
Haruki Murakami’nin Uyku’sunda yer alan birçok detay özenle seçilerek koyulmuş önümüze ve okurun onları keşfetmesini bekliyor.
“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Evet, Anna Karenina’nın başlangıç cümlesi. Bu cümlenin Uyku ile ne ilişkisi olduğunu düşünebilirsiniz. Yazıya başlarken kitaba ait bir cümle seçilmesinin daha uygun olacağını da… Ama Murakami’nin romanda alıntı olarak kullandığı bu cümle, anlatının ana fikrini belirtmenin en kısa yolu.
Mutluluklar birbirine benzer gerçekten de; toplumun uygun olarak belirlediği hayatı sorgulamadan kabullenmeyi gerektirir. Çoğunluk ile benzer davranmayı, farklı bir şey istememeyi, yetinmeyi… Mutlu bireylerin anlatıları tekdüzedir, uyumludur. Toplum tek ses ister; kendi iç sesini susturmayanları, susturur. Aykırı olanı dışarı atar. Dışlanmak istemeyenler ise kendi arzu ve düşüncelerini uykuya yatırır. Bu açıdan bakınca uyanıklık, mutsuzluk demektir. Öyleyse, bütün mutlu bireyler birbirine benzer, her “kendisi” olmak isteyen bireyinse kendine özgü mutsuzluğu vardır, diyebiliriz sanırım.
“Uyuyamıyorum. Tam on yedi gün oldu.” cümlesi ise, Uyku’nun başlangıç cümlesi. Uyumamanın, uyanıklığın başlangıcı… Bireysel sesini duyurabilmenin ilk çığlığı…
Murakami okurları bilir; en üstte anlatılan hikâye derin anlam katmanlarının örtüsü gibidir. Siz bu anlatıyı hızlıca okuyarak keyif alabilirsiniz elbette. Ancak ikincil hatta üçüncül, dördüncül katmanlar vardır onun anlatılarında ve bunu keşfedemeyen okurun aldığı haz hep biraz eksik kalır. Klasik Murakami romanlarından farklı olarak bu kısa romanda, kısa olmanın da etkisiyle, sadece üstte anlatılan hikâyeye odaklanan okur, eseri sıradan ve sıkıcı bulma olasılığı ile baş başadır.
Uyuyamayan bir ev kadınının günlük hayatı… Bunun neresi ilginç olabilir ki? O zaman, sıkıcı olma riski içeren, ama üst katmanları da üzerinde taşıyabilecek kadar güçlü olan ana öyküye göz atalım önce:
İsimsiz birinci tekil şahıs olan kadın anlatıcı ki hepimiz olabiliriz, on yedi gündür uyuyamadığını söyler. (On yedi gün uyuyamamak mı? Tıbbi olarak hayatla bağdaşmayan bir şey değil mi bu? Neyse, biz konuya dönelim.) Hiçbir sorunu olmayan, normal bir hayatı vardır o güne kadar oysa. En azından toplum açısından tamamen normal; bir koca, kavgasız bir evlilik, bir çocuk, bir ev… İnsan daha ne ister ki? Bu saydıklarımızın arasında kendi varlığının olmaması ise, kanımca oldukça önemsiz bir detay. Kocası bir diş doktorudur. Muayenehanesi vardır. İşleri şikâyet edilemeyecek gibidir. Oğlu okula gitmektedir. Kendisi de tüm gün ev işlerini yapmaktadır. Yemek, alışveriş, temizlik dışında vakti kalırsa yüzmeye gider. Kocasına tutkuyla âşık değildir ama onu sevmektedir. Onun hakkında ilk aklına gelen şey acayip bir yüzü olduğudur; hatta bir gün resmini yapmak istediğinde neye benzediğini hiç hatırlamamıştır. Ama bu da önemli değildir elbette. Oğlu ise hem davranışları hem de fiziksel özellikleri ile kocasına benzemektedir ve elbette oğlunu sevmektedir. Kocası öğlen yemekleri için eve gelir ve eğer vakit olursa bu saatleri “eğlenceli” geçirirler. Bir günlük tutar ama birkaç gün yazmayı unutursa hiç boşluk vermemiş gibi kaldığı yerden devam edebilir; yaşadığı her gün bir öncekinin aynısıdır. Ancak kocasıyla defalarca teyit ettikleri gibi hayatlarında şikâyet edecek bir şey yoktur sonuçta.
Bu üstte yüzeduran hikâyeyi size anlatış tarzım çok soğuk ve mesafeli gelebilir. Ama öykünün anlatıcısı da kendi öz yaşam hikâyesini aynı şekilde anlatıyor inanın; tamamen yabancılaşarak… Sıkıcı ve rutin günlük hayatını aynı sıkıcı sesle aktarıyor: Uzaktan… Yaşadığı değil de tanık olduğu bir yaşam gibi ya da bir film seyreder gibi… Hayatını içselleştiremiyor. Ve sonuçta kendisine de, kocasına da, hayatına da yabancılaşıyor. Çünkü yaşamak istediği, bu hayat değil. Çünkü anlattığı kadın, gençliğinde var olan kadın değil… Ama kocasıyla sıklıkla teyit ettikleri gibi şikâyet edecek durumda değiller!
“Basit bir günlük tutuyordum, ama iki üç gün yazmayı unutunca neyin hangi gün olduğunu ayırt edemez hale geldim. Dün evvelsi günle yer değiştirse bile hiç tuhaf gelmeyecek gibiydi. Bu nasıl bir yaşam, diyordum arada sırada. Bunu söylerken de sahtelik hissediyor değildim. Yalnızca şaşırıyordum işte. Dünle evvelsi günü ayırt edememe, böyle bir yaşam içerisinde sıkışıp kalmış, yutulmuş olduğum gerçeğine. Bıraktığım ayak izlerinin ben daha dönüp bakmaya zaman bulamadan, göz açıp kapayana kadar rüzgârla silinip gittiği gerçeğine.”
İşte bu tamamen normal(!) hayatlarını yaşarken bir gece acayip bir rüya görür. Rüyayı hatırlamaz ama kötü bir şey olduğunu sezer. Rüyadan sanki dışarı fırlatılıyormuş gibi bir hisle uyanır. Yanında kocası, her zaman olduğu gibi, derin bir uykudadır. O sırada ayaklarının dibinde dikilmiş siyahlar içinde, yüzü olmayan, ince uzun bir adam fark eder. Çığlık atmak ister ama sesi çıkmaz. Gözlerini açtığında adamın orada olmadığını fark eder. Ve o geceden sonra uykusuzluk başlar… Bu uyumama hali onda fiziksel bir güçsüzlüğe neden olmaz. Gençliğinde yapmayı çok sevdiği ama evlendiğinden beri hayatına dâhil olmayan şeyleri yapmaya başlar: Anna Karenina okur, çikolata yer, içki içer. Gençken olduğu kadına doğru bir geri dönüş, kendini tekrar bulma yolculuğudur âdeta bu.
Her okurun kendi ilgi, deneyim ve birikimine göre yorumlayabileceği pek çok katman içinde sürer anlatı. Her okuma yeni bir yol, yeni bir düşünme-yorumlama alanı açtığı için, kısa anlatı olarak başlayan kurgu, derin yoğun romana dönüşür. Murakami’nin bize açık açık söylemediği ama sezdirdiği, bilinçli bir şekilde yaptığı ama okurun bilinçdışına seslendiği, kısa ve net olarak anlattığı ama uzun yorumlara yönelttiği her yol bir özeleştirinin başlangıcı olur. Bu sorgulamaların en önemlilerinden bir tanesi de hayatımıza dair farkındalığımızdır: Hayatımızı bir uykuda rüya görür gibi seyrediyor muyuz yoksa uyanık bir halde gerçekten hissederek yaşıyor muyuz? Hayat kimin hayatı; toplum, aile, gelenekler, beklentiler bizim isteklerimizden daha mı değerli? Yaşantımıza bilinç mi hâkim bilinçdışı mı? Ve bizler uyanık olduğunu sanan uyurgezerler miyiz aslında?
İnsanın davranışlarının, tepkilerinin yalnız yüzde on kadarı bilinç düzeyindedir. Geri kalan kısmı, bilinçdışı tarafından yönlendirilir. Bilinçdışı bizim unuttuğumuz, yok saydığımız, fakına varmadığımız bilgilerin saklanma yeridir. Bir nevi tavan arası… Kişi, içinde olan ama tanımlayamadığı, hayatını yönlendiren ama bilinç seviyesine çıkaramadığı bu parçası nedeniyle kendisine yabancılaşır. İşte psikanalizin gözler önüne serdiği şey budur; kişi kendi özeline, mahremine bile yabancıdır. Bu da, insanda bölünmüşlük, parçalanmışlık hissi yaratır. İşte Murakami’nin Uyku ile uyuyamayan bir kadını anlattığı kurgu da hayatına yabancılaşmış bir kadını, bilinç ile bilinçdışının kesişim alanını anlatır. “Fakat ince bir duvarla ayrılmış yan odada bilincim tüm berraklığı ile açık oluyor, öylece beni izliyordu. Bedenim yalpalaya yalpalaya loş odanın içerisinde sürüklenirken, kendi bilincimin bakışlarını ve soluk alıp verişlerini hemen yanı başımda hissetmeye devam ediyordum. Ben uyumaya çalışan bir bedendim ve aynı zamanda uyanık kalmaya çalışan bir zihin.“
Anlatıda yer alan günlerce uyumama durumu ve bunun fiziksel olarak hiçbir farklılığa neden olmaması, Murakami’nin uykusuzluğu bir imgelem, metafor olarak kullandığının göstergesi; uyumama durumunun anlatıldığı romanın adının “uyku” olması ise eserin ikili karşıtlıklar üzerine kurulu olduğunun işareti olarak okunabilir. Derrida’nın dediği gibi dil ikili karşıtlıklar üzerine kuruludur, bir şeyi söylerken zıt ikizini de çağırırız bir anlamda; bilinç bilinçdışını, uyku uykusuzluğu, var olmak ölümü ifade eder. Romanın ana ekseninin de bu üç karşıtlık üzerine kurulduğunu varsayabiliriz.
Romanda uykusuzluk bir rüya ile başlamaktadır; tam hatırlayamadığı bir karabasandan dışarı fırlatıldığında… Rüyalar, bilinçaltının zincirlerinden kurtularak açığa çıktıkları, üzerlerindeki baskının azalarak seslerini duyurabildikleri, bu nedenle de kişinin psikolojik analizinde çok önemli yer tutan kişisel ifade alanlarıdır; anlayabilene… Modern psikolojinin kurucusu sayılan Freud psikanalize rüya yorumları ve hipnoz ile başlamış, bir bilim alanı düşler ile hayat bulmuştur. Rüyalar insanın içinde yer alan bastırılmış duygu ve düşüncelerin açığa çıktığı, bu sayede de kişinin içinde duyduğu basınç hissinin azalmasına olanak veren emniyet sübabıdır bir bakıma. O zaman rüyalar bilinçdışının yaşam alanı ise ve hayatımızın yüzde doksanı bilinçdışı tarafından yönlendiriliyorsa; “uykuda uyanırız aslında” diyebilir miyiz acaba? Kitabın kadın kahramanı da uyumamaya başlaması ile hayatını mekanik bir robot gibi yaşadığını, kendini hayatın içinde yok sayarak kişiliksiz bir dünya kurduğunu fark eder. Gençken yaptığı, sevdiği, haz aldığı şeylere yönelir. Ama kendi hayat düzenini bozmak istemez bir yandan da. Bu nedenle gündüz bir anne, bir eş, bir ev kadınıdır; geceleri ise kendisi…
Kitapta yer alan birçok detay özenle seçilerek koyulmuş önümüze ve okurun onları keşfetmesini bekliyor. Bu ise biraz daha yavaş ve dikkatli okumayı gerektiriyor. Daha önce belirttiğim gibi, hızlıca üst katmanda anlatılan günlük yaşama odaklanan okur tüm bu hazineleri gözden kaçırabilir. Bunlara su üstüne çıkarılmayı bekleyen inci taneleri de diyebiliriz.
