Şairlerin en kötü şiirleri hayatlarıdır!

Bir yanlışlık yapıp bana sorarsanız; sağıma soluma bakıp tehlike olmadığından emin olduktan sonra etik, estetik, politik-poetik farklılıklar sadece “sevgi”, “romantizm” ve işlevsiz hümanizm temelli çözülemez, derim ve olay mahallinden uzaklaşırım.

Edebiyat masum değildir; edebiyat suçludur ve suçlu olduğunu artık kabul etmelidir. Belli haklara sahip tek şey eylemdir. (…) .. edebiyat, en nihayetinde kavuşulan çocukluğun ta kendisidir. Her şeyi çekip çeviren çocukluk bir hakikati barındırabilir mi? (…) Kötülük, yalnızca kötü yürekli insanın değil, bir bakıma İyi’nin de rüyasıdır.” ( Georges Bataille; Edebiyat ve Kötülük)

Birbirimizi bulmuşken öncelikle, insanı inşa eden iktidarların belirlediği bizlere verilmiş iki kavram/sözcük olan “iyilik” ve “kötülük” üzerine söz almak gerekir. İsminden de anlaşılacağı gibi Georges Bataille‘in, bu konuya odaklı “Edebiyat ve Kötülük” kitabı edebiyatın/edebiyatçının görüntülerini görmemizi sağlayan bir aynadır. Şair, düzenin kurucu ögelerinden olan “iyilikleri” ve “kötülükleri” sahibine iade ederek ama alternatif bir “iyilik”, “kötülük” tanımı ve pratiği kurarak “zamanın ruhuna” teslim olmamanın yolunu bulabilir. Yerimiz dar, hikaye uzun ve çetrefilli, kalan ömrümüzde mevzuu konuşmak üzere burada noktalamadan önce sadece düşünmek için “yerli” bir şaire/şiire toslayalım: “ESTETİK: Aslında çirkin değilsin sen/ Çirkin görünmek istiyorsun/ Güzelliği tarif için” (Can Yücel)

Memleketimden “şair” manzaraları mı dediniz? Bu kılçıklı sorunun özetin özeti; itibar düşüşünün ötesinde itibar sonu… Şairlerin birbirleri ve toplum nezdinde nesnel ve öznel karşılıklarını yitirmeleri… Adı kötüye/şaire çıkma… Pazarda kalp para muamelesi görme… Şiirini fazlasına, kendini eksiğine bozdurma. Şairlerin birbirine, şiir, özgürlük değil devlet/iktidar olma hallerinin pekişerek kanıksanması. Bunun “normal/doğal” olduğunun söylenerek “doğal” ile “normal”in farklı şeyler olduğunun unutulması… Birbirine “anlam” ve “iyilik” almaya değil anlamsızlık ve kötülük alıp vermenin şiirle kırklansa da çıkmayan bir huy olması… Yan masadan yan gözle/sözle bakmanın muhalefet sanılması…

Bu kısmi delillere bakarak şöyle bir itiraz cümlesi kurulabilir: Zaten evvelinden böyle değil miydi diye itiraz edilebilir. Bu itiraz kısmen doğru kısmen yanlıştır. Doğrudur, sürekli olarak şimdiki zamanı ve şairlerini yeren mükemmel bir geçmiş, (“ah o eski günler eski şairler eski iyilikler, ah o eski 45’likler, kırık plaklar”) tasavvuru naif, nostaljik ve aldatıcıdır. Yanlıştır, çünkü taklidin taklidinden nasiplenenler için “beterin beteri vardır” diye yazar tarih defterlerinde. Oysa, inkarın inkarı beklenir(di) şairlerden…

Benjamin “ilk bakışta aşk” demişti… Ben de önümüze konmuş, aklımıza çengellenmiş “şairler arası ilişkiler” çengelli sorusuyla boğuşurken ilk ve son tahlilde, en sağlam delil olarak Metin Altıok’un iki dizesini paylaşmak isterim: “Sevgilim aşk da uyar çevreye / Ve kendine parlak bir yalan arar” Bu “ayna” dizeleri, solo koro okuyalım ve sonra gözlerimizi yumup memleketimden şair manzaralarını düşünelim.. Sonra da gördüklerimizi birbirimize göstermeden kaydedip annelerimize teslim edelim.

Bir yanlışlık yapıp bana sorarsanız; sağıma soluma bakıp tehlike olmadığından emin olduktan sonra etik, estetik, politik-poetik farklılıklar sadece “sevgi”, “romantizm” ve işlevsiz hümanizm temelli çözülemez, derim ve olay mahallinden uzaklaşırım. Sevgi, nezaket, hoşgörü bir yere kadar. Her şairin, varoluşuna yönelik tehditlere karşı meşru savunma hakkı olduğunu sizler kadar olmasa da bilirim… Sivil ve şiir itaatsiz olması gereken şair, itaatsizliğinin adresini iyi bilmek zorundadır. Devletlere, makro ve mikro iktidarlar karşısında kısmı ve sürekli itaat ve biat, şairler karşısında sürekli şair/şiir icabı “isyan” ve “insan” hezeyanları da bir yere kadar… Altını yeniden çizmek gerekirse, şairler arasındaki sınıfsal, ideolojik ve politik-poetik varoluşsal sorunu “hümanizm” ya da “adabı muaşeret” kurallarıyla çözmenin mümkün olmadığını hayat bana fısıldayalı çok oldu, ben de sizlerin kulağına fısıldamak isterim. Sorunu böyle çıplak bir gerçeklik olarak ortaya koymak ilişkilerde sevgisizlik, nezaketsizlik, düzeysizlik ve şiddet çağrısı değildir.

