
Gelmiş geçmiş en kanlı savaşta, 20 milyon insan kaybederek faşizmi yenilgiye uğratan SSCB’de resmi tarih içinde kaybolup gitmiş kadın askerlerin ve sokaktaki insanların hikayelerini anlatıyor bize.
Onlar, savaş görmemiş zafer çocukları olsa da; savaş insanları arasında geçen yaşamları, tanıdıkları tek dünyanın ‘savaş dünyası’ olmasına yetmişti. Ninnileri babaannelerinin ‘ağıtları’, masalları anneannelerinin ‘anıları’ olmuştu çünkü.
İşte, bu çocuklardan biri olan S. Aleksiyeviç de savaş dünyasına ilgisiz kalamayıp yöneldiği derin ve yoğun okumalar sırasında fark etmişti savaşların dili ve kahramanlarının hep erkek olduğunu. “Savaş hakkında ne biliyorsak erkek sesinden dinlemişiz, kadınlar susuyor, ez kaza hatıralardan söz açılsa bile kadınların değil, erkeklerin savaşını anlatıyorlar.” diye belirtiyor kendisini bu kitabı yazmaya iten neden olarak.
Evet, bu kitap II. Dünya Savaşı’nın kadınlar cephesinde nasıl yaşandığını anlatan bir sözlü tarih çalışması. Gelmiş geçmiş en kanlı savaşta, 20 milyon insan kaybederek faşizmi yenilgiye uğratan SSCB’de resmi tarih içinde kaybolup gitmiş kadın askerlerin ve sokaktaki insanların hikayelerini anlatıyor bize.
Ve anlatılanları okudukça, konu belki de insanlık tarihinde en çok aşina olduğumuz ‘savaş’ olsa da, kadınların savaş hikayelerinin başka türlü olduğunu görüyoruz. Sanki başka bir şey anlatıyor bize. Bildiklerimizden farklı, rengi, kokusu, ışığı, duygusu olan başka bir şey.
Savaştan 40-50 yıl sonra, ihtiyarlamış anılarını aynı ürperti, aynı sessizlik ile anlatan kadınların yanı sıra, “Susmayacağım, saklanmayacağım!” diyen kadınlar ve hatırlamak istemediği için konuşmak istemeyen kadınlar… Az konuşan, hiç konuşmayan, çok konuşan ama hepsi yaralı kadınlar…
Bir kadın asker anlatır mesela, “Savaşta üç yılım geçti. O üç yıl içinde kendimi kadın gibi hissetmedim hiç. Bünyem donup kaldı. Kadınsı arzularım hiç kalmadı. Savaşın bittiğini haber aldığımız meydanda yanımdaki asker arkadaşım bana ‘Evlen benimle’ dediğinde az kalsın vuracaktım onu kaybolan kadınlığımla… Sonra seslendim ona, ‘Kadın kılabilecek misin beni, duygularımı geri kazandırabilecek misin? ‘”
Bir diğer partizan kadın, “Almanlar, saklandığımız ormanı öğrenmişler. Etraf sarılı. Balta girmemiş bölgelerde günlerce, haftalarca boğazımıza kadar su ve bataklığın içinde kaldığımız günler. Aramızda bir kadın telsizci vardı. Yeni doğum yapmıştı. Bebe aç, anne aç. Sütü gelmez kadının. Almanlar yakınlarımızda. Köpekleri de cabası. Çocuk ağlar, otuz kişi kadının yüzüne bakarız. Yakalanmamız an meselesi. Komutan karar verir ancak kimse kararı kadına iletemez. Kadın anlar, bebeğin kundağını suya bırakıp uzun süre tutar. Çocuk bağırmıyor artık… Biz bakışlarımızı kaldıramıyoruz. Ne anneye, ne de birbirimize bakabiliyoruz.”
Savaşta, birçok Almanı öldürdüğü için madalyalar kazanan bir başka keskin nişancı kadın, savaş sonrası evlenip yuva kurduğunda, çocuk yapamadığını anlatır bize. “Bu kadar insan öldürdükten sonra, yeni birine yaşam vermeye hakkım olmadığını düşündüm hep.” diyerek.
Bir başka gönüllü asker genç kız, “Askerde kadınlığını unutup erkekçe düşünmek için üç gün yeterli.” diye anlatıyor duygularının geçişini.
Savaşta ne kadar eril düşüncelere terk etseler de kadınlık duygularını, şimdi geriye dönüp baktıklarında hemen hepsi savaşın bir cinayet olduğunu fısıldıyor bize sesli veya sessiz. Ne yiğitlik ne kahramanlık çıkarabiliyorlar ölümlerden.
Savaşın içinde ve yanında hep oldukları ve savaşa damga vurdukları halde, ruhlarını tarihe yansıtamayan kadınların hikayelerini ortaya çıkaran tam bir ‘arkeolojik kazı’ mahiyetindeki bu kitap, aynı zamanda kadınların savaşa dair kendi duygu ve ruhlarına neden sahip çıkmadığını soruyor, sorguluyor Osip Mandelştam’ın can alıcı sözleriyle…
“Milyonlar ucuza can vererek
Açtılar karanlıkta bu patikayı…“
![]()
|
- ZAMANIN BİR UCUNU DİĞER UCUNA TEYELLEMEK - 6 Mayıs 2022
- Zamana açılabilen kültür olgusu: Mitler… - 5 Mart 2019
- Çocuklarını Yiyen Satürn - 1 Ekim 2018
FACEBOOK YORUMLARI