Kahramanın uyuyamamaya başladığında seçtiği kitap, Anna Karenina, bu incilerden biri… Yazının ilk cümlesine dönersek, mutluluk benzerdir, aynı şeyleri sorgusuzca yaparak mutlu olabilirsiniz. Farklılık ve farkındalık ise mutsuzluk getirir. Anna Karenina’nın başlangıcı olduğu kadar sonu da Uyku’yu yorumlayabilmek adına çok önemli ancak bunu açıklamak okuma zevkini azaltabilir ve önyargı oluşturur endişesi ile açık uçlu bir şekilde bırakmak istiyorum.
Kadın karakter üniversitede İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuduğunu ve bitirme tezini Katherine Mansfield üzerine yaptığını belirtiyor. Murakami, Anna Karenina seçimi gibi, Katherine Mansfield ismini de özellikle seçmiş olmalı. Mansfield, kısa öykünün tanrıçası olarak tanınan Yeni Zellanda’lı bir yazar. Eserlerinde derin psikolojik analizlere ve sembollere yer vermiş olması psikolojik açılımlara ve sembolik anlatımlara sahip Uyku için bir anahtar âdeta.
Kitapta yer alan çizimler ise başlı başına bir hazine. Esere hem resim sanatı ile bağlantı kurarak hipermetin özelliği kazandırmış; hem de anlatıya başlı başına görsel bir katman eklemiş. Bu çizimler benim dikkatimi dağıtıyor derseniz, bakmadan geçebilirsiniz. Ama her çizimde yer alan detaylar okuru yeni bir hazine avına çıkartıyor. Sadece bir örnek verip geri kalanını sizlere bırakmak istiyorum. Kitabın ilk sayfasından itibaren sık sık çizimi kullanılan bir sinek var. Bu sinek Dragonfly yani ejderha sineği… Sembolik olarak değişimi, farkındalığı, zihinsel ve duygusal olgunlaşmayı ve hayatın derinlerinde yatan anlamı keşfetmeyi ifade edişinin kitabın anlatısı ile uyumu hayranlık verici. Ayrıca bu sineğin su yüzüne çok yakın bir şekilde hızla uçmasının metaforik olarak yüzeyin altındaki anlamları aramak olduğu söyleniyor.
Murakami Uyku ile uyuyamayan bir kadını anlatırken, uyanık olduğunu zanneden uyurgezerler olma ihtimalimizle yüzleştiriyor bizleri. Bir buzdağı gibi derine inen kısacık bir romanla… Harika bir anlatı dili ve kurgu eşliğinde…
- Uyku
- Yazan: Haruki Murakami
- Yayınevi: Doğan Kitap
- Sayfa Sayısı: 90
- Baskı Yılı: 2015
Dipnot: Bu kitabı beraber değerlendirerek ufkumu açan, yorumlarıyla bana ışık tutan sevgili İzmir Dipnot Kitap Kulübü dostlarıma ve görsele ait yorumların sahibi sevgili Eren Arcan’a sonsuz teşekkürlerimle.
- Bu Kitabı Ateşten Koruyun: Fahrenheit 451 - 26 Nisan 2018
- Sonuçta bir direniştir yaşamak; Ernesto Sabato Üzerine - 31 Mart 2018
- Nefes Kesici Bir Gerilim: Kurtulan Kızlar - 21 Mart 2018
2 Comments
Bir kadının kendi olma yolculuğunu mercek altına almış. Konu çok iyi analiz edilmiş. Kutlarım.
Pınar,
Başarılı analizin için tebrikler!
Bu kadar küçük bir öykü, bir evrensel gerçeği bu kadar yansıtabilir mi, diyor insan Uyku’yu okuduktan sonra. Uyku sadece kadınlara yönelik değil, insana yönelik bir aydınlanma öyküsü. Uyanık olmak, insan olmanın temeli… Uyanık olan farkında olacaktır: bu öyle bir farkındalıktır ki önce kendisinin sonra da içinde yaşadığı toplumun farkında olmaktır. Artık insan bilinçle bakacaktır evrene. O zaman insan olmanın sorumluluğunu üstlenecek, ölümlü olduğu bu dünyada görevinin yaşamın değerini arttırmak ve iz bırakmak olduğunu bilip durmadan çalışacaktır. Amaç insanın sadece kendinin aydınlanması değil içinde bulunduğu toplumun da bilincinin gelişmesidir.