Tarık Tufan ile son çıkan romanı Kaybolan üzerine söyleşi yapmak yaşarken kaybolduğumuz hayat şartları üzerine neleri düşünmemiz gerektiğinin altını çizmek adına önemli. Kaybolduğumuzu yaşadığımız büyük sarsıntılar sonunda değil, küçük olaylar ve durumlar karşısında anlıyoruz çünkü.
Kaybolan en basit haliyle hayatın içinde kaybolma ve kendini yeniden bulma romanı değil. “Yaşamak istediğimiz bunlar olmadığı halde bağımlılıklar geliştiriyoruz.” diyen Tarık Tufan, isminin ve kimliğinin bağımlısı olmuşken kaybolan insanların kendileriyle yüzleşme hikayelerini aktarıyor aslında bizlere. Aynı Kaybolan romanında olduğu gibi; bir isme ait olarak yaşarken, kaybolmakla yüzleşmenin zorluğunu yaşayan insanların yaşama çabaları üzerine konuştuk kendisiyle. Söyleşimiz için buyurun lütfen.
-
Felsefe bölümü mezunusunuz. Sinemada ödül almış senaryolarınız var. Edebiyat ile bağlantılarını yadsıyamayacağımız işler bunlar. Tüm bu işler içerisinde edebiyat ile olan ilk temaslarınız ne zaman başladı? Sizi felsefe ve sinema ile buluşturan okumalarınıza ilk olarak hangi kitaplar vesile oldu mesela?
Çocukluk yıllarımdan itibaren elime geçirdiğim her metni büyük bir hevesle okuduğumu söyleyebilirim; takvim arkalarındaki yazılar, çizgi roman kitapları ve dergileri -küçüklüğümde haftalık çizgi roman dergileri çıkıyordu- ve elime bir şekilde ulaşmış kitaplar. Yoksul çocukluk içinde kitaba ulaşmam çok kolay olmuyordu, bu yüzden de edindiğim kitapları defalarca okuyordum. Bu dönemde mahallemizdeki yazlık sinemalarda her hafta yerli ve yabancı filmler izlemeye başladım. Yeşilçam’ın ve Kemalettin Tuğcu’nun dünyası neredeyse aynı duygulardan besleniyordu. Hayal kurmayı, okuduğum, izlediğim hikâyelerdeki kahramanlarla özdeşim kurmayı, onların yerine geçmeyi seviyordum. Roman yazarı ve senarist olmamın gerisinde bunlar var. Türk ve dünya klasikleriyle tanıştığımda hayatım genişlemeye başladı. Dostoyevski okumaya başladığımda büyülü bir dünyaya girmiş gibiydim.
-
Son romanınız Kaybolan nasıl bir sürecin sonunda yazıldı? Birçok okuma, eğitim hayatı, yayınlanmış romanlar, senaryolar ve Kaybolan romanınızda yıllarca yanlış bir kimliği cüzdanınızda taşıyormuşsunuz duygusuyla yüzleşme anlarına şahitlik ediyoruz. İstisnasız hemen hemen hepimiz gün geliyor ismimizle, kimliğimizle yüzleşiyoruz. Kaybolan ile ilgili bu süreç nasıl bir süreçti? Mesela onca yaptığınız işe rağmen, Kaybolan’ı yazarken şuna aydım dediğiniz düşünceler, duygular oldu mu?
Yazdığım romanlar, öncesinde uzun yıllar zihnimde dolanıyor. Doğru karakteri, zaman ve mekânı bulduğuma inandığımda yazmaya başlıyorum. Kaybolan romanında anlattığım meselelerin izlerini ilk romanlarımda da görebilirsiniz. Yıllar içinde bunlar kafamda olgunlaşıyor. İnsanın yalnızlığı, yüzleşmeler, hafıza, içsel çatışmalar, toplumsal yapıyla uyumsuzluk, sürekli arayış, şehrin karmaşasında kaybolmak, yarım kalmış ilişkiler, aşk, hesaplaşma, yolculuk gibi konular romanlarımda çokça yer ediyor. Benim hayatla kurduğum ilişkinin sonuçları bunlar; şehir insanlarının ruhsal karmaşası üzerine sık sık düşünüyorum. Bu aynı zamanda kendime dönük bir düşünme süreci. Neredeyse her romanımda bir karakterin bedenine sızıyorum ve hayatla olan hesaplaşmamı oradan devam ettiriyorum. Çocukluk alışkanlıklarım şimdi de devam ediyor.
-
“Kayboldum”. Hakan çalıştığı sigorta şirketindeki arkadaşlarının kendisi için düzenlediği doğum günü partisinde pastanın üzerinde isminin yanlış yazıldığını gördüğünde bir tür kimlik sorgusuna girip “kaybolduğunu” ilan ediyor, aslında onca zamandır kimliksiz olduğunu fark ederek. Bazen gelen mailde de ismimizin yanlış yazıldığını görebiliyoruz veya bir Starbucks bardağında veya bunlar arasında en sık rastladığımız; biri ismimizi yanlış telaffuz edebiliyor. İsmin yanlış telaffuzundan veya yazımından ziyade, duygu dünyamız yaşadıklarımızı artık taşımak istemiyor diyebilir miyiz? Kaybolma hissinin altında yatan sebep bulunduğumuz zeminin (hayat şartları) binayı (duygularımızı) taşıyamaması olabilir mi, ne dersiniz?
Yaşadığımız hayatın ne kadarının bize ait olduğunu düşünmek, ne kadarına severek, isteyerek dahil olduğumuzu düşünmek sarsıcı sonuçlara yol açabilir. Kerhen, mecburiyet icabı, çaresizlikten koca bir ömrü yaşayıp geçmek fikri korkutucu. Elbette zorunluluklardan dolayı yaptıklarımız var, bundan kaçınmak mümkün değil, ama bunların yanında kendimize ait küçük de olsa bir dünya kurabiliriz. Bu yol ayrımına gelmek çoğu zaman sıradan görünen bir olayın içimizde açtığı kapılarla mümkün olabiliyor. Kahve bardağına, doğum günü pastasına, kargo paketine yazılan yanlış isimler bunlardan yalnızca biri. Aslında çoğumuz bununla yüzleşmek ve çaba göstermek yerine, üzerine örtmeyi, görmezden gelmeyi ve bilinçaltımızda bunun yaralayıcı sonuçlarını reddetmeyi seçeriz. Yaşamak istediğimiz bunlar olmadığı halde bağımlılıklar geliştiriyoruz. Hayat biçimimizin ve ilişkilerimizin ruhumuzda açtığı yaraları kabullenmek yerine, ısrarla yok saymaya devam ediyoruz. Birçok insanın derin mutsuzluğunun temelinde bu var. Çünkü kendileri için bir şey yapmayı denemiyorlar. Alışkanlıklarını zihnen zorunluluklara dönüştürüp, sonra da bunlara bağımlı oluyorlar. Kendi kendimize kafesler örüyoruz. Delilik yapmak zorunda değiliz, ama nefes alabileceğimiz bir yaşam alanı kurmanın bir bedeli var ve onu göze alabilirsek, iyi bir şey yapmış olacağız.
-
Hakan 40 yaşında bir kimlik sorunuyla büyük çatlaktan içeri düşüyor. 15 yıldır da evli bir adamdan bahsediyoruz aynı zamanda ve Hakan’la beraber karısı Yıldız’ında hayatına şahitlik etmeye başlıyoruz. Yıldız’ı yaşadığı travmaları, anne sevgisinden yoksunluğu ve roman içindeki kadın faktörü olmasından dolayı ayrıca ele almamız gerekiyor. Hakan o büyük çatlaktan düşüp, kaybolurken Yıldız birçok konuyla yüzleşiyor. Kadınların hayatın içindeki bu çoklu yaşam mücadelelerinin erkeklere nazaran hep fazla oluşunu nelere bağlamamız gerekiyor?
Yıldız için özel bir parantez açmak istiyorum. Gerçekten de romanın ilk kurgusunda böyle güçlü bir kadın karakter değildi. Roman daha çok Hakan’ın izleğinde ilerliyordu; onun ruhsal çalkantılarını takip ediyordu. Yazmaya başladıktan sonra Yıldız tuhaf bir şekilde başlangıçtaki tasarının dışına çıkmaya başladı, güçlenmeye ve savaşmaya başladı. Romanın sonuna geldiğimizde ilk hayal ettiğimin çok ötesinde bir yerdeydi. Yazım sürecinin böyle düşsel yanları var; karakterler yazarın iradesini aşabiliyor. Bir varlığa eriştiklerinde kendi kaderlerini kurabiliyorlar. Elbette kadın kimliği olaylarla yüzleşmesinde Hakan’a nazaran farklı derinliklere sahip olmasını mümkün kıldı. Hayata erkek yahut kadın olarak bakmanın kendine özel şartları ve duygusal farklılıkları var hiç şüphesiz. Olaylara göre bu farklılıklar bir güce veya zaafa dönüşebiliyor. Sadece kadın ve erkek kimlikleri değil, geçmiş yaşantılar da bu anlamda çok önemli. O ana kadar nasıl bir hayat yaşadığımız, göstereceğimiz tepkiyi belirleyebiliyor. Kimliğimizi oluşturan cinsiyet, hafıza, hatıralar, karakter gibi özellikler hepsi birden aynı olayda açığa çıkıyor.
-
Yaralı iki insanın duygu dünyalarındaki hesaplaşma halleri evliliklerini sarsmaya başlıyor ama asıl kırılma noktası Sonay’ın ortaya çıkması ile yaşanıyor. Hikâye geçmişte bir şeyleri onarmadan veya gerekli hesaplaşmalarımızı yapmadan kimliğimizi yenileyemeyeceğimiz bilgisini veriyor sanki. İnsanın en güçlü tarafı, buna istinaden üzerine en çok konuşmamız ve düşünmemiz gereken tarafı hafızası mı? Hafıza için duyguların zeminini de oluşturuyor diyebilir miyiz?
Bazı insanların kendilerini bulabilmesinin ancak bir başkasını bulabilmesiyle mümkün olabileceğine inanıyorum. Peki ama o kim? Tam da bu noktada hafıza devreye giriyor. Kendinizi en son kimin yanında gerçek varlığınızla hissettiniz? Başka bir şey deyişle, en son kimin yanında bütün gerçekliğinizle, saklanmadan, ayıplanmayı, kınanmayı, yargılanmayı düşünmeden, en saf halinizle var oldunuz? Belki o insanı hatırlamak, onun yanında olabilmek size bir şeyleri yeniden hissettirebilir. Neyi kaybettiğinizi ve nasıl bulabileceğini hatırlayabilirsiniz. Hafızamız tehlikeli bir kuyu, susuzluğumuzu giderebileceğimiz gibi, bir anda sendeleyip karanlık sularda boğulabiliriz de. Bunun için hafızanın içinde yolculuk etmek son derece titiz ve dikkatli olmayı gerektirir. Romanlar, hayatımızdaki çetrefilli meselelere girmemize cesaret ve güç katıyor. Biraz daha korunaklı bir şekilde son derece tehlikeli sokaklarda yürümeyi başarabiliyoruz. Aradığımız ve ihtiyaç duyduğumuz pek çok şey hafızanın içinde gizli, aynı zamanda uzak durmak zorunda olduğumuz birçok şey de orada duruyor. Tekin bir yer değil, temkinli olmakta fayda var. Romana ihtiyacımızı hayati bir noktaya taşıyor bu tekinsizlik.
-
Romandaki şehir kavramına, hatta hikâyenin bazı yerlerinde şehrin neredeyse bir karakter olarak işlenmesine değinmenizi rica edeceğim sizden. Çünkü hikâyenin yaratılmak istenen ruhsal atmosferinde karakterlerin yaşadıkları şehirlerle olan bağlarının çok önemli olduğunu düşünmüşümdür hep, ne dersiniz?
İstanbul’da doğdum, büyüdüm ve yaşıyorum; bu olağanüstü şehir varlığımın en önemli parçalarından bir tanesi. Düşünmeme, hayal etmeme, davranışlarıma ilham oluyor. Şehirli kurduğum ilişki bütün anlatılarımın seyrini, duygusunu belirliyor neredeyse. Şehrin her köşesine dikkat kesiliyorum. Böyle ilişki kurunca o da karşılık veriyor ve anlatmaya başlıyor. Aramızda böyle bir bağ gelişti. Konuşuyoruz şehirle. Karşılıklı hikâyemizi anlatıyoruz. Elbette beni besliyor, büyütüyor, hayatıma ruh ve anlam katıyor.
-
Sinemaya ve ödüllü bir senarist olmanıza, daha doğrusu Uzak İhtimal ve Yozgat Blues senaryolarınıza değinmeden geçmeyeceğim. Çünkü her iki filmi de birkaç defa bayılarak izledim. Senaryolarınızda da romanlarınızda olduğu gibi uzak ihtimal duyguları, yaşantıları ve ilişkileri işliyorsunuz. Birbirini çok güçlü bir şekilde destekleyen iki disiplin edebiyat ve sinema. Bir seçim değil de bir karşılaştırma yapmanızı istesem hikâye aktarımında en iyi hangi disiplinde ifade edebiliyorsunuz kendinizi?
Sinemayı çok sevdiğimi her zaman söylüyorum. Ama ben bir romancıyım. Romanın açtığı anlatı imkânları beni oldukça heyecanlandırıyor. Açık söylemek gerekirse oradaki yalnızlığı seviyorum. Bir masanın başında yalnız kalıyorum ve karakterlerin, olayların dünyasına giriyorum. Sinema daha kolektif bir uğraşı; oyuncular, reji ekibi, kurgucu, ışık ekibi, sanat ekibi, post prodüksiyon ekipleri işin içine giriyor. Bunun ayrı bir tadı var, ama romanın yalnız başınalığı beni içine çekiyor.
-
8. Boğaziçi Film Festivali Ulusal Uzun Metraj film Yarışması’nın jüri başkanlığını yaptınız. Pandemi dönemi tüm meslekleri ve kültür sanat alanlarındaki tüm faaliyetleri olumsuz olarak etkiledi. Bundan sonrası için nasıl bir süreçle karşı karşıyayız, nasıl hikayeler okuyup , nasıl hikayeler izleyeceğiz sizce? Bir de sizin bize sorduğunuz soruyu yukarıdaki soru kapsamında ben size soracak olursam; Green Box kullanıyor olsaydınız tam da böylesine bir pandemi süreci yaşarken, nasıl bir dünya kurardınız bundan sonrası için?
Festivaller sinemamız için son derece ilham ve değer katan organizasyonlar. Bunun bir parçası olmak beni mutlu ediyor. Bazen yarışmacı olarak bazen jüri olarak bazen de izleyici olarak film festivallerinin içinde yer alıyorum. Sonuçlar hiç önemli değil, iyi filmlerin zevkini çıkarmak yeterli. Boğaziçi Film Festivali, pandeminin etkisini işaret ederek, festivali “her şeye rağmen” temasıyla gerçekleştirdi. Zor zamanlardan geçiyoruz. Kültür sanat etkinlikleri bu zorluklardan en çok etkilenen alanlardan biri. Hem ayakta kalmaya çalışıyoruz hem de hikâyelerimizi yazmaya çalışıyoruz. Henüz neler çıkacak bilemiyorum. Belki bu boğucu çemberden çıktıktan sonra etkilerini daha net göreceğiz. Açıkçası neler çıkacağını ben de çok merak ediyorum. Öte yandan benim çok küçük bir hayatım var. Green Box kurarken çok fazla şeye ihtiyaç duymayacağız. Kalemlerim, defterlerim, kitaplarım mutlaka orada olsun.
Teşekkür ederim.
- Kaybolan
- Yazar: Tarık Tufan
- Türü: Roman
- Baskı Yılı: Eylül 2020
- Sayfa Sayısı: 392 Sayfa
- Yayınevi: Doğan Kitap
- TOPRAKTA BÜYÜR, TOPRAKTA YAŞAR, TOPRAKTA ÖLÜR İNSAN - 9 Ağustos 2021
- NE TAM OLARAK SUYA, NE DE TAM OLARAK GÖKYÜZÜNE AİT: SAKARMEKE - 8 Temmuz 2021
- YÜRÜMEMİŞ İLİŞKİLERİN, HAYAL KIRIKLIKLARININ, VAZGEÇİŞLERİN VE KABULENMELERİN ÖYKÜLERİ - 20 Haziran 2021
FACEBOOK YORUMLARI