına kalışının acısını ve korkusunu yüreğinin derininde hissedişini biz de onunla birlikte yaşıyoruz. Çünkü yastıktaki motif unutulmaya, unutturulmaya çalışılan hayatların ve kaybolan kimliklerin anahtarının simgelerini taşıyan motiftir. Yok edilemeyen geçmiştir.
Walter Benjamin; “Hayatın gerçek ölçüsü hatırlamadır.” der. Bellek, geçmişimize bakınca bütün bir hayatı şimşek gibi bir hızla yeniden yaşatır. Sude’de başkalarının belleğinde, rüyalarında, dantellerin motiflerinde, dedesinin çarşıdaki lakabında, mezarlıklarda, yaşadığı ve yaşamadığı şehirlerin belleğinde geçmişten izler arayarak kendi belleğini edinme, kimlik arayışında bir yerlere varma çabası içinde yaşamıyla yüzleşme çabası içindedir hep roman boyunca. Nihayet kendi tarihine varıp belleğini edindikten sonra, sevdiğiyle yaşadığı sorunun da üstesinden gelmeyi başarıp acısını ve hayal kırıklıklarını kabullenmeyi becerebiliyor. Becerebildikleriyle beceremediklerinin muhasebesini yapıp kabullendiği yitirme duygusunu aşmak için, sevdiği adama ait tüm anılardan kurtulmaya çalışıyor. ‘’Gözlerini kapattın ve kayboldum ben. Gözlerini kapattın, ışık söndü. O ışık benim yolumdu, sana geldiğim, gelebildiğim. … İnsanın kendinden başka gidecek hiç kimsesi yok.’’(sf:123) Anılardan kurtulmak için de içinde biriken duygularla beraber, yaşanmışlıklarının tüm anılarını balkondan aşağıya atıyor eşyalarla beraber. ‘’konuşma seslerimizi, susma seslerimizi, sevişme seslerimizi, sızlanan seslerimizi, içimizin koridorlarını, her şeyi fırlatıp attım. Kumrular beni almaya geldi.’’(sf:124)
Elisa Canetti ‘’Yazarların görmediği şey olmamış demektir.’’ der, Edebiyat Üzerine kitabında. Yani tarihle edebiyat arasındaki ilişki her zaman diri olagelmiştir. Ne zaman, ne de erk, insanları derinden etkileyen toplumsal olayları yok edemiyor. Bellek yok olmuyor, derinliklerde bir yerde ortaya çıkma anını bekliyor, zamanı gelince bir mezarın taşında, bir yastığın motifinde ya da yaşayan birinin tek bir sözünde kendini açığa çıkarıyor ve yazının kalıcılığına terk ediyor.
- Korku Benim Sahibim
- Filiz Özdem
- Yapı Kredi Yayınları
- 126 sf.
- 2007
- Okuyanı derinden sarsan bir hikâye; Eşiktekiler - 12 Nisan 2018
- Gerçekleri görmek için bir çağrı; İçimdeki Gölge - 27 Mart 2018
- Mete Kaynaroğlu imzalı öyküler; Spartaküs’lerin Ölümü - 6 Mart 2018
FACEBOOK YORUMLARI