Çatışma yaratmakta, sorun çıkarmakta, hatta dergiler, şairler arası pazar paylaşım savaşlarında “savaş!” çıkarmakta üstümüze yok, sorun çözme bilgimiz, bilincimiz ve görgümüz ise neredeyse hiç! Tarihte “zorun” rolü olduğu ne kadar doğruysa, çatışmaları çözmenin özgün bir dili ve estetiği olduğu da doğrudur. Çatışma, ötekileştirme ve ayrımcı bir dilin siyasetten edebiyata yürürlükte olduğu bir toplumda yaşıyoruz evet ama bu da bir yere kadar. Edebiyatın vaadinin, özgürlük, barış, adalet olduğunu dillerine dolayan şairlerin birbirleriyle ilişkilerde savaş/çatışma diline teslim olmaları elbette alamet değil… Zamyatin‘in ezber bozan “Biz” romanının kahramanının “Sevgili o, dili yanlış zamanlanmış” cümlesini hatırlayalım. “Savaş suçları” kavramının on yıllardır yürürlükte olduğu dünyada, çatışmanın da bir dili ve estetiği olduğunu hatırlatmak, dergilerde, mekanlarda “kötülük taklidi” bir dil olarak ürettilen hakaretler insan hakları ihlalleridir ki bu poetik-politik “düşman” dilini eleştirmek gerekiyor.

“Avangard”, “marjinal” olarak sunulan hayat tarzları daha baştan teorik-pratik deneyime değil taklide, özgürlük olmaya değil iktidar, tabu ve tapu merkezli “sahip olmaya” dayandığı için, daha baştan kokusu yitmiş, çürümüş “kötülük çiçekleri!” gibidir. Bu diz/dil çökerek teslim olma halleri, tarihte ve coğrafyada sık karşılaştığımız karşı çıktığı şeyin kendisi olma hikayesidir; Nâzım Hikmet üstüne almasın, “put kırıcılığının” kaderi, paradoksal olarak mitleri/kutsalları ayakta tutma çelişkisini de içerir. Wittgenstein “Kuşkunun da bir sonu vardır” derken haklıdır. Ne var ki, ağzından çıkan her sözü metalaştıran, şeyleştiren, herkes ve her şey karşısında hep haklı olan, kendinden şüphelenmemek üzerine kurulu “şair” deneyimlerine ve sanatçı tipolojilerine merakla ya da meraksız baktığımızda, kuşkulanmanın sonu yok!

Bir Alman atasözü; “Celladın evinde ipten söz etme” der. Şair mekanında da “başka şairden” söz etmenin neredeyse “suç!” hatta “can güvenliği” sorunu olduğu bir “ötekileştirme” kültüründen bahsediyoruz. Şiirin/şairin kapsam alanının kendisinden ibaret olduğunu zannetmek hangi poetik-politik aklın ürünüdür? Bir şiirlik/ şairlik yer açmak o kadar zor mudur? Başkalarının diline çivi çakmanın serbest olduğu bir şoven ortamda belli ki, şairin bırakın kendini ve dilini başkalarıyla eşitlemesini, kendini kendisiyle eşitlemesi bile zordur! Şiirin sözcükleri atarak/eksilterek ama anlamı çoğaltarak, yazıldığı söylenir. Ne var ki, şairin kendini, egoyu eksiltmesinin çoğalma olduğu bilinmez… Şairlerimizin Turgut Uyar’ın “Şiir kalındır” dizesi/cümlesini anladıklarını ama yanlış anladıklarını söylemesem dilim şişer. Onların incelmek yerine kalınlaşmayı seçtiklerini gördükçe, “Şiir kilo yapmaz, şişmanlatmaz ama egoyu şişirir, dikkat!” cümlemi kimsenin üstüne almadığı gibi “şakaya sayıldığı” bir ortamdayız.

Gözümüz çok korktuğundan mı nedir, uzun zamandır kavramlarımızı da cümle içinde kullanmaz, kullanamaz olduk. Besbelli sözlerimizin, sözcüklerimizin de gözü korkmuş… Şöyle de söylenebilir; vay gelmiş yenilmişin ve yanılmışın haline. Hele de güzel yenilmemişseniz, başınız kadar sözcükleriniz de darda demektir. Devlete, resmi tarihe tek söz etmeden, sınır tanımayan şairlere serbest atış yapmak işte bu koşullarda “söz sanatı” sayılıyor! Afrikalılar, vurulduktan sonra bir süre daha koşan hayvanlar için, “zavallı henüz öldüğünün farkında değil” derlermiş…

Metin Altıok “Başa dönelim biraz da/ Örneğin çatlak bir nara” demişti… Anarşist düşünürlerden John Zerzan da “Gelecekteki İlkel” kitabında dilin, iş bölümünün, sanatın bir kötülük olduğunu ve en başa, insanla doğanın ayrışmadığı o masum ve dilsiz yere dönmeyi önermişti… Başa mı dönsek acaba? Sanatın, şairin, dilin olmadığı yere…

Bizim mahallenin büyüklerinden Marx, Buckingham Sarayı kaç kutu yağlıboya ile eşdeğerdir, demişti… Ben de, bir şair kaç şiiriyle eşdeğerdir, diyorum usulca. Daha vaktimiz var, devrime kadar olmasa da karşılaşacağımız ilk şaire kadar kara kara, mor mor, kırmızı kırmızı düşünebiliriz?

Sezai Sarıoğlu
Vinkmag ad

Read Previous

Dikkat çeken 5 içerikle bugün Kitap Eki’nde ne var?

Read Next

“Ağustos’ta ne okuyacağım?” diyenlere yeni çıkanlardan 10 kitap

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *